Cennet ve cehennem

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Pixels

Öyle bir hayat yaşıyorum ki, 
Cenneti de gördüm cehennemi de… 

Frederic Nietzsche


1960'dan itibaren Türkiye devletinin girdiği kriz ve bu krizden çıkabilmek adına toplumun baskılanması, dahası terörize edilerek susturulmaya çalışılması farklı tepkilere yol açacaktır.

Sosyalizm kadar İslami hareketler de toplumun bu yöndeki arayışları olduğu kadar ürettiği tepkiler ve çarelerdi.

Bu stratejiler kendi üsluplarınca hak ve adalet arayışlarına giriştiklerinde mevcut iktidarlar tarafından şiddete dayanan yollarla susturulmaya ya da saptırılmaya çalışılacaktır.

Bu toplumsal arayışlar/tepkiler ve devletin baskılama biçimleri bir yandan hınç biriktirirken, öte yandan ise bu stratejileri bir tür güç metafiziği etrafında yoğunlaştırılan eğilimlere ve öğretilere yöneltecektir.

Sosyalistler giderek terörize olurken ve şiddet ağırlıklı stratejilere yönelirken, sağ ve muhafazakâr kesimde özellikle Necip Fazıl, Kadir Mısıroğlu, Mehmet Şevki Eygi gibi fikir erbabının söylemleriyle de beslenen ve İslamcı olmaktan ziyade Osmanlıcı, muhafazakâr, sağcı ve Doğucu bir bakış etkinleşecektir.

Süreç içerisinde okunan Mehmet Âkif, Seyyid Kutub, Ali Şeriati, Aliya İzzetbegoviç bile bu bakış çerçevesinde okunduğu için ister istemez yanlış anlaşılacaktır.

Hatta bu bakışın etkisiyle, temel düşüncesi otokrasiye karşıtlık ve hatta demokratik bir zihniyete dayanan Aliya bile yanlış anlaşılacak ve ona bilge kral yakıştırmasında bile bulunmaktan kaçınılamayacaktı.

Özellikle 80'li ve 90'lı yılların devlet şiddeti ve hatta terörü altında ezilen kitlelerin zihni hak ve adalet mantığından uzaklaşarak gün olup devran döndüğünde zalimlerin üzerine boca edilecek hınç ve öfkeyi biriktirmekteydi. 

Bu vasat ise her şeye rağmen kendilerini belli bir toplumsal sorumluluk anlayışı içerisinde hisseden kesimleri bile özenle korunması gereken itidalden ve adaletten uzaklaştırmaktaydı.

Oysa bu yıllarda adaletsizliklerle mücadele etmek için kurulan Mazlumder'in temel sloganı: "Kim olursa olsun, zalime karşı mazlumdan yana"ydı.

28 Şubat'ın daha da alevlendirdiği bu sürecin sonunda, zorbalıklar yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan 30'lu yılların Kemalizm'i ideolojik ve sosyolojik gücünü yitirerek artık toplumsal sorunları cevaplayıp çareler üretemediğinden, bu çöküş, iktidarın toplumdaki en hazırlıklı güç olan Millî Görüş'e devredilmesi mecburiyetine yol açacaktı. 

Ne var ki bu süreç demokratik bir toplumsal uzlaşma ve barış çerçevesinde değil de bir vuruşarak çekilme stratejisi içerisinde sürdürüldüğünden, bir yandan Ergenekon ve Fetullahçılık cepheleriyle mücadele edilirken, öte yandan ise hak ve adaleti ikame etmek, uzlaşma ve barışı sağlamak yerine, süregiden bu saldırganlığın da etkisiyle güç metafiziğine yönelen ve bu açıdan Osmanlı geleneğinin devletçiliğiyle de beslenen bir zihniyet yeğlenecekti.

Ferhat Kentel'in "Hakikat-sonrası' toplumda yeniden ahlak" başlıklı yazısında ifade edişiyle:

İnsan haklarıyla, özgürlüğüyle, insana saygıyla, tevazuyla sağlanacak bir itibarı değil; piramitler yaparak inanç yaratmaya çalışan azgelişmiş bir itibar anlayışına sahip, gökdelenlerle, ağır siyah araba konvoylarıyla, ölüm makinası silahlar satarak itibar yaratmaya çalışan devlet, bu itibarı meşrulaştıracak sadık bir kitleyi her zaman üretmeye ve elinin altında tutmaya çalışıyor… Bazen şefin ağzından, bazen reisin ağzından konuşan bir devlete her halükârda bu ağzı ezberleyen ve başka dili konuşturtmayan militan yurttaşlar sadakat gösteriyorlar. Bir zamanlar Kemalist muhafazakârlar bunu yapıyorlardı; şimdi dindar görünümlü muhafazakârlar benzer bir rol üstleniyorlar…


Oysa biliriz ki firavunun da kendisinin tanrısallığına dayanan bir söylem ve bununla birlikte işleyen bir şiddet mekanizmasıyla toplumu baskıcı ve sürüleştirici bir stratejiyle susturma taktiği, Kuran'ın reddettiği bir mantıktır.

Bu durum Zuhruf Suresi, 54. ayette şöyle ifade edilir:

Firavun (baskıları ve söylemleriyle) halkını ahmaklaştırdı ve onlar da ona boyun eğdiler: çünkü onlar, aldatılmış, ayartılmış bir halktı!


Ve bu boyun eğmişlik, aldatılmışlık ruhlarına o kadar işlemişti ki, Musa'nın onları özgürleştirmek için hicret ettiği Sina'da bile o ezilmişlik günleri özlenmeye başlayacaktı. 

Özgürleşmek, sırtlarındaki ve bileklerindeki gerek ruhbanlar gerekse tiranlar tarafından berkitilmiş olan kölelik izlerinden kurtulmak hiç de kolay değildir.

Bu bahisle ilgili A'râf Suresi 157. ayette de zikredildiği üzere Peygamberler, "onlara yapılması doğru olanı öğütleyip yapılması yanlış olandan sakındıracak; temiz ve hoş şeyleri helal, kötü ve çirkin şeyleri haram kılacak; onların sırtlarına vurulmuş yükü indirip boyunlarına geçirilmiş zincirleri çözecektir."

Elbette ki bu süreç bir iyileştirme, geçmişin yaralarını sağaltma sürecidir ve bunun için de bir "peygamber sabrı"na ve ferasetine sahip olmak gerekir. 

Bu imtihan süreciyse tek yönlü değildir. Zira bu ezilmiş kitleler, kendileri aldatıldıkları gibi egemenlerini de baştan çıkarmaya, onların da başlarını iktidar şehvetiyle döndürmeye, ihtişama ve güce tapınmaya, sonuçta ise kendi önünde eğilen kitleleri hoyratça kırbaçlamaya alıştıracaklardır.

Kendileri yoldan çıktıkları gibi egemenleri de yoldan çıkarmaya çalışacaklardır.

Bu sorundan kurtuluşun çaresi ise bu ezme-ezilme denkleminin dışına çıkmak, ezilen kitlelerin sağaltımının bilgece bir sabırla sürdürülebilmesi, zihinlerine kazılmış o hıncın saldırganlığı ve öfkesinin tepkisellikten arınmış bir insanileşmeye dönüştürülebilmesidir.

Tabi ki bu tek yönlü olmayıp, temelde iktidar ilişkilerinin düzeltilmesi ve insanileştirilmesi gereken bir süreçtir.  

Öyle ki Kuran'daki en uzun pasajlar buna, Musa'nın bu çabalarına ayrılmıştır. Ve tabi bu anlatı bizi de uyarmakta ve aydınlatmaktadır.

Ama bunun için okunan bu metnin aynı zamanda kendi hikâyemiz olduğunun anlaşılması gerekir.

Ali Şeriati'nin Nas ve Felak Sureleri yorumu da gelenekselci gizemci yorumlamalardan uzaklaşarak, insanları asıl sorunun zorbalar ve kötülerden değil, melek suretine bürünmüş karanlık mihraklardan geleceğine dair uyarılardır.

Öyle ki aldatıcılar kötülükle olduğu kadar iyilikle, soldan olduğu kadar sağdan da yaklaşabilmektedir.

Ayetler ise aklı başındalığa çağırmakta ve insanları hıncın, öfke patlamalarının içine çekecek gizli etkilere, söylemlere, allanıp pullanarak takdim edilen kötülüklere ve ayartılara karşı uyarmaktadır. 

Buradan yola çıkarak yapılan çağrı ise İslam'ın insanlığa kazandırmaya çalıştığı asli yönün, silahların gücü ya da şiddete dayalı bir üslupla bastırılmış kitleler yaratmak olmadığı, tam aksine bu tür korkularını ve öfkesini yenmiş, hınçlarından kurtulmuş, barışa ve özgürleşmeye dair bir vaat olduğudur.  

Ne var ki Uhud Savaşından çokça söz edilse de, sabırla yerlerinde beklemesi gereken okçuların neden mevzilerini terk ettiği üzerinde pek de mülahazalara girişilmez.

Neden açıktır elbette. Savaş kazanılmış ve sıra artık ganimet toplamaya gelmiştir. Ahlaki ilkeleri sindiremeyen, hatta siyasetin ahlaktan arındırılması ve amaca giden her yolun mubah olduğu gibi şeytani ayartılara kapılanlar, dolayısıyla asıl mücadelenin hak ve adaleti tesis etmek olduğu bilincine vakıf olmayan, güç metafiziğiyle zehirlenmiş zihniyetler, mücadeleyi düşmana galebe çalmak olarak biçimselleştirdiklerinde, parsadan pay kapma kaygısıyla yarım yamalak bildiklerini de unutacaklardır.

Günümüzün temel sorunu ise işte tam da buradadır. 2010 referandumuyla zorbalık süreci büyük ölçüde aşıldığında, Fetullahçılıkla AKP camiası ganimet kavgalarını alenileştirirken, geleceğe dair umutları ayakta tutmaları gerekenler de, mücadelenin asıl şimdi başlamış olduğunu unutarak, kendileri de bu ganimet kavgasının içerisinde yer almışlardır.

Dolayısıyla da Kürtlerle barış süreci savaşa çevrilmiş, Ortadoğu'yu bir barış havzasına dönüştürme umudu Suriye'yi işgale yönelmiş, memleketi mamurlaştırma çabası şehirlerin betonlaştırılma hırsına kurban edilerek buna direnenler ise terörize edilmiştir.

Dolayısıyla ülke maddi ve manevi açılardan her türlü depreme açık hale gelmiştir. 15 Temmuz ve 6 Şubat depremlerinin kayıp ve yıkımları bu aymazlığın ürünleridir.

Hak ve adalet mücadelesiyle, zalimleşme ve kendisini yeryüzünün rabbi belleme ayartısına kapılma arasında ise kıl payı kadar bir mesafe vardır ama bu mesafe o kadar önemlidir ki her an sizi peygamberlerin ya da firavunların varisi haline getirebilir.

O anlar ve o kıl payı kadar mesafeler ise hayatın her aşamasında süregiden tercihlerin, kararların ve edimlerin birikimleriyle biçimlenir.

Ve günün birinde uyandığınızda kendinizi bir cennet kadar cehennemde bulmanız da artık bir sürpriz olmayacaktır. Hesap defteriniz ise önünüzdedir ve yalnız da değilsinizdir.

Ardınızda bıraktığınız edimler, sizinle birlikte dünyanızı da bir cennete veya cehenneme dönüştürmüştür ve artık yapılabilecek hiçbir şey yoktur. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU