Hainlik kavramı siyasi angajman içerisinde en fazla istismara açık betimleme.
Bu durum tarih için de böyle.
Bir kesim için Şeyh Sait, Çerkes Ethem veya Kabakçı Mustafa gibi isimler 'ölümüne' haindir.
Meseleye başka zaviyeden baktığınızda başka bir kesim; hain denilen isimler için vatan muhafızı, dinin koruyucusu veya saltanatın fedaisi gibi sıfatlarla arş-ı alaya çıkarır.
Sultan Vahdettin meselesinde de iş çığırından çıkmaya başladı.
Ülkemizde herkes tarihçi, hukukçu ve bilim insanı olmak gibi hasletlere sahip.
O yüzden peşinen "haindir" ya da "hain değildir" denilir ve ardından tarafını seçenler ötekinin yargılanması gerekliliğini vurgulanır.
Bu dosyada doğrudan "Sultan Vahdettin haindir" veya "değildir" demeyecek; bağlamı okuyucunun dikkatine sunarak kararı sizlere bırakacağız.
Padişahlık makamı ve otorite
Sultan Abdulhamid tahta geçtikten sonra son derece sıkı bir yönetim model oluşturdu.
Devlet hafiyelerle baskı ile idare edilir bir hal almıştı.
Sultan Abdulhamid'in kurduğu hafiye teşkilatı kusursuz çalışıyordu; ama aynı teşkilat bir noktadan sonra devlet sistemini yıkımın eşiğine getirmişti.
Öyle ki sıradan bir vatandaşın gönderdiği jurnal bir valinin raporundan daha kıymetli hale gelmişti.
Şeyhülislam, Sadrazam, mebuslar, zabitler, esnaf, papazlar herkes Sultan Abdulhamid'e jurnal gönderiyordu ve iş çığırından çıkma noktasına gelmişti.
Belli bir süre sonra yazılan jurnaller ise işin ciddiyetten uzaklaştığını gösteriyordu; çünkü baba oğlunu, damat kayın babasını jurnalliyor, bir devlet dairesinde memurlar birbirlerinin ayağına çelme takmak için jurnal yazma yoluna gidiyordu.
Sistemin yozlaşmasının en önemli nedeni Sultan Abdulhamid'in yer yer hastalık derecesine varan evhamından kaynaklanıyordu.
Öyleki Sultan Abdulhamid şu kelimelerden son derece rahatsız oluyordu; bomba, Yıldız, hasta, ihtilal, dinamit...
Yine Sultan Murad için Mir'at ve Reşad yerine Neşed kelimelerini kullanmayı tercih ediyordu.
Osmanlı modernleşmesinin entelektüel alt yapısını oluşturan hareket, birbirleriyle dostluk ve ülküdaşlık ilişkisi ile bir araya gelen zaman zaman da sert bir biçimde kavga eden Jön Türkler tarafından oluşturuldu.
Bu grup çoğunluğu Sultan Abdulhamid tarafından Avrupa başkentlerine gönderilen öğrenci ve devlet bürokratlarından oluşmaktaydı.
Sultan Abdulhamid bu yapıyla zaman zaman ilişki kurup önemli bir kısmının ülkeye dönmesini sağlamış makam ve mevki tahsis ederek kendi gözetiminde tutmuştu.
Ülkeye dönmeye ikna edemediği birçok kişiye ekonomik olarak zor duruma düştüğünde maddi destek sağlamıştı.
Ayrıca Mısır'ın elden çıkması, Kıbrıs'ın İngilizlere bırakılması, Tunus'un Fransızlar tarafından işgal edilmesi, Ermenilerin taşkınlıkları, Duyunu Umumiye İdaresi ve ağır vergiler Abdulhamid'e yönelik muhalefeti başka bir boyuta taşımıştı.
1889 yılına gelindiğinde ise Tıbbiyeliler olarak bilinen Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane okulunun öğrencileri İbrahim Temo isimli hocalarının yönlendirmesiyle Sultan Hamid'e karşı gizli toplantılar yapmaya başlamışlardı.
Hamamönü ve Rumelihisarı'nda gizli bir biçimde bir araya gelen öğrenciler devletin kurtuluşu adına çareler aramaya koyulmuşlardı.
Bu toplantılar sırasında Rusya ve İran'da meydana gelen meşruti hadiseler ciddi bir biçimde konuşuluyor ve Namık Kemal'in şiirleri ile ateşli nutuklar icra ediliyordu. Toplantılara katılım süratli bir biçimde artıyor ve yapı kendi içinde hiyerarşik bir düzen alıyordu.
1896 yılında örgütün İstanbul ayağı ortaya çıkarılmış; Suriye kolu, 1897 yılında ciddi bir darbe girişimine hazırlanırken tespit edilerek sorumluları tutuklanmıştı.
Örgüt deşifre edilmiş sorumluları cezalandırılmış olsa da memleketin her bölgesinde kendisine taraftar bulmaya devam etmiş ve yükselişi engellenememişti.
1907 yılına gelindiğinde özellikle Selanik ve çevresinde güçlü bir örgütlenme meydana getirmiştir. Kendi içinde farklı fraksiyonlara bölünmüş hareket bu süreçte tek çatı altında birleşmeyi başarmıştı.
İttihatçılar dağa çıkıyor
Sayıları neredeyse 10 bin civarına yaklaşan İttihatçılar, Sultan Abdulhamid'i devirmek için fırsat kolluyordu.
Beklenen fırsat Reval Görüşmeleri sonrasında elde edilmişti. 1908 yılında Ruslar ve İngilizler Osmanlı'ya karşı atılacak adımları müzakere etmiş ve iki taraf büyük ölçüde anlaşmıştı.
Reval Görüşmelerinde Osmanlı'nın adeta paylaşılması sonrası İttihatçılar, Abdulhamid yönetimini duruma karşı basiretsiz kalmakla suçlamıştı.
Bu zor durumdan kurtuluş yolunun meclisi tekrar açılarak fiili olarak meşrutiyet sistemine dönmekle mümkün olacağını iddia etmişti.
Bu doğrultuda 3 Temmuz gününde önce Niyazi Bey Ardından da Enver Paşa dağa çıkarak devlete isyan etmişti.
Suikastlar başlıyor
İsyancıların devlete karşı dağa çıkması sonrası Yıldız Sarayı'na memleketin dört bir tarafından telgraflar gönderiliyor, bir an önce meşrutiyete dönülmesi telkin ediliyordu.
Sultan Abdulhamid ilk olarak Balkanlar'da başlayan isyanın yayılmasını engellemek için Ferik Şemsi Paşa'yı bölgeye gönderdi.
Şemsi Paşa, isyan bölgesine varmasından kısa bir süre sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti mensubu Atıf Bey tarafından vurularak öldürülmüştü.
Bu haber Yıldız Sarayı'nda bomba etkisi yaratırken İttihatçıların önü arkası kesilmeyecek suikastlarının da başlangıcı olacaktı.
Kısa sürede kendisini toparlayan Yıldız Sarayı, Ferik Şemsi Paşa'nın yerine Müşir Osman Paşa'yı gönderdi.
Bu kez gelen haber daha korkunçtu, Osman Paşa görev yerine vardıktan kısa bir süre sonra esir edilerek İttihatçı isyancıların eline geçmişti.
İstanbul'da da olaylar kontrolden çıkmış, topçu birlikleri Yıldız Sarayı'nın bilgisi dışında yüz bir pare top atışı gerçekleştirmişti.
Bu, padişah değişikliğinde yapılan bir gelenekti; olaylar giderek kontrolden çıkmak üzereyken Selanik'ten gelen haber bardağı taşıran son damla olacaktı.
İsyancılar Sultan Abdulhamid'in emri dışında Selanik'te meşrutiyetin yeniden ilan edildiğini duyurdular.
Sultanın iradesini hiçe saymak anlamına gelen bu kararı normal şartlar altında kabul etmek mümkün değildi, ama olayların daha fazla kontrolden çıkmasını istemeyen Yıldız Sarayı bu durumu tanımak zorunda kaldı.
İttihatçıların bu zaferi Sultan Abdulhamid için sonun başlangıcıydı.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
İttihat ve Terakki tek başına iktidar olur
23 Temmuz 1908 yılında İkinci Meşrutiyet ilan edilmiş ve kısa bir süre içinde milletvekili seçimlerine gidilmişti.
Yurdun büyük bir bölümünde gizli bir şekilde teşkilatlanmış İttihat ve Terakki Cemiyeti seçimlerde de bu gücünden yararlanmıştı.
Yapılan seçimlerde yaklaşık yüzde 99 oy olarak devlet yönetiminde söz sahibi olan tek merci konumuna yükselmişti.
Ülkede esen hürriyet ortamında kadın hakları güçlendirilmiş, dernek ve siyasi parti açma hakkı tanınmış ve en önemlisi medyaya büyük bir serbestlik sağlanmıştı.
Halk gelişmeleri başlangıçta pek anlayamasa da yapılan yeniliklere ciddi bir tepki göstermemişti.
Kurulan meclisin en büyük çıkmazı tıpkı ilk mecliste olduğu gibi mebusların kısa bir süre içinde kendi bölgelerinin menfaatlerini ülke menfaatlerinin önüne taşıması olacaktı.
Gücünü büyük ölçüde İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne kaptıran Sultan Abdulhamid kolayca pes edip kenara çekilecek biri değildi, zaten İttihatçılar da Sultanı devirmeyi göze alamamış yalnızca gücünü sınırlayabilmişlerdi.
Sultan Abdulhamid zaman zaman mebusları Yıldız Sarayı'na davet edip onlarla istişare etmeyi deniyordu; ancak tüm teşebbüsleri karşılıksız kalıyordu. Medyada ise kendisine yönelik ağır ithamlar yapılıyor, Sultan Abdulhamid toplum karşısında küçük düşürülüyordu.
Bir karşı darbe teşebbüs: 31 Mart Vakası
İttihat ve Terakki'nin uygulamaları kısa süre içinde belli kesimlerin tepkisini çekmeye başladı.
Mektepli subayların alaylı subayları tasfiye etmesi ve ulemanın rencide edildiği bazı eylemler hoşnutsuzluğa sebep olmaya başlamıştı.
6 Ekim 1908 günü Kör Ali isimli bir şahıs peşinden sürüklediği ulemadan küçük bir grubu Yıldız Sarayı'nın önünde topladı.
Ateşli bir biçimde "Şeriat isteriz!" naraları atması üzerine Sultan Abdulhamid balkona çıkıp kalabalığı dağıtmak için "Merak etmeyiniz, istekleriniz yerine getirilecek" cevabını verdi.
Bu cevap sonrası cesaretlenen taşkın kalabalık eylemlerini daha sonraki günlerde de devam ettirmişti.
Karagöz oynatılan salonları basmış ve sokakta dolaşan kadınlar tartaklamıştı.
Kör Ali ile başlayan olaylar zinciri orduya da sirayet etmişti.
Abdulhamid'e yakın Hassa ordusu Cidde'ye gönderilmek istenmiş; ama Hassa ordusu kuvvetleri bu durumu kabul etmeyince Balkanlar'dan getirilen Avcı Taburları, Hassa ordusunu çapraz ateşe tutmuştu.
Haber kısa sürede İstanbul'da yayılmış, Mahmut Muhtar Paşa'nın Hassa ordusunda hayatını kaybeden çavuşların cesetlerini ibret-i alem olması için asmak istemesi bir karşı darbenin fitilini ateşlemişti.
İsyan ateşi kısa sürede İstanbul'da bulunan bütün askeri birliklere yayılmış, üstelik kalkışmaya sebep olan Avcı taburları da İttihatçılara karşı başlatılan isyana destek verip Sultan Ahmet Meydanında toplanan kalabalığa dâhil olmuştu.
