Değişen dünyada Araplar

Yeni bir zihinle yeni bir oluşuma doğru hızla ilerleyen dünyada revizyon acil bir ihtiyaç haline geldi

Fotoğraf: AFP

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dünya eşi görülmemiş bir siyasi, ekonomik ve kültürel duruma girdi. Afrika ve Asya'da İngiliz ve Fransız sömürgeciliğinin gerileyişi başladı.

Mihver devletlerine karşı ittifak yapanlar arasında yeni bir küresel çatışmanın rüzgarları esti.

Bağımsızlığını kazanan ve kendilerine ulusal oluşumlar kuran Arap ülkelerinin mali ve eğitimsel imkânları kısıtlıydı ve bu ülkeler için Arap Birliği adı altında bölgesel bir teşkilat kuruldu.

Bu yeni rejimlerin tamamı monarşi yönetimleriydi ve bölge, Suriye ve Lübnan dışında cumhuriyetçi rejimlerin ilanına şahit olmadı.

20'nci yüzyılın başında ulusal ideolojik eğilimler baş gösterdi ve Araplar da bu yeni doğan eğilimden nasibini aldı.

Turan milliyetçiliği soluğuyla bir Türk reform hareketi başladığında, Osmanlı ordusundaki bazı Arap subaylar da Arap milliyetçiliği çağrısı yapmaya başladılar.

Bir Arap ulusal hareketi örgütlemeye koyuldular ve birçoğu Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Arap devrimi olarak bilinen harekete katıldılar.

Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'ndaki yenilgisinden sonra İngiltere ve Fransa, bazı Arap ülkelerine vesayetlerini veya manda ve sömürge yönetimlerini dayattılar.

Faşistler İtalya'da iktidarı ele geçirmeyi başardılar. Naziler iktidarı zorla ele geçirdiler ve mensubu oldukları Ari ırkının diğer ırklara üstün olduğu bahanesiyle şiddetli bir ayrımcı ırkçı politika dayattılar.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bağımsızlıklarını kazanan Arap ülkelerinde, benzeri görülmemiş meydan okumalar ortaya çıktı ve bunların başında da bağımsız ülkelerdeki yeni siyasi oluşumun yapısı, meşruiyeti ve yasaları geliyordu.

Sosyal ve dini miras, zayıf ekonomik durum ve bir siyasi modelin olmayışı, yani yeni oluşumda "devlet"in temel direkleri aktif bir varlığa sahipti.

Arap Birliği sloganı, Avrupa'nın İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında tanık olduklarından etkilenen ideolojik bir akım tarafından gündeme getirildi.

Arap Sosyalist Baas Partisi, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı başlatılan Arap devriminden sonra doğan ilk partiydi ve Maşrık'ta (Levant) bir Arap oluşumu kurmayı umuyordu.

1948'deki Filistin Savaşı, yeni Arap oluşumlarının kırılganlığını açığa çıkardı. Doğu ile Batı arasındaki Soğuk Savaş, Arap ülkelerinin kapılarına kadar ulaştı.

Bölge, dikenlerle dolu bir labirentin içine girdi. Genç subayların hülyalı vaatlerle süslü sloganlar atarak iktidarı ele geçirdikleri askeri darbeler yaşandı.

Hür Subayların Mısır'da iktidara gelmesi tüm Arap bölgesinde etkisini gösteren bir olay oldu ve bunu Irak, Suriye, Yemen, Sudan, Cezayir ve Libya'daki darbeler izledi.

En sıkıntılı soru, daha önce devlet denen oluşumun kurulmamış olduğu ülkelerde "Devlet nasıl yönetilir?" sorusuydu.

Bu soru hep var olan bir tehlike çanı oldu. Gelişmekte olan bağımsız devletlerden bazıları, özellikle monarşik Mısır ve Irak ile cumhuriyetçi Suriye ve Lübnan çoğulcu, çok partili, liberal modeli benimsedi.

Ancak bu ülkelerin çoğunda meydana gelen askeri darbeler bu liberal modeli ortadan kaldırdı ve tek adam yönetimiyle sonuçlanan, tek parti yönetimini yerleştirdi.


Devlet, tüm dünya için yeni bir oluşumdu. Uzun insanlık tarihi boyunca "devlet" kavramının geçerli olduğu rejimler kurulmamıştı, bunun yerine "devlet"in otoritesi egemen olmuştu.

Romalılar, dünyanın büyük bir bölümünü kontrol eden güçlü bir silahlı kuvvetti.

Aynı şey, farklı unvan ve isimlerle Arap İslami otorite için olduğu gibi, doğu, batı, kuzey ve güneyde dünya ülkelerini aşan tüm otoriteler için de geçerli.

Bu otoriteler yönetilenleri önemsemezdi, altyapı ve eğitime, bir yargı sisteminin kurulmasına ne doğrudan ne de dolaylı olarak halkın ülke işlerinin yönetimine dahil edilmesine önem vermezdi.

Bir ülkenin, diğer ülkelerdeki otoriter güçlerin saygı duyacağı sınırları yoktu. Silah, otoritelerin sahadaki varlığının haritasını çizen yasaydı.


"Devlet" sorusu, Aydınlanma çağında Avrupa ve ABD'deki savaşlar döneminde ortaya çıktı.

Elbette, antik Yunan dönemlerinde bu kavram hakkında çok şey yazıldı, ancak kuralları ve çalışma zemini formüle edilmedi.

Filozoflar Thomas Hobbes ve Baruch Spinoza, bu varlığın muharrik unsurları ve dayanaklarının temelleri konusunda aralarında büyük ihtilaflar olsa da devlet varlığının kaçınılmazlığına dair derin bir görüş sundular.

Jean-Jacques Rousseau, Auguste Comte ve diğerleri gibi birçok filozof önemli fikri içtihatlarda bulundular.

Uzun, ölümcül savaşlardan sonra, büyük Avrupa ülkeleri 1648'de ulus-devlete doğru önemli bir adım teşkil eden Vestfalya Anlaşması üzerinde uzlaştılar.


Arap ülkelerine dönecek olursak, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra, zeminde bir pratik devlet kavramı şekillenmedi ve otorite, sosyal varlığın tüm yönlerinde hâkim güç olarak kaldı. Otorite, toplumda var olan ve etkisi olan her şeyi kendi yararına kullandı.

Din, miras, kabile, zenginlik ve kültür, insanlar dahil olmak üzere ülkede her şey üzerindeki mutlak polis devleti kontrolüne hizmet etmesi için kullanıldı.

Afrika, Asya ve Latin Amerika'daki birçok ülke, hayal ve ideoloji güdümlü çatışma ve kan dökmelerle dolu gergin ve sıcak aşamalardan geçti.

Ama sonunda ülkelerin sloganlarla ve büyük hayallerle kurulmadığını anladılar. Gelişme, Aydınlanma ve Rönesans'ta en hızlı olan, kanlı savaşlar yaşayan Avrupa kıtasında oldu.

Napolyon Bonapart, Fransız Devrimi ideolojisini silah zoruyla empoze etmek istedi ve sonu hezimet oldu.

Adolf Hitler ırkının üstünlüğünü Avrupa kıtasına ve dünyaya silah zoruyla kabul ettirmek istedi ve sonu intihar oldu.


Bugün federal bir yapı içinde birleşen Avrupa, ideoloji, liderlik ve ulus-ötesi güç olma hırsları yanılsamalarından uzakta, herkesin ekonomik ve politik tercihlerine saygı duyma ve ekonomik iş birliği temelinde geçen yüzyılın 50'li yıllarında bir araya gelmeye başladı.

Uluslararası Rus Marksist komünist ideoloji, İkinci Dünya Savaşı sırasında Doğu Avrupa ülkelerini kontrol altına alınca onları sömürgeye dönüştürdü.

Buna karşılık Batı Avrupa ülkeleri siyasi tercihlerini Amerikan koruması altında özgürce uyguladılar.
 


Arap Sosyalist Baas Partisi komşu Suriye ve Irak'ta yönetime geldi. Sloganlarından ilki, aralarında oluşturamadıkları birlikti.

Hatta aralarında birlik yerine düşmanlık oluştu. Saddam Hüseyin, Ahmed Hasan el-Bekir ile Hafız Esed arasındaki anlaşmanın kendisini bir kenara iteceğini anlayınca el-Huld üssü katliamını gerçekleştirdi, Irak Baas Partisi liderlerini öldürerek iktidarı tekeline aldı.

Baas Partisi liderlerinden Tayeh Abdulkerim anılarında, Saddam Hüseyin'in iktidarı tekeline almak için uydurduğu yalan komplonun ayrıntılarına değindi. Baas yönetimindeki Suriye'de de iktidar için darbelere karşı darbeler yapıldı.

Her ülke, sosyal yapısıyla tutarlı bir yönetim tarzını seçme hakkına sahiptir. Avrupa ülkelerinin oybirliğiyle üzerinde anlaştıkları şey bu, yani herkes için geçerli olan tek bir yönetim tarzı olmadığıdır.

Başkanlığa veya parlamenter sisteme dayanan cumhuriyetçi sistemlerin yanı sıra kraliyet veya emirlik, prenslik sistemleri de var.

Bazı Arap rejimlerinin birbirlerinin işlerine karışması Araplara felaketlere mal oldu ve aralarına şüphe tohumları ekti. Ekonomik iş birliği ile sosyal ve kültürel iletişimin kapılarını kapattı.

Bir zamanlar egemen olan ve hiçbir mantıksal doğruluğu olmayan sloganlardan ibaret kavramlar mutlaka gözden geçirilmelidir.

Yeni bir zihinle yeni bir oluşuma doğru hızla ilerleyen dünyada revizyon acil bir ihtiyaç haline geldi.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu

Şarku'l Avsat

DAHA FAZLA HABER OKU