Tarım ve yazı, yöntem, konu ve kendisini çevreleyen afetler açısından büyük bir benzerliğe sahiptirler.
Bu benim Batı üniversitelerinden değil, köyümüzde kocası Mısırlı göçmen işçilerden biri olup bir Arap ülkesinde mütevazı bir işte çalışan basit bir kadından öğrendiğim bir ders.
O kadın okuma yazma bilmediği için benden kocasına bir mektup yazmamı istemişti.
O zamanlar 12 yaşındaydım, güzel el yazısı olan bir öğrenci olarak tanınıyordum ve sık sık yakınları tarafından Arap Körfez ülkelerinde çalışan insanlarımıza mektup yazmam istenirdi.
Mektubu yazıp zarfı kapatıp üzerine adresi yazdıktan sonra, bahsettiğim kadın elindeki zarfa yüzünde beliren sevgiyle baktı.
Biraz daldı ve belli ki mektupta söylemediği bir şeyi hatırlayarak yüzüme baktı, zarfın üzerindeki beyaz boşluğu işaret ederek kendiliğinden şöyle dedi:
Allah aşkına, bu çorak yere kocaman bir çift kelime daha yaz.
"Bu çorak yer" ifadesi beni hayrete düşürdü, çünkü çorak kelimesi ekilip biçilmeyen topraklar için kullandığımız bir tabirdi.Yani suya susamış olduğu için ekinlerin yetişmediği toprak demekti.
Bu hanım yazıyı kağıda harf ekmek olarak ve kağıdın boş alanlarını da “çorak” alanlar ya da kelimelerle ekilmemiş veya herhangi bir nedenle üzerinde sözlerin bitmediği alanlar olarak görüyordu.
Benden mektubun veya cevabın zarfı üzerindeki beyaz alana mavi mürekkeple sözcüklerini ekmemi istiyordu. Mısır lehçesinde mektuba cevap denir ve bu yerel olayı anlatmaya devam ettiğim için mektup kelimesine Michel Foucault ve Jacques Darida felsefesinden bize ulaşan “discourse” (söylev) fikrini yüklemeyeceğim.
Burada mektup, diğer çağrışımlarına rağmen cevaptır.
Kadının yazıyı kağıda harf ekmek gibi görmesinin nedeni, kendi dünyası, zira o yalnızca toprağını, ekip biçmeyi, uzak bir ülkede olan kocasını bilen bir kadın.
Onun için yazmak bir ekme biçimi ama toprak değil kağıt üzerinde. Harflerle ekili olmayan her beyaz alan, güzel sözler ve hasret mesajlarıyla sulanması gereken "çorak" bir toprak.
O zamanlar onu zarfın üzerine veya "çorak yere" yazma fikrinden caydırmaya çalışmıştım, çünkü oraya yazmak herkesin onu okuması ve sırların ifşa olması demekti.
Biz ise acı ve sıkıntılarımızı söylemekten utanan insanlardık.
Postacı, komşu köyden de olsa yabancı bir adamdı ve memleketimizde, başka köyden insanlara sırlarımızı ifşa etmemiz ayıptı.
Bana ne demek istediğimi anlayan birinin bakışını attı ve hiçbir şey söylemeden yüzünü başka tarafa çevirdi.
Onu söylemek istediklerini bir sonraki mektuba ertelememizin en iyisi olacağına ikna ettiğimi anladım.
Sır saklamakla çekingence ifşa etmek arasındaki çizgide duran bu tavrın bir sonucu olarak ortaya çıkan yazının ekimle ilişkisi benim için yeniydi ve ne zaman düşünsem, onda benim için her gün yenilenen felsefi bir derinlik buluyorum.
Yazmak bir şey ekmek gibidir, dikkatlice ve derince düşündüğünüzde yazının canlı olduğu, içinde görenlere mutluluk veren bir yeşillik, parıltı ve tazeliği barındırdığı fikrine ulaşırsınız.
Ayrıca meyve fikri de yazma sürecinin bir parçası olarak yer almalı.
Zira yazmanın da ekmek eylemi gibi, toplanılan bir meyvesi veya okuyucu için faydalı bir getirisi olmalı.
Bugünkü yazılarımız da bir ekme ve yetiştirme eylemi, ama faydalı değil zararlı olan ayrık otları, sarmaşıklar ve yabani otlar yetiştiriyor.
Bir halk atasözünde “Gülü seven dikenine katlanır” denir.
Ne yazık ki dikenler çoğaldı ve yabani ot dikili alanlar genişledi.
İçinde yürüdüğümüz bilgisizlik vadisinde nadiren açmış bir gül görüyoruz.
Buradaki sorum, toplumlarımızda yabani otların yayılmasından kim sorumlu?
Ya da kim vadimize bilgisizlik ekiyor?
Ortada lisansüstü öğrencilerinin benimseyebilecekleri ve "the political economy of ignorance” (bilgisizliğin siyasi ekonomisi) olarak adlandırılabilecek bir araştırma sorusu var.
Benim görüşüme göre bu soru, Arap dünyamızda bu dönemin sorusu olmalı.
Bilmeyenler için siyasi ekonomi, kompleks bir kapitalist toplumda üretim, dağıtım ve katma değer arasındaki bağıntı mekanizmalarını anlamak amacıyla ekonomi ve siyaseti birleştiren bir siyaset bilimi dalıdır.
Bu makale bağlamında siyasi ekonomi, toplumlarımızdaki bilgisizlik üretimini, dağıtımını ve katma değerini anlamaya çalışmakla, yani şu soruları cevaplamakla ilgileniyor;
Hüküm süren ve içi herhangi bir kesin normdan boşaltılmış bilgisizlik durumunu üretmek için kim ve ne kadar para harcıyor?
Kültürel alanlarımızda veya kamusal alanda bilgisizlik nasıl yayılıyor ve dağıtılıyor, bilgisizliği üreten ve yayanların bunda gördükleri katma değer nedir?
Bazı ülkelerimizde bilgisizliğe harcanan para eğitime harcanandan daha fazla.
Bu makalede haksızlık ve insafsızlık yapıldığını düşünenler olabilir, zira bazı Arap ülkelerinde rönesans ve aydınlanma vahaları bulunuyor.
Aralarından biri inanamayarak şunu sorabilir:
Bazı ülkelerimizde dağıtılan bilim ödüllerini görmüyor musunuz?
Devlet ve özel üniversitelerimizi görmüyor musunuz?
Bu, bilgisizliğin yaygınlığı söylemini çürütmek için yeterli değil mi?
Gerçek şu ki, ender olacak kadar çok az istisna dışında, ödüllerimizin çoğunun dağıtımı, sadece kaprisler, homojen, siyasi, faydacı bir çeteleşme tarafından yönetiliyor.
Bunlar birbirini tanıyan, bilim ve bilgiyi değil, kabul edilmek ve birini memnun etmekle ilgilenen açıklanmamış siyasi arzuları yansıtan tanımlanabilir çetelerdir.
En düşük, sıradan ve önemsiz olanın kokusunu alır, bilir ve cazibesine kapılırlar.
Bazen bilim ödüllerinden sorumlu olanlar bizzat bilgisizliği yayanlardır ya da sahte bilim duvarları arkalarında zengin yabani ot bahçelerini ya da uçsuz bucaksız bir bilgisizlik çiftliğini saklarlar.
Üniversitelerimizin çoğu ve sorumlularının kalite standartlarına gelince, bizi listenin en alt sıralarına yerleştiren küresel değerlendirme ne durumda olduklarını ifşa ediyor.
Bir keresinde bir arkadaşım beni alıp okulları, üniversiteleri ve bir televizyon kanalı olan bilgisizlik yayanlardan biriyle tanışmaya götürmüştü.
Bu kişi bana hayatımda adını hiç duymadığım, ABD'nin Florida eyaletinde bulunan bir üniversiteden mezun olduğunu söyledi.
Kimse yalanını yüzüne vurmadan yalan söylemeye alışık olduğu için işi daha da abarttı, ben de kendisine eğitim alanından çok iyi anladığımı ve bu üniversiteyi hiç duymadığımı, İngilizcesinin ABD'de bir gün bile eğitim almış olduğu izlenimini vermediğini söyledim.
Adam o kadar sinirlenip bağırıp çağırmaya başladı ki, beni onunla tanıştıran arkadaşım sessizce oradan gitmemizi istedi.
Bana alçak bir sesle, “Bizi rezil ettin” dedi. Ben de ona:
Kim kimi rezil ediyor?
Eğer bu kişi üniversitelere, okullara ve reklamlarını yapacak bir kanala sahipse, sahip olacağımız bilgisiz binek hayvanlarının otladığı uçsuz bucaksız yabani ot tarlaları için ne mutlu bize dedim.
Ülkemizde yayılmış olan bilgisizlik tarlaları, ülke ve millet güvenliğine yönelik en büyük tehdittir.
Bilgisiz ve yozlaşmış kimselerin eğitim kurumlarını bir ticarethane gibi görmelerine, buraları bir bilgisizlik kurumuna dönüştürmelerine tek bir sözle bile olsa karşı çıkmamamız, toplumlarımızı tehlikenin eşiğine getiren bir şeydir.
O uzak köye her gittiğimde çocukların yüzlerinde açılma potansiyelini gördüğüm binlerce çiçek açsın diye bilim dikip yabani otlardan kurtulmamızın zamanı geldi.
Açık umutlarla dolu çocuklar için ya umut ekeceğiz ya da onları bilgisizliğin kurbanı olarak bırakacağız. Bu bizim ve sadece bizim elimizde.
Son not: Köye son gittiğimde, çorak kağıtlara harfler eken kadının dünyamızı terk ettiğini öğrendim. Görünüşe göre kendisi ile birlikte harflerini de toplayıp gitmiş.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Asasmedia