İttihatçılar kendi silahıyla vuruluyor: Mecliste peş peşe suikastlar
İttihat ve Terakki Cemiyeti, gerçekleştirdiği suikastlarla gücünü pekiştirmişti; ama bu kez terör rüzgârı aleyhine dönmüştü.
İstanbul'da hızla yayılan karşı darbe şehri adeta kaosa sürüklemişti.
Sokağa çıkan kadınlar linç ediliyor, gazete binaları basılarak yağmalanıyor ve yakalanan mektepli subaylar hemen oracıkta öldürülüyordu.
Bu saldırılarda en nihai hedef ise meclis ve hükümetti.
Şeriat yanlısı olduğunu söyleyen darbeciler Adliye Nazırı (Bakanı) Nazım Paşa'yı İttihatçıların önemli ismi Ahmet Rıza Bey zannederek öldürdü. Olayın şoku atlatılmamışken bu kez Hüseyin Cahit zannedilen Lazkiye Mebusu Hüseyin Arslan Bey'in öldürüldüğü duyuldu.
Olaylar giderek kontrolden çıkmış, şehir teröre tamamen teslim olmuştur.
15 Nisan 1909 sabahında darbe Yıldız Sarayına sıçramış, Asar-ı Tevfik savaş gemisin toplarını Yıldız Sarayı'na doğru çevirmesi isyancıları daha da öfkelendirmiş, gemiye baskın yapılarak geminin kaptanı Ali Kabuli Yıldız Sarayı önüne getirilerek Sultan Abdulhamid'in engelleme teşebbüslerine rağmen linç edilerek katledilmişti.
Esasen bu olay, darbenin Sultan Abdulhamid'in kontrolünde olmadığı ve çığırından çıkan bir hareket olduğunu ortaya koyuyordu.
Tüm bunlara rağmen Sultan Abdulhamid'in olayları yatıştırmak için tüm ordunun saygı gösterdiği Edhem Paşa'nın öncülüğünde gönderdiği heyet de olayları yatıştırmayı başaramamıştı.
İsyancılar meclisi de tamamen ele geçirmiş, yanlarına Şeyhül İslam Ziyaeddin Efendi'yi de alarak meclis kürsüsünden taleplerini okumuşlardı.
Karşı darbeyi bastırmak için Hareket Ordusu yola koyulur
Dükkânlar kapatılmış, fırınlar açılamamış ve İstanbul büyük bir sıkıntı içine düşmüştü.
İttihat ve Terakki, İstanbul'daki sınırlı birliklerle olayı yatıştıramayacağını anlayınca dışardan destek istemiş ve bunun üzerine Hareket Ordusu Çatalca önüne gelerek burada konuşlanmıştı.
Bu sırada Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa, Abdulhamid'in huzuruna çıkarak istifasını sundu.
Durumu haber alan darbeciler büyük bir sevince kapılarak neredeyse tüm teçhizatını sevinçle havaya sıkıyordu.
Çatalca önünde konuşlanmış Hareket Ordusu ise şehre girip isyancılar teslim almak için artık son hazırlıklarını yapıyordu.
Çoğu çetelerden, henüz öğrenci olan askerlerden, memur hatta tüccarlardan oluşan Hareket Ordusu'nun başında Mahmut Şevket Paşa vardı.
Ordunun iki numaralı ismi olarak da Enver Paşa bulunuyordu. Her geçen gün sayısı artan bu orduya donanmanın da destek vereceğinin anlaşılmasından sonra şehre müdahale etmek için tüm şartlar oluşmuştu.
Abdulhamid son cuma selamlığında
Hareket Ordusu 23 Nisan 1909 bir cuma günü İstanbul'a girmeye başladığında Sultan Abdulhamid son kez cuma selamlığına çıkmıştı.
Kaosa teslim olmuş şehirde Sultan'ın hiçbir ağrlığı kalmamıştı. Selamda kendisini karşılamaya gelenlerin sayıca azlığı artık Sultan Abdulhamid'in Osmanlı siyasetinde de bir gücünün kalmadığının işaretiydi.
Yine de başıboş isyancıların dışında Sultan Abdulhamid'e bağlı Hassa ordusu ve Kürt taburları şehirde uzun sürecek bir direniş için yeterli teçhizata sahipti.
Sultan Abdulhamid ise kısa süre içinde gerçekleşen elim olaylar sonucu İstanbul halkının büyük zarar gördüğüne şahit olmuştu.
Ayrıca tabiatı itibarıyla nahif bir kişiliğe sahip olan Sultan şehirdeki terör havasının artık bir son bulmasını istiyordu.
Bu yüzden kendisine yapılan direniş tekliflerini reddetti.
Buna rağmen kendisine bağlılığını bildiren Hassa ordusundan üç tabur teslim olmayı reddederek Hareket Ordusu'na karşı silahlı mücadeleyi tercih etti.
Son derece kanlı çatışmalardan sonra bu taburların tamamı yok edildi ve Hareket Ordusu kısa bir süre içinde şehre hâkim olmayı başardı.
Ve Sultan Abdulhamid tahttan indiriliyor
Sultan Abdulhamid, 31 Mart 1909 yılında gerçekleşen hadiselerin tarafı değildi. Olayların önüne geçmek için de elinden geleni yaptı; ama isyancılar onu dinlememişti.
27 Nisan 1909 yılına gelindiğinde işgal altında bulunan Yıldız Saray'ında yapılacak son bir iş kalmıştı: Sultan Abdulhamid'i tahttan indirmek.
Sultan Abdulhamid'in tahttan indirilmesi için öncelikle bir fetva hazırlanması gerekiyordu.
Fetvayı daha sonraları cumhuriyet döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı için önemli görevler üstlenecek İttihat ve Terakki mebusu Elmalılı Hamdi Yazır bizzat kaleme aldı.
Bu metin, Hal Fetvası Emini Hacı Nuri Efendi'nin önüne geldiğinde büyük bir şaşkınlık yaşayan Nuri Efendi metne fetva vermek yerine derhal istifasını sundu.
Fetvaya göre Abdulhamid'in tahttan indirilmesi için üç büyük suç işlemişti: 31 Mart'a sebep olmak, Kuran yaktırmak ve israf suçları.
Sultan Abdulhamid'e yöneltilen suçlar inandırıcı değildi.
Sultanın 31 Mart'ı engellemek için gösterdiği çabayı neredeyse tüm İttihatçılar biliyordu.
Kuran yaktırdığına dair iddialar doğru ama eksikti, Sultan Almancadan tercüme edilen Türkçe mealleri toplatmıştı.
Bu eserler son derece kötü tercüme edilmişti ve yanlış bilgilerle doluydu.
İsraf konusu ise inandırıcılıktan son derece uzaktı, çünkü Abdulhamid cimri denilecek düzeyde tasarrufluydu.
Hacı Nuri'nin istifasından sonrası İttihatçıların onu ikna çabaları sonuç vermiş ama Nuri Efendi son maddeyi değiştirmiş ve hal etmek yerine Sultan Abdulhamid'in tahttan çekilmesini istemenin ya da kararı meclise bırakmanın daha doğru olacağını tavsiye etmişti.
Fetva çıkarıldıktan sonra meclis kararı hızlıca onaylamış ve geriye durumu Sultan Abdulhamid'e tebliğ etmek kalmıştı.
Velhasıl Sultan Abdulhamid tahttan uzaklaştırıldıktan sonra yerine Mehmet Reşat geldi.
Padişah Mehmet Reşat ile Padişahlık makamı fiilen ortadan kalkmıştı.
Sultan Abdulhamid'in gölgesi altında Mehmet Reşat ve Vahdettin'in makamları yalnızca sembolik anlamlar taşıyordu.
Bilhassa Mehmet Reşat, en ufak bir yetkisini kullanmamış en ufak atamaya dahi karışmamıştır. Hatta iktidarının son günlerinde devleti idare edenlere "Aman evlatlarım! Elinizde iradeye iktiran edecek mühim kararlar varsa hemen getirin, sağlığımda imza edeyim. Benden sonrakiler size müşkülat çıkarabilirler" sözlerini sarf edecekti.
Mehmet Reşat ve İkinci Meşrutiyet ile beraber padişahlara çizilen misyon hiçbir işe karışmamak olmuştu.
31 yaşındaki Enver Paşa, Harbiye Nazırı yapılırken tüm temayüller çiğnenmiş ve kimse dönüp padişaha görüş dahi almamıştı.
Zaten padişahın fiili iki atama yetkisi vardı. Biri Şeyhülislamı atamak diğeri sadrazamı tayin etmekti.
Ne sadrazam atanırken ne de şeyhülislam seçilirken kimse padişaha bir şey sormamıştı.
Sultan Abdülmecid'in küçük oğlu Vahdettin tahta geçtiğinde Sultan Reşat'tan dahi silik bir makam işgal etmişti.
Onun tahta gelişi ile ülkenin yok oluşunun eşiğindedir. Halkta büyük bir İttihatçı nefreti vardı.
Vahdettin Mehmet Reşat'a nazaran zeki biriydi. Padişah olurken kılıç kuşanmasını İttihatçıların atadığı Şeyhülislam Musa Kazım yerine tüm İstanbul'un bir kahraman olarak gördüğü Trablusgarp direnişçisi Şeyh Ahmed Sünȗsî'ye yaptırdı.
Vahdettin'in ilk büyük icraatı Enver Paşa'yı Başkomutanlık Vekilliğinden azletmek oldu.
İttihatçılara karşı tavır alsa da Vahdettin halkın kendisinden bekleneni yapmadı.
Sultan Abdulhamid gibi tüm ipleri eline alıp mücadele etmesi beklenirken Sultan Vahdettin, yalnızca iktidarı İttihatçılardan alıp başka bir güç erkine bırakmayı tercih edecekti.
Zaten başka türlüsü mümkün de değildi.
Padişah bu denli öfke karşısında iktidarı İttihatçılara bırakamazdı; ama sonrasında icraata müdahale edememişti.
Sultan Abdulhamid sonrası padişahların durumunu en iyi Ahmet İzzet Paşa anlatıyordu:
Padişahlara en büyük kötülük düşmandan değil, sarayın etrafını saran ve bütün gün sadakatten dem vurarak başına çorap örmeye çalışan sütü bozuk ayak takımlarından gelir. Onun için devlet adamları ve saltanat yakınlarının, günün ve tarihin şartlarını bilen, padişahla millet menfaatlerinin aynı şey olduğunu anlayan, bu bilgi ve kültürle geleceği bugünden sezen ve önlemlerini buna göre alan, iş yapma iktidarı yanında övünülecek bir geçmişe sahip olan milletin ileri gelenlerinden olması gerekir. Aksi halde; 'İnhitâtü'd-düvel bi-irtifâ'i'l-esfel' sırrı ortaya çıkar.
Sultan Vahdettin, yetkilerini kullanmamış ve padişahlık etmemişti.
Kendisinden önceki Mehmet Reşat'ın yönetim modelini iktidar sahiplerini değiştirerek devam ettirmişti.
Mehmet Reşat, İttihatçıların günahlarından ne denli sorumluysa Vahdettin de İstanbul hükümetlerinin yanlış icraatlarından o denli mesuldür. Bu onu hain yapar mı; bilemeyiz.
Öte taraftan bir Osmanlı Padişahını bu denli kifayetsiz görmek son derece üzüntü verici.
Elbette bu yazıda Vahdettin'i hain gösterecek yahut aklayacak yüzlerce done sunabilirdik; ama makamının gereğini yerine getiremedikten sonra bunun bir önemi kalmaz.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish