Marslılar, insanlar ve propagandalar

Prof. Dr. Uğur Batı Independent Türkçe için yazdı

Görsel: HowStuffWorks

Ben Profesör Doktor Uğur Batı.

Karar Bilimi Uzmanı ve After Parti En Genel Başkanıyım. 

Daha sorulurken cevaplanamayan köşeme hoş geldiniz.


Bugünkü konumuz propaganda ve buna inanmak.

"Orson Welles, Marslılar, hep inanan beyin, propagandalar ve biz" konuşacağız.

Önce şunu söyleyeyim;

Yaşamım bence şöyle geçip gitti: Az anlattım, öz dinledim ama "Minimalist değilsin" dediler, yüz vermediler! 

Dünya "fena" delirdi. Almanların bir kelimesi var: "Ohnmacht". Sorumsuz, şuursuz, cesaretsiz demek.

Saçmalıklar üreten ve buna boyun eğen bir insan aklı. Sadece güçlülerin hukuku. Açlık, sefalet dünyada kol geziyor. İklim felaketleri… Ardı ardına süren savaşlar.

7 Ekim'den beri bir tanesi devam ediyor ki ona "savaş" demek de mümkün değil.

İsrail-Filistin arasında süren "savaş" görünümlü katliamdan söz ediyorum.
 

İbrahim Ebu Mustafa_Reuters.jpg
Gazze'de 7 Ekim'de başlayan savaşta Gazze Sağlık Bakanlığı'nın bildirdiğine göre, İsrail saldırılarında ölen Filistinli sayısının 8 bini geçti / Fotoğraf: İbrahim Ebu Mustafa/Reuters

 

Savaşın tanımına, çok saçma buluyorum ama varsa "kuralına", "adil savaş teorisine" uymayan bir vaka yaşanıyor orada.

Asla eşit olmayan iki taraftan "İsrail olanı" sivillerin hedef alındığı, en öldürücü, en teknolojik silahların kullandığı bir savaş yürütüyor.

Oysaki savaşın en baz tanımında şu var:

1. Devletlerin, aralarındaki ekonomik ve siyasal anlaşmazlıklar vb. nedeniyle, siyasal ilişkilerini keserek, birbirlerine karşı ordularıyla giriştikleri silahlı eylem.

Burada ise bir tarafın ordusu yok, bebekleri ve kadınları var!

Durum böyle devam ederken "Batı toplumları" topyekûn İsrail'e silah ve istihbarat yardımı yapıyor, Filistin'e destek gösterilerine bile izin vermiyor.

Batı medyası ise "Filistin" diyeni susturuyor, görüntüleri karartıyor, "beyaz", "kara" her nevi propagandaya da imza atıyor.

Öyle bir propaganda sancısına girdiler ki sormayın sanki çıkmışlığımız varmış gibi! 365 gün/24 saatlik bir propaganda simülasyonu yaşıyor gibiyiz, bir sonraki evreye geçersek kendimi mutlu hissedeceğim.

Beklentim şu; hatırlarsınız belki, Lost dizisindeki Dharma Girişiminden 3 beyaz önlüklü bilim insanı gelecek ve "Tebrikler Dünya simülasyonunu bitirdiniz bir sonraki evreye geçebilirsiniz" diyecek.

Adeta durumum budur!

Bilim toplumu olamayan dünya, sanat toplumu hiç olmadı, kültürlenen bir toplumlardık ama hiç olmazsa biraz "anlayabiliriz" umudum vardı, o da uzaklaşan bir hülya artık, üzgünüm çok.

Charles Darwin ilginç bir tespit yapar ve tavuk toplum diye bir şey olgudan söz eder:

Bilim ve sanat bir kuşun iki kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar. Uçamayanlar ise tavuk olurlar. Tavuk toplum, önüne atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz.


Kendisinin tespitine katılıyorum ama bunun bize ait olmayacağını, silkineceğimizi de biliyorum.

Biz kurucu aklı olan oldukça yaratıcı bir toplumuz, geleneğimiz binlerce yıllık bir ekin. Anaforu bizi bin yıl öteye taşır inanıyorum.

Belki de adına yaşam dediğimiz hırs, bizden uykularımızı aldığından beri başkalarının rüyalarını görüyoruzdur!

Böyle olunca her şeyden çok aşırı etkileniyoruz ve düşen yapraklar gibi oluyoruz. Öylesine edilgen!

Çok azımız yıldızlara benziyoruz, kendi yasalarımızı ve izleyeceğimiz yolu kendi içimizde taşıdığımızın farkında değiliz.

Yazıda propagandist ülke ortamını anlatacağım ama kısa yoldan söyleyeyim;

Dünyayı kurtaracak olan şey, bilim, sanat ve kültürdür. Propagandist bir toplum değil!

"Bu propagandist toplum meselesi"ne geçmişten ve ABD'den bir örnek vereceğim.

Nasıl oluyor bu propaganda, nelere sebep oluyor, onu anlatacağım.

Hiçbir şeyin 100 yıldır değişmemesi büyük acı ve önemli bir örnek.
 

Orson Welles'in , CBS Radyosu'nun ''Dünyalar Savaşı'' yayınından sonra Danton'un Ölümü provası sırasında Mercury Tiyatrosu'nda sahnede çekilmiş fotoğrafı.jpg
Orson Welles'in , CBS Radyosu'nun "Dünyalar Savaşı" yayınından sonra Danton'un Ölümü provası sırasında Mercury Tiyatrosu'nda sahnede çekilmiş fotoğrafı

 

ABD'li efsane sinemacı Orson Welles, aynı zamanda kurduğu Mercury Tiyatrosu ile radyo tiyatroları hazırlıyordu. Genelde de romanları seçiyorlardı.

Bu arada yaptığı program da CBS kanalında reyting alamıyordu. Orson Welles de bir cin fikirlilik yapıp, romanda anlatılanları bir haber bülteniymiş gibi sunmaya karar verdi.

30 Ekim 1938 tarihiydi. Bir Cadılar Bayramı akşamıydı. Saat 20.01 idi.

"Columbia Broadcasting System stüdyo, H.G. Wells'e ait Dünyalar Savaşı adlı eseri, Orson Welles ve Mercury tiyatrosuyla sunar" diye başladı program.

Sonrasında da olanlar oldu!

Klasik saatinde ve klasik şekilde sunulan radyo programı, kısa bir süre sonra dinleyicilerin alışık oldukları haber spikerinin sesiyle kesildi ve sanki araya girilerek dünyanın Marslılar tarafından işgal edildiğini konu alan "Dünyalar Savaşı" yayımlanmaya başladı.
 

Orson Welles, HG Wells'in bilim kurgu romanı 'Dünyalar Savaşı'nı içeren radyo programını 30 Ekim 1938 Bettmann CORBIS.jpg
Orson Welles, HG Wells'in bilim kurgu romanı "Dünyalar Savaşı"nı içeren radyo programı yayınında, 30 Ekim 1938 / Fotoğraf: Bettmann-CORBI​​​​​​​

 

Oyun bir gözlemevinde gerçekleştirilen canlı yayınla başlıyormuş gibi kurgulanmıştı.

Program teması da uzayda yaşam ve dünya dışı canlılardı.

Welles ise programdaki uzman bir gökbilimciyi canlandırıyordu.

Kızıl Gezegen Mars'tan göktaşı yağmuru başladığı bilgisi tüm ABD'de infial başlatmıştı.

Dinleyici sayısı hızla artıyordu. Kısa sürede dinleyici sayısı normal yayının en az 3 katına çıkmış ve 6 milyona ulaşmıştı.

Dinleyiciler gerçeklikten kopmuştu ve Mars'tan gelen dünya dışı varlıklarla karşılaşacaklar diye tir tir titriyorlardı.

O sırada kurgu gerçeğe daha da yaklaştı. Grover's Mill yakınındaki bir kırsala büyük bir göktaşı düştüğü haberi verildi.

Dinleyicilere canlı bağlantı kurulduğu belirtildi. Sözde canlı bağlantıda şunlar söyleniyordu:

Madde, dünyamıza ait değil. Gezegenimizde bulunan bir madde değil bu. Bekleyin bir dakika. Bir şeyler oluyor. Bu nesne çok korkutucu. Daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemiyor. Birtakım sesler duyuyorum. Aydınlık dairenin merkezinde kara delikten çıkan bir şey görüyorum. Bu bir çift göz. Ya da yüz bilmiyorum. Bacakları var. Metal parçayla yekpare bir şey. Büyüyor. Etrafa yayılıyor. İnanamıyorum. Sanırım bu, New Jersey yakınlarındaki kırsala inen bu tuhaf yaratıklar Mars gezegeninden gelen işgal ordusu. Daha da fazlası olmalı. Evet olamaz, geliyorlar.


Ve kitle paniği başlamıştı. Sonrası ise tam bir kaostu!

Orson Welles'in Mercury Tiyatrosu grubu ile oynadığı oyun o kadar başarılı oldu ki, hafif geçen tanıtım konuşmasını kaçıran binlerce New York'lu gerçekten bir uzaylı istilasına uğradıklarını düşünüp sokaklara fırladı.

Birçoğu da pılını pırtısını toplayıp New York'tan kaçmaya çalıştı. Polis, itfaiye ve ambulanslar kilitlenmiş, hayat felç olmuştu.

Yollar tıkandı. Korkudan hastaneler doldu taştı. Caddelerde av tüfekleri ile dolaşan insanlar türedi.

Tanrıya sığınanlar oldu. En kalabalık yerlerden biri kiliselerdi. Her yerde ayinler düzenleniyordu. Ağlayarak tanrıya dualar eden insanlar, feryat ediyordu.

Yayın diğer radyo stüdyolarına da yayılmıştı:

Burası New Jersey, New York. Jersey bataklıklarından zehirli bir siyah duman çıkıyor.
 

İnsanlar sinek gibi, fare gibi ölüyorlar.
 

Orda kimse var mı? Kimse var mı?


Olayları anlatan spiker, zehirli gazdan dolayı öksürmeye başladı, sonra da yaşamını yitirdi! Korkudan...

Polis radyo binasını basmıştı. Yine Orson Welles bir duyuru yapmıştı:

CBS'te H.G. Wells'e ait 'Dünyalar Savaşı' adlı eserin, Orson Welles ile Mercury Tiyatrosu tarafından sahnelenişini dinlemektesiniz.


Duyuru kimseyi sakinleştirmemişti, insanlar inanmak istediklerine inanmaya devam ediyordu.

Tüm New York, Marslılar tarafından işgal edilmek istiyor gibiydi!
 

The New York Times'ın 31 Ekim 1938 tarihli manşeti.jpg
The New York Times'ın 31 Ekim 1938 tarihli manşeti

 

Ertesi sabah tüm gazete manşetlerinde bu olay vardı.

Olayı duyan Adolf Hitler, yüzyılın esprilerinden birini patlatıyordu:

Bu sınırsız imkânlar ülkesine, Marslıların inmesi bile olası gösterilmiştir!


Burada gerçekten sosyolojik bir vaka yaşanmıştı. Konu "sadece inanmak isteyen insanların inandığı" bir arkaik durum değildi.

Evet, beyin gerçeklik öğeleri ile bezenmiş bazı basit durumlara inanma eğiliminde olabilir ama tüm New York'un beyni buna inanmaya hazırdı.

Çünkü onlarca yıldır Nazi ve Kızıl Sovyet propagandaları duyuyorlardı.

Dünya Savaşları döneminin militan-propagandist yönetim tarzları ve onların verdiği mesajlar, halkı zaten herhangi bir istilaya hazırlamıştı.

Naziler, Sovyetler, Marslılar ya da Vikingler ne fark ederdi ki?
 

Orson Welles gazetecilere paniğe yol açma niyetinde olmadığını açıklıyor (31 Ekim 1938).jpg
Orson Welles gazetecilere "paniğe yol açma niyetinde olmadığını" açıklıyor, 31 Ekim 1938 / Fotoğraf: Wikipedia

 

Daha sonraki yıllarda da yaratıcı kültür mekanizmaları bu konuyu fazlaca işledi ve insanların bunu içselleştirmesini sağladı.

Uzaylıların dünyayı ilk ziyaretlerinin getirebileceği felaketin korkusu, 'bilimsel felaket' ideasıyla birleştirilmişti.

Uzaylılar, tiyatro oyunları ya da sinemada "Mars'tan gelen yaratıklar" olarak boy gösterdiler.

Komik gibi görünse de anlamı var, Mars, özellikle 1950'lerden itibaren 'Amerikan bilimkurgu sineması'nın ilgi alanına ciddi anlamda girmeye başladı.

Tüm istilalar "Kızıl Gezegen Mars"tan geliyordu. Bu, iki açıdan çok anlamlıydı:

O sıralarda ABD'de başlayan komünizm düşmanlığını destekleyen filmlerdi bunlar.

Kızıl Gezegen Mars'ın kızılı çağrıştırması gereken şeyi, yani komünizmi çağrıştırıyordu.

Üstelik üzerinde canlı yaşayabileceği savıyla da yakın bir gezegendi. Bu da tehlikenin yakınlığı anlamına geliyor.

Bu politik bir dışavurum ifadesiydi ve zaman korku kültürünün yayılmasında son derece etkili olmuştu. Kısacası iş görmüştü.

Zaman ilerledikçe, insanlar her türlü seçimle, kararlarla, inanmakla ve inanmamakla karşı karşıya kalabiliyorlar.

İnanmak beynin bir psikolojik dengeleme eylemi olup, çok ilkel dönemlerden kalan bir dürtüdür.

Beynin, gerçekten bir bilgisayar gibi çalıştığını düşünürsek inanma esnasında genelde beyin, kontrolü ele alır ancak içindeki bilgi ve deneyim kadar size yardımcı olur. Çünkü bilinçli kontrol yok gibidir. 

Bazı zamanlar iyi sonuçlar verebilir. Bu beynin zaman odaklı çalışmasına bağlıdır.

Çağdaş insan için bilginin rolü gittikçe arttığı için aslında her şeye kolayca inanması zorlaşan bir süreçtir.

Bilgi arttıkça olaylara bakışımız daha bilinçli daha doğru olmaktadır.

Ne olursa olsun gündelik yaşamımızda beynin bir sığınma anlamında açığını kapatıp, hizmet amaçlı inanmalar da bitmeyecektir.

İnanan Beyin.jpg

Michael Shermer, "İnanan Beyin" adlı kitabında beyni bir inanç motoru olarak görür.

İnsanlar önce inanır, sonra gerekçelere bakar. Ona göre, duyu bilişinden gelen bilgiyi işleyen beyin, klasik olarak önce bir kalıp bakar, daha sonra bu kalıba göre neden bulur.

Beynimizin noktaları birleştirerek yarattığı bu kalıplar inanmak üzerinedir.

Beyin bir kez inandığı zaman bunları sağlamlaştırmak için kanıt aramaya başlanır.

Bu noktada Sir Francis Bacon'un şu sözü anlamlıdır:

İnsan bir kere bir görüşü benimsedi mi her şeyi bu görüşle uyuşacak ve destekleyecek bir yöne çeker. Aksi yönde daha çok sayıda ve ağırlıkta örnek olsa bile, bunları ya önemsiz görür ve ihmal eder ya da başka bir sebeple bir kenara bırakır ve reddeder. Bu büyük ve zararlı önyargılar neticesinde görüşleri sarsılmamış olur.


Shermer, insanın nasıl inandığına dair politikadan iktisada, dinlerden komplo teorilerine ve doğaüstü olaylara kadar gerçek birçok örnekle karşımıza çıkıyor.

Ama yazarın kısaca söylediği; ne olursa olsun kolayca "inanmaya" meyilli bir beynimizin var olduğudur.

İnsanların politikaya, politikacıya inanması aslında o kadar da kolay değildir.

Politika klasik olarak korkutur ve çarenin kendisi olduğunu savunur, oysa siyaseti bir umut olarak görmek, zaaf diyebileceğimiz bir davranıştır.

Ne demişler: "Savaş, kanlı bir siyaset; siyaset ise kansız bir savaştır."

Kabul etmeliyiz; ortalama bir beyin, düşünmekten daha çok inandığı şeyler tarafından yönetilir.

Siyaseten baktığımızda kitle olarak kutsal saydığımız iletiler, bir paket yapılır ve bu paketin içinde pek çok şey konur. 

Pek çok zaman da başarılı olurlar, çünkü o düşünceye karşı çıkmanın yanlış olduğu yılların inancıdır.

Bu normal, hem yıllarla nasıl başa çıkılır ki?

Siyasetçi için siyasi bir mesajın hangi örtü içinde yürütüldüğüne değil, hedefinin ne olduğu her zaman esastır.

Şunu demek istiyoruz;

Politik taraflar bir şekilde inanç haline gelmiş olan düşünceleri savunarak avantaj sağlamaya çalışır. Bu beynin inanması için bir kısa yoldur.

Ünlü faşist diktatör Mussolini, "Modern insan, kandırılmaya son derece elverişli bir yaratıktır" derken akla değil, duygulara dayalı bir ideolojinin işaretini veriyordu.

İnsanların inanmaya yatkınlığı keşfeden Adolf Hitler, "Kavgam" adlı kitabında şöyle der:

Propaganda insanları inandırmak için ölümcül bir silahtır ve hizmet ettiği amaca göre değerlendirilir. Amaç Alman milletinin hayat için mücadelesi olunca da en korkunç silahlar en insani silah haline gelir. Propaganda hitap ettiği zümrede en dar kafalıların dahi anlayabilecekleri bir seviyede olmalıdır.


Nazi döneminde, aynen Orson Welles tiyatro oyunu sonucunda olduğu gibi, insanların arkaik inanma yapısına dayalı pek çok propaganda filmi hazırlandı.

İlk akla gelenler arasında efsane yönetmen Leni Riefenstahl'ın "Olympia" filmi, Hitler'in adeta bir kutsal kişi olarak sembolize edildiği bir önceki Leni Riefenstahl filmi "Triumph of the Will" filmi geliyor.
 

Triumph of the Will (1935).jpg
"Triumph of the Will" (1935) filmi, 1934 Nazi Partisi Konvansiyonunun filme alınmış bir kaydı. Muhtemelen şimdiye kadar yapılmış en güçlü propaganda filmi olan "Triumph of the Will", geçmişe bakıldığında aynı zamanda en dehşet verici filmlerden biri.

 

Düşünün; sizi yönetecek insanları seçeceksiniz. İnsanlar inanmak istedikleri için bahane ararlar, bu açık.

İnanmak aynı zamanda kültürel faktör içerir. Güzel bir fıkra anlatalım konuyla ilgili;

Bir sosyolog, dünyanın çeşitli ülkelerinde kadınlara şu soruyu sormuş:

Kocanızı başka bir kadınla yakalarsanız ne yaparsınız?

Soruya ülkelere göre verilen cevaplar şöyle olmuş:

İsveçli: Neyimi beğenmediğini sorarım.

Rus: Evi terk ederim.

Fransız: Sesimi çıkarmam, sevgilime gider beni teselli etmesini isterim.

İtalyan: Kadını vururum.

İspanyol: Kocamı vururum.

Yunanlı: Her ikisini de vururum.

Türk: Benim kocam yapmaz!


Tamam, fıkra ama Türk'ün "benim kocam yapmaz" mesajının çevirisini yapalım:

İnsanoğlu inanmak ister!

Türkler, belki kültüreldir, daha fazla inanmak ister!

Yeni şirket kuranlar, yeni kurulan her 10 şirketten en az 8'inin battığını bilirler.

Yine de inanmak istedikleri için yeni bir işe başlarlar.

Defalarca seçime girdikleri halde yüzde 1'i bir kez bile geçememiş olan partiler, her bir yeni seçimde kitlenin kendilerini bu kez anlayacağına inanırlar.

Bu nedenle sokaklara posterler asarlar, mitingler düzenlerler.

İnsan inanmak ister. 

Güvendikleri siyasi hareketin hata yaptığını kabul etmez, yolsuzluk yaptığına, rüşvet aldığına inanmaz, kendileri refaha ulaştıracağına sonsuz inanır.

Genel başkanının bir bildiği olduğuna inanır. İktidardaki partiyi destekleyenler ise hükümetin aldığı her kararda devletin âli menfaatleri olduğuna inanır, hata yapacağına ihtimal vermez.

Her başarısızlığın ardında dış güçlerin varlığına inanır. Muhalefetin hep statükocu, gelişimin karşısında olduğuna inanır.

Kendisi gibi düşünmeyen siyasi hareketlerin vatan haini olduğuna inanır. Parti içi demokrasinin varlığına inanır. Partisinin dürüstlüğüne, samimiyetine inanır.

Çünkü beyin inanır. Çoğu zaman da kolay inanır. Bu onun için en kolay seçimdir.


Ben Profesör Doktor Uğur Batı.

Karar Bilimi Uzmanı ve 3 boyutlu düşünce ahtapotuyum.

Ve hepinize şöyle sesleniyorum:

Biz size düşünmeyin demiyoruz, hobi olarak yine düşünün.

Ve büyük düşünün ki seneye de düşünürsünüz!

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU