Yüzdürülebilir yaşam ya da sürdürülebilir fakirlik: "Ölmek bir şey değil, yaşamamak korkunç"

Prof. Dr. Uğur Batı Independent Türkçe için yazdı

İllüstrasyon: Dilshan Chandraguptha

Sır, bir ağ gibidir; deliklerinden biri yırtılınca bir süre sonra tamamı parçalanır.

Elmaslar sadece toprağın karanlıklarında, gerçekler sadece düşüncenin derinliklerinde bulunur.

Ruhun çırpınmalarının yanında bir şehrin çalkantıları nedir ki? İnsan, toplumdan daha derindir…

En zor olanı da şu: Ölmek bir şey değil yaşamamak korkunç!  

***

Victor Hugo, "Victor Hugo'dan Hayat Dersleri Kitap Açıklaması" kitabında bunu söylüyor.

Çok etkileyici, sonu da çok can acıtıcı. Düşünsenize "yaşamamak" diye bir kavram var ve bu ölmekten kötü!

Neden aklıma geldi bu satırlar derseniz, "sürünüyorum" tadında yaşayan dünyamız artık pek keyif vermiyor.

Eskiden veriyor muydu, bilmiyorum; artık hiçbir şeyi hatırlamıyorum doğrusu ama her şeyi olduğunca "yürütüyoruz" gibi geliyor bana.

Onun adına da "sürdürülebilir" gibi süslü bir isim bulduk. Aslında "yüzdürülebilir", "yürütülebilir", "idare edilebilir" filan gibi isimler bulmalıyız.

O nedenle "Victorcu"yum! Ben uzun zamandır dünyanın önemli bir kuşağı ile ülkemizin de "sürdürebilir yoksulluk" diye bir olguyla yaşama tutulduğunu düşünüyorum. Her şey zorlaşıyor.

Bunun göstergelerini arıyorum ve buldum: Zincirlerinden boşalan süpermarketler!

Aynen onlar. Anlatacağım. Şimdi gelir dağılımı üzerinden biraz eşitlik kavramını eşelemek istiyorum.


Matematikte belki ama gündelik yaşamda eşitlik çalışmıyor

Matematik ve eşitlik belki bilim açısından önemli ama bizim yaşamımızda bir gerçek bir keşişim noktası bulamıyor, sadece retorik diyebiliriz ona.

Dünyada artık çok tartışılan uluslararası insani yardım kuruluşu Oxfam tarafından yayımlanan en son rapor, bize ancak "utanç verici" olarak nitelendirebileceğimiz bir ekonomik fotoğrafı gösteriyor.

Rapor, son iki yılda ortaya çıkan 42 trilyon dolarlık servetin yaklaşık üçte ikisinin, dünyanın en varlıklı yüzde 1'lik kesime gittiğini ortaya koyuyor.

İngiltere merkezli kuruluşun "Zenginlerin Hayatta Kalması" başlıklı raporuna göre söz konusu pay, dünya nüfusunun geri kalan yüzde 99'unun elde ettiği miktarın yaklaşık iki katı.

Rapora göre en zenginler, 2021 sonuna kadar 26 trilyon doların sahibi oldu ki bu rakam, 2020'den bu yana elde edilen toplam servetin yüzde 63'üne tekabül ediyor.  

Geri kalan yüzde 37'lik dilim ise kalan yüzde 99'luk kesimin cebine gitti.

Raporda, milyarderlerin toplam servetinin 2020'den bu yana günde 2,7 milyar dolar arttığı, buna karşılık en az 1,7 milyar işçinin enflasyonun, ücret büyümesini geçtiği ülkelerde yaşadığı kaydedilmiş durumda

Durum cidden fena. Bunları okuyunca "niye yaşıyoruz ki dostum" diyebiliriz. Ya da bazılarınız "İyi ki Türkiye'de yaşıyoruz" demiştir bile belki ama demeyin. Bizde de durum can acıtıcı.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

World Inequality Lab tarafından hazırlanan 2022 Dünya Eşitsizlik Raporu'na göre Türkiye'de 2021'de nüfusun en çok kazanan yüzde 10'unun yıllık ortalama geliri, en az kazanan yüzde 50'lik kesimden 23 kat fazla.

Bu skorla Türkiye, Brezilya, Meksika ve Hindistan gibi ülkelerle birlikte dünyada gelir dağılımının en eşitsiz olduğu ülkeler arasında yer alıyor.

"23 ne" diyebilirsiniz. Micahel Jordan'ın efsanevi forma numarası değil, eşitsizlik katsayısı!

Bu 23 kat eşitsizliğin göstergesi zincir süpermarketler demiştim. Niye bu kadar çoklar? BİM, ŞOK, A101 ve niceleri… Hem yenileri hem mevcutları mantar gibi patlıyor.

Bugün 42 bin indirim marketi sektörde faaliyet gösteriyor ve bunların sayısı son 10 yılda yüzde 395 artış gösterirken, sektör payları yüzde 79'a yükselmiş durumda.

Önümüzdeki 5 yıl içinde 13 binin üzerinde yeni mağaza açılması bekleniyor. 55 bin demek bu. Bu tabloda zincir marketlerin gıda perakendedeki payı yüzde 85'e ulaşması öngörülüyor. 


Zincirlerini kıran marketler!

Yolda yürürken nereye baksam zincir market. Binlercesi, on binlercesi. Çoğu üç harfli, onları gördüğümde cin çarpmışa dönüyorum!

Nasıl olmasın ki? Birinin 11 binin üzerinde mağazası bulunuyor, diğerinin 9 bin 611. Üçüncü ise onu 9 bin 523 ile takip ediyor. Hemen onları takip edenin ise mağaza sayısı 2022 yılı itibarıyla 2843.

Bunlar haricinde daha binlercesi daha var. Sahildeki kum taneleri kadar çok görünüyorlar, burada onların esnaf kültürünü parçaladığından ya da gündelik yaşama nasıl etki ettiklerini, harika bazı orijinal kültür unsurlarını deforme ettiklerinden söz etmeyeceğim.

"Bakkal Amcalar" harikaydı, yaşamın gerçek aktörleriydi. İhtiyacımız kadar aldığımıza emin olduğumuz, güvenli limanlardı.

Bakkaldan her şeyin tazesini alırdık. O dönem katkı maddeye batırılmış gıdalar olmazdı, kimse üretmeye bile gerek duymazdı. Her şeyi tadarak alırdık.

Süt gerçekti, yoğurt gerçekti, yumurta gerçekti, mis gibi eski kaşar, peynir gerçekti.

Evet, bunlar doğru ama konu bu değil. Konumuz zincir marketlerin gördüğü işlev, bu marketler nasıl bir işlevi görüyor? 

Çok açık, dolandırmadan diyeceğim. Daha ucuza yaygın ürün bulunan bu marketler aracılığıyla satın alma gücümüz daha fazlaymış gibi hissediliyor.

Burada da devreye bu indirim marketlerinin mantalitesi giriyor. Bir kere fiyata ilişkin davranışsal faktörleri kullanıyorlar.

Bir market içindeki yüzbinlerce ürün içindeki bazı ürünler "öne çıkarılmış" biçimde ucuz belirleniyor.

Bunlar en çok tüketilen ürünlerden oluyor ve bu strateji marketlerin tüm ürünlerini "çipalıyor".  "Sanki öyleymiş" algısı oluşturuyor.

İndirimler, aylık, haftalık kataloglarla tüketicide bir "takip" mekanizması yaratılıyor ve mağazaların yaygınlığıyla bu marketler tüketicileri kendine adeta "mecbur" kılıyor.

Bu temel bazı ürün ihtiyaç gruplarının ucuzculuğunu nasıl sağlıyorlar peki?

Ya da belki de ucuzluk algısını?

Satılan stok birimi az, sürüm yüksek olunca bu marketler doğal olarak her kalemden çok yüksek miktarda satın almaktadır ve yüksek miktarda satın alım hem yurt içi hem de yurt dışı alımlarında indirim marketlerinin en önemli avantajıdır. Bunu söyleyelim.

Bu da paranın değerine dokunarak alım gücünü nispi olarak yükseltmektedir.

Demiştik, özellikle en çok tüketilen "temel ihtiyaç maddeleri" sanki o fiyatmış algısını yaratmaktadır. Aslında söyleyelim, enflasyonu belli bir oranda "o zaman dilimi" için kırmak gibi bir şeydir bu.

Hele ki enflasyonist ortamlarda düşük maliyetli stok avantajı, hacimli satışının getirdiği rekabet avantajı, ölçek ekonomisinin yüzü, öz marka dediğimiz markasız ürünlerin yoğunluğu, ürün çeşitliliği, yoğun şubeleşme ve diğer parametreler alım gücünü gerçek ve sanal olarak artırıyor. Bu marketlerin ana işlevi bu gibi gözüküyor.


Ölçek ekonomisinden kapsam ekonomisine zekice kurulumlar: Mantar gibi marketler!

Üstelik bu zincir marketler sadece ölçek değil, bir de kapsam ekonomisine evrildiler.

"Ölçek ekonomisi"nin yerini "kapsam ekonomisi"ne bıraktı. Her an değişen ve çok çeşitte mallar hızlıca dolaşıma girerler.

Her kaliteden, her fiyattan ürün gamı, son zamanlarda düşen satın alma gücü, hızlı moda, hızlı tüketim meselesini bu marketler temsil ediyor.

Yani ne oluyor? 100 çeşit gofretin en ucuzunu, en düşük gramajlısını, en az çikolatalısını, pirincin kırığını, fasulyenin dermasonunu, zeytinin eziğini buluyor alıyorsun, o market sepeti ya da bugün poşeti bir şekilde doluyor.

Çekirdek ürün tesliminde ürüne ve dağıtım ağına zenginlik katacak gösterişli ambalajlar, şatafatlı mağazalar ve seçkin markalardan uzak durularak bir başka ucuzluk retoriği oluşturuluyor.

Temelinde sadelik, basitlik ve yoğun bir özel marka kullanımı olan bu anlayış; düşük metrekareli mağazalarla maliyet avantajı sağlıyor.

Ve aslında sistem hep işlediği gibi öylesine işleyip gidiyor.


Bitirelim

Victor Hugo ile girdik, George Orwell ile bitirelim. Onun "Hayvan Çiftliği" kitabında anlattığı anekdot vardır:

Şu kısa ömrümüz yoksulluk içinde, sabahtan akşama kadar uğraşıp didinmekle geçip gidiyor. Dünyaya geldikten sonra yaşamamıza yetecek kadar yiyecek verirler; ayakta kalanlarımızı canı çıkana kadar çalıştırırlar; işlerine yaramaz duruma geldiğimizde de korkunç bir acımasızlıkla unutur giderler.


Neyse dünyanın Orwell tarifiyle gitmeyeceği kesin. Fakat fakirliği algıyla kırmak bir yere kadar.

Ortadan kaldırmadığımız sürece, eşitliğe yaklaşmadığımız sürece toplum sosyolojisi dengeye ulaşmayacaktır.

Tek amaç yoksulluğun tüm biçimlerini her yerde sona erdirmek olmalı.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU