Osaka’daki Dünya Kupası çeyrek finalinde iki sürpriz takım karşı karşıyaydı. Bir yanda ekonomik krizle bocalayan, yaşadığı büyük depremin yaralarını henüz saramamış, terör cenderesindeki Türkiye; öte yandan Afrika’nın yoksul ülkesi Senegal. İki ülkede de hayat durmuş, yegâne gündem sahadaki yirmi iki adamın ölesiye mücadelesindeydi. Hem Türk Milli takımı oyuncuları hem de Senegal'in siyahi çocukları sahada tüm güçleriyle mücadele ediyordu.
Kıran kırana geçen bir mücadelenin normal süresi olan 90 dakika golsüz eşitlikle bitmişti. O zamanki kurala göre iki yarıdan oluşan 15 dakikalık uzatma bölümünde ‘altın golü’ atan takım bir üst tura yükselecekti. Uzatmaların ilk 15 dakikalık diliminde iki takım da aradığı golü bulamamıştı. Senegalli futbolcular daha güçlü ve dayanıklıydı. Türk Milli takımını sağlı sollu ataklarla bunaltıyordu; ama Şenol Güneş yönetimindeki Türkiyeli oyuncular da sahada futbol oynamıyor, adeta cephede savaşıyordu.
Tuhaf saç şekliyle bir döneme damga vuracak Ümit Davala önünde bulduğu topu sağ kanattan süratle sürükleyerek rakip takımın ceza sahasına ortaladı. Sonraları futbolundan çok özel hayatıyla gündemi meşgul edecek dönemin meşhur forveti İlhan Mansız sağ ayağının iç kısmının biraz üstüyle topa dokunarak Senegalli kalecinin bakışları arasında topu filelere gönderdi.
O an Türkiye’de kıyamet kopmuş, yaşanılan tüm acılar kısa süreliğine de olsa unutulmuştu. Müsabakalar tamamlanıp da dönüş yolunda Milli Takım kafilesini taşıyan uçak Türk hava sahasına girdiğinde hızını alamayan dönemin Ulaştırma Bakanı Oktay Vural F-16 savaş uçaklarını kafileye eskortluk etmesi için havalanması talimatı verdi. İnsanlar kelimenin tam anlamıyla çıldırmış gibi davranıyordu.
Halk, kısa süreliğine de olsa ekonomik krizi, depremde kaybettiği yakınlarını, idam tartışmalarını unutmuştu. Kısa süreliğine futboldan başka bir şey konuşmak yasaklanmış gibiydi. Ülkece hayat realitesine dönmemiz kolay olmadı; bugün hala o anlara tanıklık eden sıradan birçok kişi bu başarıda kendisinin de bir payı
olduğunu düşünerek gurur duymaktan kendini alamamaktadır.
Futbolun insanlar üzerindeki bu denli güçlü tesirini iyi bilen politikacılar tarih boyunca futbolun yalnızca futbol olarak kalmasına asla izin vermemişti. Bu durumun dünya tarihi ve kendi yakın tarihimizde ibret verici sayısız örneği vardır. Tarihteki örneklere yakından baktığımızda bunun yalnızca bir spor dalı olmadığını ve basit bir eğlence vasıtasından daha öte bir anlam taşıdığını görüyoruz.
Mussolini futbolun gücünü kullanmak için Lazio ve Roma takımlarını ele geçirdi
Birinci Dünya Savaşında İtalya aslında galip ülkeler sathında bulunuyordu; ama pastanın adil bir şekilde paylaşılmaması kibirli İtalyan milliyetçilerinin gururunu bir hayli kırmıştı. Bu hayal kırıklığı; İspanya, Almanya ve Portekiz’de olduğu gibi İtalya’da da sağ kesimin bir hayli güçlenerek iktidara gelmesine sebep oldu.
İkinci Duce (‘Lider, önder, baştaki kişi’ anlamında kullanılıyor) olarak tanınan diktatör Mussolini, İtalyan siyasetini kontrolü altına aldıktan sonra spor faaliyetlerine büyük önem verdi. İkinci Dünya Savaşı öncesinde gerçekleştirilen meşhur Berlin Olimpiyatlarında güçlü, kaslı İtalyan erkekleri ve fiziği yerinde İtalyan hanımları özellikle seçilerek dünyaya bir mesaj veriliyordu. Bu tutum faşizm literatüründe bulunan üstün İtalyan ırkını dünyaya gösterme çabasıyla estetiğin sporla harmanlanmasıydı.
Fakat ideolojik bir aygıt olarak Mussolini’nin asıl ilgilendiği spor dalı futboldu. İtalyan halkının gönlünü fethetmek için İtalyanların futbola olan ilgisini kendi lehine kullanacaktı. Aslında 1900 yılında kurulmuş bir takım olan Lazio, Mussolini’nin tam aradığı futbol takımıydı. Öncelikle Lazio bir başkent takımıydı ve aranan misyonu taşıyacak birçok özelliği bünyesinde taşıyordu. 1927 yılında Mussolini taraftarları takımın idaresini ele geçirerek Lazio’ya büyük anlamlar yüklemişti; ama işler istenildiği gibi gitmedi. Juventus, Torino, AC Milan, FC İnter gibi takımlar Lazio’nun ciddi bir varlık göstermesine izin vermedi.
Durumdan bir hayli rahatsız olan Duce, devlet kaynaklarının sonuna kadar lehine kullanılması emrini verdiği bir başka takım daha kurulması emretti. Bu takıma başkent ve kadim imparatorluğun ismi olan Roma adı verildi. “Kara Gömlekliler” olarak tanınan Mussolini’nin sivil destekçileri; Lazio ve Roma’nın maçlarına gidiyor, devlet ise bu takımların başarılı olması için hiçbir fedakarlıktan çekinmiyordu.
Roma’nın kurulmasından sonra ligde umduğu başarıyı büyük oranda sağlayan Mussolini bu alandaki başarısını uluslararası siyasi arenaya da taşımak istiyordu. Bu sebeple 1934 yılında gerçekleşecek Dünya Kupası’nın İtalya’da oynanması için elinden geleni yaptı ve bunda da başarılı oldu.
1934 yılında gerçekleştirilen Dünya Kupası futboldan çok faşizmin propaganda malzemesinin işlendiği bir organizasyona dönüşmesiyle ön plana çıktı. Maçlar öncesi yapılan seremoniler ve faşist politikacıların demeçleri dünyayı dehşete düşürüyordu.
Duce artık İtalyanların gözünde sırtı yere gelmez büyük bir lider İtalyan halkının kahramanıydı. Şampiyon olarak İtalya’ya dönen İtalya Milli Takım futbolcuları siyah gömlekler giyip Mussolini’nin karşısında faşizm selamı durdu; İtalya Milli Takımı ikin kez müzesine götürdüğü Dünya Kupasını Diktatör Duce’ye atfetti.
Dünya kupasında ter döken futbolcular Dünya Savaşı sırasında cephede savaşan askerleri cesaretlendirmek için kullanıldı. Bu futbolcular savaş sırasında İtalyan askerlerine gerçekten inandıklarında neler başarabileceklerini anlatacaktı.
El Clásico olarak bilinen Real Madrid – Barcelona rekabeti Franco’nun eseri
General Franco İspanya İç Savaşı’nı kazandıktan sonra 1936 –1975 yılları arasında İspanya’yı yaklaşık 40 yıl yönetmeye muktedir oldu. Ülkede birlik ve beraberliği tesis etmek için ilk müdahale ettiği alanlardan biri de futboldu. Bunun için kendisine yakın bulduğu başkent takımı Real Madrid’i güçlendirmeye başladı. Franco 1947 yılında Real Madrid için Santiago Bernabéu Yeste ismi verilen devasa bir stadyum inşa ettirerek işe başladı. Real Madrid’e devlet kasasından ciddi katkılar sunularak ülkede iktidarın sembol takımı haline getirildi.
İç Savaş sırasında Franco’ya en büyük direnişi Katalanlar göstermişti. Katalanların en önemli futbol takımı ise FC Barcelona’ydı. Dolayısıyla bu iki takımın mücadelesi savaş sonrası iktidar ile muhalefetin en önemli rekabet sahasına dönüşmüştü. Katalanlar, başkent takımına nazaran daha fakirdi; ama Barcelona başkent takımına göre daha inançlı mücadele ediyordu. Bundan dolayı El Clásico ismi verilen Real Madrid – Barcelona maçları bir futbol müsabakasından çok daha farklı anlamlar taşıyordu.
Öte yandan Franco’nun büyük yatırımlar yaptığı Real Madrid özellikle Avrupa’da büyük başarılar ortaya koydu. Tüm dünyanın kapılarını kapattığı İspanya, Real Madrid ile dünyaya açılıyor neredeyse her yıl kupaları silip süpürerek ülkeye dönüyordu.
Franco için Milli Takım da en az Real Madrid kadar değerliydi. Milli Takım’ın da başarılı olması için elinden geleni yapıyordu, ama 1960 Avrupa Uluslar Kupası Çeyrek Finalinde ülkesinin Sovyetler Birliği ile eşleşmesi kabul edilebilecek bir durum değildi.
Bir İspanyol’un Sovyet Rusya’ya gitmesi ya da bir komünist Rus’un İspanya topraklarına ayak basması Franco rejimi için büyük bir hakaretti. Bu nedenle eşleşmeye itiraz edildi. Avrupa Futbol Komitesi bu itirazı ahlaki bulmadı ve İspanya’yı kupadan eledi. Bu diskalifiyenin gerçekleşmesinden sonra İspanya Milli Takımı büyük yara aldı ve önemli başarılar için bir hayli beklemesi gerekti.
Aslında Franco’nun oynamayı reddettiği Sovyet Rusya’da en az İspanya futbol takımı kadar ideolojik saiklerle donatılmış bir takımdı. Stalin’in gözde oyuncuları kupada politik inançlarla motive edilmişti. Onların başarısı Komünizmin başarısı ve ideolojilerin meşruiyeti olarak görülüyordu. Nitekim İspanya’nın diskalifiye olmasından sonra Sovyet Rusya 1960 yılında finale kadar yükselmiş; ama finalde Fransa’ya elenerek Avrupa Uluslar Kupasını kaybetmişti.
Faşizmin bir başka meyvesi: Benfica Futbol kulübü
Dünya 1939 – 1945 yılları arasında aşırı sağ rejimler tarafından yıkımın eşiğine gelmişti; ama böylesi bir facia bile Avrupa’nın faşizmi bünyesinden kopartıp atması için mümkün olmamıştı. İspanya’daki faşist yönetimin bir benzeri Portekiz’de Salazar iktidarıydı. Salazar, Portekiz’deki idareyi 1932 yılında ele geçirmişti.
İkinci Dünya Savaşı sonrası da iktidarını korumayı başaran Salazar, İspanya faşizminde Franco’nun futbolda elde ettiği başarı ve etkiyi büyük bir hayranlıkla gözlemledi. Salazar bu amaçla Portekiz’de de bir futbol rüyası yaratmaya karar verdi. Bunun için seçtiği takım bugün hala Portekiz’in en önemli futbol takımlarından biri olarak kabul edilen Benfica’ydı.
Ülke kaynaklarının sonuna kadar aktarıldığı Benfica, beklenen başarıyı kısa sürede yakaladı ve bir başka faşist rejimin kulübü olan Real Madrid ile beraber Avrupa futbolunun en önemli takımlarından biri haline geldi ve hatta bugün Şampiyonlar Ligi olarak bilinen Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı müzesine götürmeyi başardı. Benfica’nın bu başarıları Portekiz’de bayram havası estirdi. Salazar umduğunu bulmuş, futbolu ideolojik bir güç aygıtı olarak halkı konsolide ve idare etmek için kullanmıştı.
Elbette futbol yalnızca sağ radikaller tarafından kullanılmadı. Yugoslavya’da Tito, Sovyet Rusya’da Stalin bu oyuna ve halk üstündeki etkisine büyük önem vermişti. Hatta Yugoslavya ve Sovyet Rusya’nın Dünya Kupasında karşı karşıya gelmesi politik bir krize dönüşmüştü. Sovyetler bu karşılaşmayı 2-1 kazanarak Tito’nun Yugoslavya’sını turnuva dışına itmişti; ama karşılaşma öncesi Yugoslavya’nın zaferi iki ülkenin siyasi ilişkilerini ciddi anlamda zedeleyeceği Rus ve Yugoslav kamuoyunda yoğun bir biçimde tartışılmıştı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurduğu futbol takımı: Altınordu
İttihat ve Terakki Partisi iktidara geldiğinde futbolla yakından ilgilenmişti. Osmanlı Devleti’nde futbol hayatında egemenlik; ticaret ve sanat hayatında olduğu gibi gayrimüslimlerin elindeydi. Bu durumu tersine çevirmek ve halkın gururunu okşamak adına 1912 yılında Altınordu Futbol Kulübü kuruldu. 1914 yılında ise bu kulübün başına Devlet Başkanı (Sadrazam) bizzat Talat Paşa kulüp başkanı olarak geçti.
Altınordu Kulübü kurulduğunda Müslüman bir futbol takımı olarak Fenerbahçe Spor Kulübü aslında Altınordu’nun misyonunu fazlasıyla yüklenmiş ve iyi işler de çıkarıyordu. Altınordu kurulduktan sonra da Fenerbahçe’nin önü bir türlü sahada kesilemiyordu. İttihatçıların önde gelen paşaları bu duruma daha fazla seyirci kalamazdı ve harekete geçtiler. Fenerbahçe’nin önemli birçok futbolcusu Altınordu’ya transfer edildi. İkna edilemeyenler ise cepheye savaşmak üzere gönderildi. Gönderilen askerlerin birçoğu hayatını kaybederek şehit oldu.
Bu büyük darbe beklenildiğinin aksine Fenerbahçe’yi yıkmamış tuhaf bir mucizeye vesile olmuştu. İleride Türk futbolunu daha da politikleştirecek bir yıldız olan Zeki Rıza Sporel’in keşfedilmesini sağladı. Oynatacak futbolcu bulamayan Fenerbahçe takımında 14 yaşında forma şansı verilen küçük çocuk Zeki Rıza, kelimenin tam anlamıyla futbol cambazıydı. Küçük Zeki kısa bir süre sonra Türk futbolu ve siyasi tarihimize damgasını vuracaktı.
Ligde üst üste beş yıl şampiyon olan Altınordu’nun ömrü İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarı kaybetmesiyle bitmiş, Fenerbahçe ipleri tekrar ele almıştı.
İstanbul’un İşgaline direnmeyen halk bir futbolcunun tutuklanmasıyla galeyana geldi
İstanbul’un işgal altında bulunduğu süreçte işgal komutanı Harrington’un şerefine bir futbol müsabakası düzenlendi. Bu müsabakada Birleşik Krallık askerlerinden oluşan takıma karşı Fenerbahçe maç yapacaktı. Fakat bu durum işgalci komutanları tedirgin etti; çünkü Fenerbahçe ve en önemli futbolcusu Zeki Rıza Sporel durdurulamıyordu. Fransız ve İngilizlerden kurulan birçok takımı mağlup eden Fenerbahçe işgal altında kötü muameleye maruz kalan İstanbulluların izzet-i nefsini yeniden toparlamıştı.
Duruma müdahale eden işgalci İngiliz komutanlar Anadolu’ya silah gönderdiği iddiasıyla Fenerbahçe’yi kapatmak ve Zeki Rıza’yı tutuklamak için harekete geçti; fakat İngilizler beklemedikleri bir tepkiyle karşılaştı. İstanbul ahalisi sokaklara dökülerek durumu protesto etti. İşgal karşısında dahi böyle bir tepki göstermemiş İstanbul halkı, komutan Harrington’u da bir hayli şaşırttı. Protestolar sonrası Fenerbahçe kapatılmadı ve karşılaşma gerçekleşti. Tarihi maçı Fenerbahçe Zeki Rıza’nın attığı gollerle 2-1 kazanarak Harrington Kupasını müzesine götürdü. Sonraları bir yangında bu kupa kayboldu.
Bir kahramana dönüşen Zeki Rıza’nın sonrasında başına gelenler de bir hayli dramatiktir. Zeki Rıza; Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün iltifatlarına mazhar olmuş ve mücadelesiyle birçok ödüle layık görülmüştü. 1946 yılında yapılan seçimlerde Demokrat Parti’den milletvekili olarak meclise girmesi ise başına büyük bir felaketlerin gelmesine sebep oldu; çünkü CHP, Zeki Rıza’nın vekilliğini asker kaçağı olduğu gerekçesiyle düşürdü. Oysa Millî Mücadele’ye manevi anlamda büyük katkı verdiğini herkes çok iyi biliyordu.
Sayısız örnekle durumu zenginleştirmek mümkün; fakat örneklerin ışığında görüyoruz ki tarihte futbol asla futbol olarak kalamamıştır. Yakın tarihte Fenerbahçe kulübü eski başkanlarından Aziz Yıldırım’ın tutuklanması, tribün liderlerinin yer altı dünyasındaki faaliyetlerinin bilinmesine rağmen bir çeşit dokunulmazlık zırhına sahip olması ülkemizdeki duruma örnektir.
Öte yandan futbol uluslararası arena da siyasi bagajını küresel kapitalizmin hinterlandına terk etmiştir. Büyük Avrupalı takımlar zengin iş adamları tarafından satın alınırken futbolcular ve takımlar siyasi bir manadan ziyade küresel bir meta olarak pazar piyasasına sunulmaktadır. Bu durum takımlar arasındaki rekabeti ‘ezeli’ olmaktan çıkartırken FIFA ve UEFA gibi kuruluşlar, takımları milli duygularından arındırarak daha enternasyonal liglerin kurulmasına uğraşmaktadır.
Son yıllarda Türk Milli takımımızda prim tartışmalarının gölgesinde aslında yeni dönemin genel eğilimlerinin kurbanı olmuştur. 2016 Avrupa Şampiyonası süreci ve sonrasında Türk futbolcuların milli takım primlerinin ödenip ödenmediği tartışmaları “altını olan kuralı koyar” düsturunun hâkim olduğu yeni futbol endüstrisinin bir sonucuydu; bu gelişmeler hala 2002 Dünya Kupası’nda hissettiği duygularla Milli Takıma yaklaşan Türk halkında büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı.
Bu da küresel anlamda politik işlevini büyük ölçüde yitiren futbolun Türk halkı için önemli ideolojik bir aygıt olarak gücünü hala koruduğunu gösteriyordu.
Oysa futbol günümüzde rejimlerin ve politik liderlerin değil, pazar ekonomisinin önemli bir aygıtı olarak küreselleşmiştir. Dolayısıyla olduğundan daha fazla anlamlar yüklemek bu denli duygusal hayal kırıklıklarının da büyük olmasına sebep oluyor.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish