En güzel sözün sahibi arifler dediler ki:
Coğrafya, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi ve tarih de insanın tabiat üzerindeki gölgesidir.
Değil mi ki coğrafya ile tarih arasında insanoğlunun hayatı deveran eder, milletler ve toplumlar ortaya çıkar.
Medeniyetler yükselir, nesiller birbirini izler; bunlar bazen iş birliği yapar, bazen de çatışır.
Özellikle kaderle tayin edilen ve değiştirilmesi mümkün olmayan coğrafi sınırların birbirine bağladığı ülkeler arasında huzur onlarca yıl yaşar, gam yüzyıllar boyu…
Bu noktada tarih, bu komşulara dair bir soru ortaya koyuyor:
Bu coğrafi komşuluk onlara rağmen asırlar boyunca süren, sanki görülebilir bir zamanda takdir edilmiş ve taşa işlenmiş bir kader gibi gözüken ve onları Sisifos'un ne duran ne de sona eren düşmanlık çemberine iten bir nevi intikam mı üretiyor?
Tarih; coğrafyanın komşu ve tarihin düşman kıldıkları arasında savaşın yolları ve barışın sonuçları hakkında da ciddi ve derin sorular sorduruyor:
Aralarında barış zor ele geçen bir şey mi?
ABD'li yazar Robert D. Kaplan, 'Coğrafyanın İntikamı: Yaklaşan Çatışmalar ve Kaderle Savaş Hakkında Harita Bize Neler Söyler' adlı muhteşem kitabında (Küre Yayınları, 2022) bize coğrafyanın etkilerini; sınır çatışmaları ve kaderin tayiniyle komşu olanların tehditleri ortadan kalktığında nasıl müreffeh bir hayat sunduğunu ya da tam tersi olduğunda, yani bazısı sınırlarında yaşayan ve onlara düşmanca yaklaşan devletler ve halklar yüzünden yüzyıllardır inatçı düşmanlıklara maruz kalan milletlerin ve halkların başına nasıl kalıcı bir bela olduğunu anlatıyor.
Kaplan, ünlü İngiliz askerî tarihçi Sir John Keegan'ın şu sözünü aktarıyor:
ABD ve Birleşik Krallık, özgürlükler alanında öncü konumundaysalar bu sadece, deniz onları karaya bağımlı özgürlük düşmanlarından koruduğu içindir.
Bundan hareketle 20'nci yüzyılın ortalarında Kıta Avrupa'sında görülen ve Amerikalıların bu konuda kendilerini her zaman Avrupa'ya üstün hissettikleri askerî eğilimin ve pragmatizmin, nasıl doğal özelliklerden değil de coğrafyadan kaynaklandığını anlayabiliriz.
Rekabet halindeki ülkeler ve imparatorluklar, kalabalık bir kıtada birbirine bitişik halde kaldı.
Avrupa ülkeleri, askerî hesaplarında bir hata meydana gelmesi halinde asla denizlerin arkasına çekilemedi. Dolayısıyla dış politikasını uluslararası ahlaka odaklayamazdı.
Ayrıca İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra tek seferde Amerikan hegemonyasına düşene kadar birbirlerine karşı iyi bir şekilde silahlanmaya devam ettiler.
Bu girizgâh bizi şu soruyu sormaya sevk ediyor:
Doğal coğrafya insanların çatışmalarına mı yol açıyor yoksa insanca yaşam isteği ve barış arayışı, tabiri caizse kaderle tayin edilmiş komşuluk krizlerini aşabilir mi?
Taşın dayatması ve insanların iradesinin ürünü olan çatışmalar
Coğrafyanın, tarih boyunca insanoğlu için pranga haline gelmiş bir laneti var mı?
Cevap kaçınılmaz olarak bizi, belirli nimetler nüfus için bir tehdit oluşturduğunda ve bu durum onları coğrafi komşularıyla sürekli bir savaş durumuna soktuğunda 'coğrafyanın laneti' olarak adlandırılan şeye derinlemesine ve uzun uzun bakmaya sevk ediyor.
İlk göçebelik aşamalarında insanlık; mera, ot ve sular konusunda çatışmalar yaşadı. Sonra bunlar art arda tırmandı ve modern kaynakların en önemli doğal kaynakları, özellikle de petrol, gaz ve diğer enerji kaynakları üzerine yaşanan çatışmalara kadar vardı.
Belirli ülkeleri ve toprakları işgal eden sömürgeci güçlerin sebep olduğu ve bazısı bir veya iki yüzyıl süren çatışmalar var.
Bunun yanı sıra komşu ülkeler arasında, ilgili topraklar üzerinde mutlak bir mülkiyet hakkı inancına ve üstünlük anlayışına dayalı emperyalist bir düşünceden ve silahlı saldırı bağlamında ileri sürülen tarihî gerekçelerden hareketle yaşanan çatışmalar da mevcut. 1989 yılında Irak'ın Kuveyt devletine yönelik hamlesi, bu yönelimin en güzel örneğidir.
Şu an Rusya ile Ukrayna arasında cereyan eden kanlı çatışma da gözlerden kaçmayabilir.
Bu çatışma, Rusya'nın Ukrayna toprakları ve özellikle de Kırım yarımadası üzerinde tarihî hakkı olduğu söyleminden çıktı.
Komünist lider Josef Stalin'in Ukraynalılara bağışlamış olduğu bu toprakları sonra Vladimir Putin çıkıp geri almıştı.
Bugün de Ukrayna, dünya için nükleer bir çatışmaya da mal olsa bu toprakları bir şekilde geri kazanmaya çalışıyor.
Burada şunu merak ediyoruz:
Kaderin komşu kıldığı taraflar arasındaki çatışmalar, coğrafyanın emri mi yoksa tarihin gerekliliği mi?
Coğrafyanın tarihi şekillendirmedeki önemini kavramak ile bu gerçeğin altını çizmede aşırıya kaçmanın tehlikesini nasıl ayırt edebiliriz?
Şundan emin olabiliriz ki 2003'te ABD ve Birleşik Krallık tarafından Irak'a yapılan müdahalenin ilk yıllarındaki felaket, realistlerin 1990'larda idealistler tarafından küçümsenen söylemini güçlendirdi.
Bu söyleme göre coğrafya, tarih ve kültür mirası, herhangi bir yerde yapılabileceklere gerçekten de sınırlamalar getiriyor.
Bundan hareketle kader yoluyla komşu olanların çatışmalarının, coğrafyanın doğası ve insanlarla alay etmesi ile insanların ideolojilerinin, görüşlerinin ve inançlarının bir karışımı olduğu kesin olarak ifade edilebilir.
Öyleyse manzara taşın dayatması ve insanların iradesinin bir araya gelmesinden doğmuş gibi görünüyor…
Bunun örnekleri var mı?
Kadere dayalı ikilikler ve coğrafi çatışmalar
Çağdaş tarih, kaderin tayiniyle komşu olanların meseleleri ve onların bazen varlık sorunu olmaya yüz tutan anlaşmazlıklarıyla dolu. İlginç olan bu anlaşmazlıkların Doğu-Batı sınırlarında durmaması, Arap-Acem (Arap olmayan) ayrımı yapmamasıdır.
Coğrafyanın laneti kaçınılmaz bir gerçeklik ya da taşa kazınmış bir kadermiş gibi, ırkların ve dinlerin de üzerinden atlıyor.
Mesela Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra Yugoslavya'nın da dağılmasının bir ürünü olan Kosova devletinin yakın zamanda yaşadığı olayı ele alalım.
Birleşmiş Milletler içinde Kosova devletini tanıyan yaklaşık 80 ülke var. Bununla birlikte ona bitişik sınır komşusu olan Sırbistan, Kosova'yı tanımayı reddediyor ve ona 'Kosova ve Metohiya Özerk Bölgesi' adını veriyor.
Bu reddediş, belirli bir tarihî anda, uluslararası koşulların da müsait olması halinde kanlı bir çatışmanın patlak vermesine yol açabilecek derin tehlikeler barındırıyor. Zira közler, küllerin altında bekliyor.
On yıllar boyu devam eden ve halihazırda uluslararası bir tıkanıklık hali yaşatan komşu davalarından biri de Tibet meselesi.
Pekin'in, Çin Halk Cumhuriyeti'nin ayrılmaz bir parçası olduğunu ve MS 13'üncü yüzyıldan beri de ona bağlı bulunduğunu söylediği bu topraklarda bir sınır çekişmesi yaşanıyor.
1950 yılından sonra, özellikle Dalay Lama'nın Çin tarafından önerilen ve Çin'in egemenliğini tanıma karşılığında Tibet halkına özerklik hakkı tanıyan bir sözleşmeyi reddetmesinin ardından çatışma yeniden alevlendi.
Tibet'te her geçen gün bağımsızlık çağrısı yapan ayrılıkçı hareketler başlatılıyor. Gelgelelim bu hareketler, 1989 yılında Tiananmen Meydanı katliamında olduğu gibi, Çin'den gelen şiddet ve zulümden başka bir şey bulamıyor.
Coğrafi komşular arasında yaşanan ezeli çatışmaların örneklerinden bir diğerini de Batı Sahra'da görüyoruz. Bu bölge, BM tarafından 'kendi kendini yönetemeyen bölgeler' listesine dahil edildi.
Bununla birlikte Fas devleti ile bölgeyi yöneten ve küresel tanınırlığı sınırlı olan Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti arasında bu bölge üzerine yaşanan çekişme sürüyor.
Fas ile Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti arasındaki savaş, 1991 yılında BM, ateşkes müzakereleri ilan edip, toprakların üçte ikisinde Fas'a egemenlik ve kalan üçte birini Cezayir'in desteğiyle Sahra Cumhuriyeti'nin yönetimine verene kadar sürdü.
Ancak çekişme, ateşkesle sona ermedi. Zira 37 ülke Batı Sahra Cumhuriyeti'ni tanıdı ve hatta Afrika Birliği'ne üye oldu.
Buna karşılık Arap Devletleri Ligi (Arap Birliği) ve Afrika ülkeleri de Fas'ın Sahra'yı yönetme hakkını destekledi.
Elbette Fas hükümeti, Afrika Birliği'nin Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti'ni tanımasından hoşnut olmadı.
Bu yüzden Birliğe üyeliğini geri çekti. Sahra, iki taraf arasında tartışmalı bir bölge olma özelliğini sürdürüyor.
Kader yoluyla komşu olan halkların, zorlu coğrafyalarda zamansal bir labirent gibi görünen sorunlarını çözmeleri için tek alternatif, savaşlar ve askerî çatışmalar mı yani?
Gelin, cevabı araştırmanın daha sonraki bir aşamasına bırakalım ve Kuzey Amerika ile Güney Amerika arasında kader yoluyla komşu olanlar ve aralarında yaşanan ve yaklaşan çatışmalar üzerinde duralım.
Teksas ve iki Amerika arasındaki ezeli çatışma
Kuzey Amerika ile güney komşusu arasında kaderin tayiniyle komşu olanların krizinden bahseden en iyi fikir adamlarından biri, 1893-1943 yılları arasında yaşayan Nicholas Spykman'dir.
Hollanda asıllı ve ABD kökenli bu meşhur jeostratejist, ABD Dışişleri Bakanlığı'ndaki klasik gerçekçi ekolün kurucularından biri kabul edilir.
Spykman'e göre ABD, büyük bir güçtür. Zira Batı Yarım Küre'ye egemen kutuptur. Ayrıca Yeni Dünya dışında yürütülen faaliyetlere ayıracak yeterli gücü de var ki böylece Doğu Yarım Küre'nin dengesinde de etki sahibi olabiliyor.
Kuzey Amerika'nın coğrafi varlığı, kıtanın güney kısmını ezeli sınır çatışmasından korudu mu?
1846'da başlayıp 1848'de bir ön zaferle sonuçlanan Meksika-ABD savaşının tarihini incelemek lazım.
Bu savaş, yirmi yıl boyunca biriken anlaşmazlıkların bir patlamasıydı.
Kriz, 1835 yılında Teksas bölgesi, Meksika hükümetine karşı isyan edip, 1836 yılında Teksas Cumhuriyeti'ni ilan ettiğinde başladı.
Teksas, ABD'nin bir eyaleti haline geldikten sonra güneybatı sınırının Rio Grande Nehri olmasını talep etti. Ancak Meksika, bu talebe itiraz etti.
Aynı şekilde ABD'li vatandaşlara tazminat ödemeyi veya ödeme yerine daha sonraki herhangi bir topraktan vazgeçmeyi de reddetti.
Washington, Teksas'ın güney sınırlarının Rio Grande olduğunu iddia ederken Meksika ise sınırları Nueces Nehri'nde tutmak istiyordu.
ABD Kongresi, 13 Mayıs 1846'da savaş ilan ederken, Meksika da aynı ayın 23'ünde savaş ilanı yaptı.
General Winfield Scott ve kuvvetlerinin kesin bir askerî işgalle Meksika'ya girip başkent Mexico City'yi işgal etmesi üzerine çatışmalar fiili olarak Ekim 1847'de durdu.
Bu savaş, kaçınılmaz bir coğrafi gereklilik miydi yoksa yeni oluşan Amerikan gücünün üstün iradesi mi?
Azımsanmayacak sayıda tarihçiye göre bu mesele, güçlü bir devletin zayıf bir başka devlete yönelik bir saldırısıydı. Bu saldırı, daha sonra etkileyici sonuçlara yol açtı.
Zira 1848 Guadalupe Hidalgo Antlaşması'yla ABD, Meksika'dan şu toprakları satın aldı: Kaliforniya, Nevada, Utah; Arizona ile New Mexico topraklarının büyük bir kısmı ve Colorado ile Wyoming'in bir kısmı.
Zamansal ve mekânsal sonuçlar, Teksas çekişmesine son verdi mi?
Derin düşünmeye davet eden bir şey var ki o da geçtiğimiz mart ayında Teksaslı Cumhuriyetçi Senatör Bryan Slaton'un, Teksas eyaletinin ABD'den bağımsız olup olamayacağını yoklamak için bir referandum gerektirebilecek bir yasa tasarısı sunmuş olmasıdır.
Teklif onaylanırsa şayet, ABD'den ayrılma yönündeki tercihin ortaya konması için bir oylama tarihi belirlenecek.
Senatör Slaton'un sosyal medya platformu X'te (eski adıyla Twitter) yayınladığı yasa tasarısı resmî olarak 'Teksas Bağımsızlık Referandumu Yasası' başlığını taşıyor.
Bu yasa tasarısı parlamentodan geçerse ne olur?
Bu, başka eyaletlerin ayrılmasına yol açacak bir emsal teşkil edilebilir; özellikle de zaten diğer eyaletlerden bağımsız olmaya çalışan Kaliforniya'nın… Ki bu mevzu zaman zaman gündeme gelip gündemden düşüyor.
ABD bu sefer sadece kader yoluyla komşu olanların değil, aynı zamanda birçok kişinin, 1990'ların başında Sovyetler Birliği'nin başına gelen dağılma senaryosunun aynısını yaşamasını beklediği devletin bizzat kendi unsurlarının da çatışması için dolmuş coğrafi vadelerle mi karşı karşıya?
Slaton, sosyal medya platformu X'te şu paylaşımda bulundu:
Teksas anayasasına göre tüm siyasi yetkiler halka aittir. Haklarımızın ve özgürlüklerimizin onlarca yıl federal hükümet tarafından sürekli ihlal edilmesinden sonra şimdi Teksaslıların seslerini duyurmasına izin vermenin zamanı geldi.
Slaton, 2021 yılında da Cumhuriyetçi arkadaşları Kyle Biedermann ve Jeff Cason ile benzer bir yasa tasarısı sunmuştu.
Bu isimler o dönemde söz konusu yasa tasarısının bir ayrılık projesi olmadığı, ancak bu düşünceye dair bir diyalog başlatmayı hedeflediği konusunda uyardı.
Her halükârda Teksas'a ve bağımsız bir devlet olarak durumunun yeniden teyit edilmesi ihtimaline dair referandumun yapılacağı 7 Kasım 2023'e kadar beklemek gerekebilir.
Kesin olan şu ki Teksas halkı kabul etsin veya etmesin fark etmez, coğrafya ve onun tarihle bağlantısına dair konuşmalar, Birliğin durumu konusunda uyku kaçırmaya devam edecek.
Çok sayıda güvenilir Amerikalı analist, bir tür yıkıcı iç savaş öngörüyor. Böyle bir iç savaş, otuz yıl önce dünyanın kuzeydoğusunda yaşananlardan daha şiddetli ve korkunç bir hale gelebilir.
Kadeş'ten Camp David'e barış görüşmeleri…
Tarih bize ezeli komşuların, bazıları uzun süren ve kan dökülmesiyle sonuçlanan çatışmalarının haberlerini taşıyor.
Ama aynı tarih, aklın hâkim kılındığı ve ne kadar uzarsa uzasın savaşların krizleri sona erdirmeyeceğinin farkına varıldığı anları da içeriyor.
Bu farkındalığa varan birçok millet ve halk, silahlı çatışma zamanlarından kurtulma umuduyla barışçıl anlaşmalar yoluna girmeyi tercih etti.
Bahsettiğimiz barış anlaşmalarının birçoğunun tarihine erişilebilir. Bunların başında insanlık tarihindeki ilk barış anlaşması olan Kadeş Anlaşması geliyor.
Bu ilk yazılı belge, milattan önce 1258 yılında Mısır İmparatorluğu ile Doğu Asya bölgelerinde ve günümüz Türkiye'sinde varlık gösteren Hitit halkları arasında imzalandı ve o dönemde Suriye topraklarında olduğu gibi Mısır'a bağlı coğrafi bölgeler ile Hititler arasındaki silahlı çatışmalara son verdi.
Üç bin yıldan fazla bir süre önceki Kadeş ile 1979 yılında Mısır ile İsrail arasındaki silahlı çatışmayı sona erdiren ve iki kader komşusu arasında kırk yıl sürmüş dört savaşa son veren Camp David Sözleşmesi arasında insanlık, farklı halklar arasındaki coğrafi kader savaşı dönemlerini bitiren barışçıl iradelere tanık oldu.
Tanınmış Amerikan dergisi The National Interest, Eylül 2019'da çıkardığı sayısında dünyanın çehresini değiştiren beş barış anlaşması hakkında bir araştırma yayımladı. Bu anlaşmalar, tarih sırasına göre şöyle özetlenebilir:
Kaderin coğrafya ve topografya bakımından birbirine komşu kıldığı iki ülke Portekiz ile İspanya arasında imzalanan 1494 Tordesillas Antlaşması.
Bu anlaşma, dönemin etkili ve soylu Roma Papası Alexander Borgia gözetiminde gerçekleşti. İlginç olansa bu anlaşma, sadece ortak sınır toprakları için geçerli olmayıp, Avrupa dışında yeni keşfedilen toprakları da kapsıyordu.
1648 Westfalya (Westphalia) Barışı, Katolikler ile Protestanlar arasında dinî bir çatışma yüzünden patlak vermiş 30 yıllık bir savaşı (1618-1648) bitiren ve Avrupa kıtasının çehresini değiştiren en önemli barış anlaşmalarından biri kabul edilir.
Vestfalya Barışı, kaderin isteğiyle komşu olan Avrupa ülkelerinin krizlerini sona erdirmekle kalmadı. Nitekim bu anlaşmanın etkisi, dünyanın geri kalanına da ulaştı.
Bu anlaşma, dünya düzeninin en önemli ilkelerini oluşturması ve yanındaki ülkeye komşu her ülkenin haklarına, topraklarına ve mülkiyetine saygı çağrısı yapmasıyla tanınıyor.
1783 Paris Antlaşması, ABD'nin imzaladığı en eski anlaşmadır ve halen yürürlüktedir. Amerikan Devrimi'ne son veren bu anlaşma, ABD'yi modern görünümüne kavuşturdu.
Anlaşma, ABD ile Birleşik Krallık arasında, yeni keşfedilen Amerikan topraklarında, yani doğuda Atlantik'ten batıda Pasifik Okyanusu sınırlarına kadar çok büyük bir alana sahip olmasına rağmen bütün bir toprak parçası teşkil eden ülkenin vatandaşları arasında yaşanan savaşı sona erdirdi.
Birleşik Krallık yetkilileri, anlaşma imzalayıp güçlü ve başarılı bir Amerikan devletinin ortaya çıkmasını ve böylece vakti gelince Fransızlara karşı kendilerine destek olmasını tercih etti.
Viyana Kongresi (1814-1815) çalışmaları, Napolyon döneminde Avrupa ülkeleri arasında patlak veren birçok anlaşmazlığa son verdi.
Kongrenin faaliyetleri sonucunda Avrupa kıtasının siyasi haritası yeniden çizildi ve bu esnada 1814 Paris Antlaşması başta olmak üzere birçok anlaşma imzalandı.
1919 Versay (Versailles) Antlaşması, insanlığın tanık olduğu ilk dünya savaşının perdesini indirdi. Batılı İtilaf Devletleri ile Almanya arasında imzalanan bu anlaşmanın yanı sıra, kaybeden ülkeler Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğu bakiyesi ile ayrı ayrı anlaşmalar da imzalandı.
Bu, insanların barış içinde bir arada yaşamasının mümkün ve arzu edilir olduğu anlamına mı geliyor?
Kaderin tayin ettiği coğrafi çatışmaların kaçınılmaz olması, ezeli ve ebedi olmayan bir kabul mü yani?
Barışçıl iradeler mevcut olduğunda bu çatışmalara bir son verilebilir mi?
Barış içinde bir arada yaşama, yok olmanın değil, hayatta kalmanın bir yoludur
Gariptir ki barış içinde bir arada yaşam kavramı, Sovyet kökenlere sahiptir. Nitekim bu kavram, Sovyet lider Stalin'in ölümünden ortaya atan Sovyet lider Kruşçev'e atfedilir.
Bu politika; ideolojik görüş çeşitliliği fikrinin kabulü ve uluslararası meselelerde Doğu-Batı kampları arasında anlaşma esasına dayanıyordu.
Aynı fikir, tüm dinlere kendi aralarında barış içinde yaşama ve milletler arasında diyalog, anlayış ve iş birliği dilini teşvik etme çağrısı da yapıyordu.
Çok geçmeden barış içinde bir arada yaşam, dünya halklarının pek çoğunda karşılık bulan bir istek haline geldi.
Soğuk Savaş'la geçen kırk yıl da ne galibin ne de mağlubun olduğunu ve bu ikisi için herhangi bir nükleer savaşla sonuçlanabileceğini kanıtladı.
Aynı şekilde 20'nci yüzyılın ikinci yarısındaki büyük geleneksel savaşlarla da silahın çatışmaları bitirmeyeceği, aksine kalıcı ve kapsamlı bir barışa varmak için adaletin gerçekleştirilmesi gerektiği sonucuna varıldı.
Barış içinde bir arada yaşamın farklı düzeyleri olduğunu söylemeye gerek bile olmayabilir.
Bu barış, siyasi ve sosyal düzeyde başlar ve bu düzey gerek bölgesel gerek uluslararası çerçevede farklı türden gruplar arasında çıkabilecek herhangi bir çatışmayı ve anlaşmazlığı azaltan ve önleyen toplumsal adaletin sağlanmasında durur.
Ekonomik, kültürel ve dinî düzeyleri de vardır ve bunların hepsi de ötekinin kabulü, hukuka saygı, kamu yararının tercih edilmesi ve olumluluk, otorite ile vatandaşlar arasındaki güvenin güçlendirilmesi başta olmak üzere barış içinde bir arada yaşam değerlerinin teşvik edilmesi doğrultusunda ilerler.
Sonuç olarak?
Taşa kazınmış bir kader yok. Güçlü bir insan iradesi ve barışçıl makul yönelimler olduğu takdirde milletler ve halklar, 'kaçınılmaz çatışma' sendromunu aşıp, varoluş ruhu içinde 'barış içinde bir arada yaşamaya' ikna olabilirler.