Milliyetler birkaç temele oturur. Bunlar arasında en çok etkili olansa din ve dil birliğidir.
Eğer Hindistan'dan kopmuş onca milletten oluşan bir ülkeyseniz Pakistan gibi üst bilinci "din" olan bir ülke inşa etmek zorundasınızdır.
Çatı dindir ve o çatı laik hale gelirse milliyetleri tutan harç da gider.
Türkiye Cumhuriyeti ise baştan bir ulus devlet olarak kurulduğu için, ortak paydası din değil kültür ve tarih birliğiydi.
Türklük de bunun en başat aktörüydü. Din ise yardımcı bir pekiştireç unsurdu.
Türklerle diğer Müslüman toplulukların ki bunlara Kürt, Çerkes, Zaza, Arap, Gürcü, Laz, Pomak vd. hiçbir ciddi problemi olmamıştır.
Olan meseleler ise aşiret ayaklanmaları, münferit eşkıya hareketleri ve dış devletlerin provokasyonları ile meydana gelen isyanlardı.
Bu isyanların belirli bir bölgede belirli bir insan topluluğunun etkin katılımıyla oluşmasındaki ana itici faktörse dildi.
İnsanlar kendi dilini konuşan topluluklarla yakın bağlar kurar, onlarla kültürel bağları güçlü topluluklar oluşturur.
Araya dağlar ve mesafe girerse, o ortak dil de şiveler, ağızlar ve çoğu zaman da lehçelere bölünür.
Türklüğün geniş alandaki lehçe değişimleri gibi Kürtlerin daha dar alandaki lehçe farklılıklarının temelinde çok farklı etkenler bulunur ve bu çoğu kez coğrafyanın kendisinden kaynaklı etkenlerdir.
Kürtlerin yaşadıkları coğrafyanın (anavatanlarının) çok dağlık bir bölge olan Zagros sistemi olması bunda belli başlı lehçeleri oluşturmuştur.
Çerkes topluluklarınınsa çok daha dar bir alandaki lehçeleri de coğrafyanın dar alandaki bölünüşü ve Zagroslarla mukayese edilemeyecek kadar yüksek ve dik Kuzey Kafkasya dağlarının geçit vermez konumlanışı ve vadilerle parçalanmış kültür sahası ile alakalıdır.
Düze inmedikçe dil birliği sağlayamaz, düzde otorite kurmadıkça resmi dil meydana getiremezsin. Kürtlerin düze inişleri Osmanlı döneminde başlamış bir süreçtir.
1915'te Ermenilerin tehciri ve bunun gerisinde yaşanan olaylarda önemli ölçüde nüfus kaybeden Doğu ve Güneydoğu illerindeki Türklüğün yerini tedrici olarak Kürtlük almıştır.
Tedrici diyorum zira şehirler birçok yerde 1980'lere dek Türk'tü.
Hozat'ın 1970'lerde bir Sünni ve Türk şehri olduğunu söylersem şaşırırsınız ancak bölgedeki yaşlılarla konuşursanız neredeyse Hozat'ın yüzde 80'inin Elazığ'a göç ettiklerini de öğrenebilirsiniz.
Buna sosyal kohezyon diyoruz. İnsanlar bir yerde artan bir başka nüfusla birlikte bir diğer yere göç etmeye başladıkları zaman bir bölgede göç furyası başlar.
Göç ederek bölgesini terk edenler, göçle yerleştikleri yeni yerde de birbirlerinin yanına yerleşirler. Mıknatıs parçalarının birbirini çekmesidir kohezyon.
Sosyal kohezyon da şehre gelen Sivaslının, Vanlının, Trabzonlunun birbirinin yanına yerleşip bir diğerinin uğraşı ile meşgul olması ile açıklanabilir.
Bu şekilde yabancılar da bir ülkeye gittiklerinde birbirleriyle aynı mekanda gettolaşma eğiliminde olurlar.
Bir şehirde bir grup bir anda belirir ve önlem alınmazsa çorap söküğü gibi gelir arkası ve bir bakarsınız o şehir onlarla dolmuştur.
Yerleşmeler kabuk değiştirir gibi karakter değiştirirler. Bazen önemsemediğiniz bir şehir, bir mahalle bir anda insanlarının terki ile bir başka toplumun yaşam sahası haline gelir.
Şehirlerde en dinamik şey para ve ekonomi değil, onun ve ona sebep olan aktivitelerin sahibi olan insandır. İnsanın duygularıdır bir şehrin kaderini etkileyen.
Diyarbakır Türkmenleri tarafından yerleşilmiş olan Sur içinin günümüzde o Türkmenlerden hiçbir sakini kalmamıştır veya çok az kalmıştır.
Bir zamanlar Selaniklilerin yerleştirildiği Sivas'ın kuzey kasabaları ve köylerinde de günümüzde Suşehri'ndeki birkaç köy hariç Selanikli kalmamıştır.
Boşnaklar, benim de babamın köyünün yer aldığı Şerefiye ve Gemerek dışında Sivas'ta birçok köyü terk etmiştir.
Kimi muhacir toplumlar, geride bıraktıkları yerdekinden farklı olan yeni iktisadi yapıya ayak uyduramamış veyahut buradaki standartlarla alışageldikleri yaşam arasında bir bağ kuramadan daha iyisini bildikleri için olsa gerek bir başka yere göç etmişlerdir.
Doğdu doğalı oralı olanların ise göç eğilimleri daha farklıdır. Onlar nadiren göç ederler.
Kuru tarımın olduğu alanlarda bin senedir yaşayan insanların hayat tarzları nadiren değişir ve onları toprağından edecek olan şey ya köklü iklim değişimleri, ya toplu katliamlar, soykırımlar, ya terör ya da bir baraj projesi ile yerlerinden olmaktır.
Bunun dışında sebepler de olabilir ancak ana sebep bunlardır.
Her nedense Türkler, doğuda durmuyorlar. Gidiyorlar. Kürtler de durmuyor, gidiyor. Bu gidişin yönü batı.
Ülkeyi tam ortasından kantara koysak, evet, dağları ve su varlığı ile doğusu ağır basacaktır ancak insan varlığı ile batı kısmı "nüfusen" çok daha ağır basabilir.
Bu o kadar dengesiz bir nüfus dağılımı haline gelmekte ki Türkiye'nin batısı değil, kuzeybatısı yani Marmara Bölgesi aşırı şekilde nüfuslanmakta.
Ülkenin bir başka yerinden gelen Karadenizlisi, Doğulusu neyse ancak burada bu coğrafya ile çok alakasız ve muhtemel birçok suçu bünyesinde potansiyel halde bulunduran topluluklar da çoğalmakta.
Hafta sonu İstanbul'daydım. Bir öğrencimle Aksaray Yusuf Paşa'da araştırma maksatlı olarak 250 evin kapısını çalma görevi vermiştim kendisine.
Son 20 eve birlikte girdik. Burada okuyacaklarınız sizi biraz şaşırtabilir ancak birçok problemin kaynağının aslında bizde olduğunu göreceksiniz.
Problem Kürt veya Türk değil, sermayeyi asalete tercih edişimiz ve maddileşen duygularımız.
Anlamadınız biliyorum. Şimdi anlatıyorum.
Bu 250 ev, kabaca bin kişi edecekti. Yani bir anketleme için asgari tutarlı rakam.
Neyle karşılaştık biliyor musunuz? Bu 250 evden 230'unda Türkler yaşamıyordu. Kürtler veya Çerkesler, Lazlar da yaşamıyordu.
Kimisinde Suriyeli, Afgan, kimisinde Sudanlı, Ganalı, Senegalli, kimisinde Yemenliler vardı.
Birinde Sri Lanka'dan gelmiş 14 kişi vardı. Adam yaklaşık 10 dakika açmadı kapıyı. Zırım zırım basınca zile endişeyle açtılar ve anlaşabileceğimiz bir dil bile neredeyse yoktu.
Sri Lanka gibi sokak satıcısının bile İngilizce bildiği ülkeden gelen bu 14 cahilin cahili adamı buraya atan neydi? Sri Lanka'nın en cahil hangi tiplerini ne için çekebilmiştik?
Şaşırmamak elde değil. 14 kişiden birinin zorlukla yarı Türkçe, yarı İngilizce anlattığı kadarıyla ev sahibi S… A… adlı kişiymiş. 15 bin lira para veriyorlarmış.
Bir diğer evde Yemenliler var. Onlar da yine 14 bin veriyor. Afrikalılar, Kamerun, Çad, Benin gibi adını zorlukla telaffuz edeceğiniz ülkelerden gelenlerin artık kendi bölgeleri şekillenmeye başlamış.
Bazısının ev sahibinin telefonlarını almayı başardık ve kendileri ile görüşmek istedik. Evlerinde kaç kişinin kalıp kalmadığını bilip bilmediklerini sorduk.
Sinirlenerek kapattı kimisi. Bazısı da polis olup olmadığımızı sordu. Bir diğeri ise "Kardeşim sorun istemiyorum" demekle yetindi.
Yusuf Paşa bitmiş. Orada mülkü olan eski sakinleri 15 bin lira paralar için evlerini kiraya verip şehrin daha tenha yerlerine gitmişler.
Aksaray'dan Yusuf Paşa'ya doğru uzanan hat olduğu gibi problemli. O evlerden bazısına girerken öğrencim "Hocam girsek mi? Bence girmeyelim" dedi.
Selam ve iletişim kurarak girdiğim hiçbir yerde kötü şey beklemem. Çoğuyla kapıda konuştuk.
Bazısı kendi halinde İstanbul Üniversitesi'nde okuyan yabancı öğrencilerdi. Bazısı da Tıp Fakültesinde okuyan yabancı öğrenciler.
Ama size diyebilirim ki yüzde 80'i gereksiz bir sürüydü.
Biri İran'dan gelmiş. Futbolcu olmak için Avrupa'da ve burada tekliflerle ilgileniyormuş.
Adam 1,70 boyunda 90 kiloluk bir şeydi. Futbolcu mu görmedik bu ne yahu? Dersiniz. Ama onun hikayesi bu.
Biri Lübnan'dan gelmiş. Ülkesinde otelde çalışıyormuş ve Hizbullah kovalamış kaçmış bu da. Fransa'dan kız arkadaşı varmış Cezayir asıllı. Türkiye'de ev tutmuş yaşıyorlarmış ama kız arkadaşı da Fransa'ya dönemiyormuş.
Kim bilir ne yaptı da Fransa'ya dönemiyor. Kim bilir bunun gerçek hikayesi neydi de Lübnan'a dönemiyor.
Bir diğeri Tunuslu ve en temizi de oydu. Doktor ve iş arıyor. Bulacağız inşallah diyordu. Ev tertemizdi ve takriben 10 kişi vardı evinde. Ülkesinde işleri iyiymiş ve Türkiye'ye gelmiş.
Tunus gibi Afrika'nın en istikrarlı Arap ülkesinde ne itti de geldi? Burada onu ne çekti de geldi? Neden Aksaray? Neden Yusuf Paşa?
Yemen'den gelen biri de Sokotra Adası'ndan gelmiş. Adayı işgal eden Birleşik Arap Emirlikleri askerleri Sokotra'da bunu İhvancı diye kovalamışmış. Bunu da söylemek istemiyordu ama güven hissederek söyledi.
Sokotra Adası'ndan olduğunu söylediğinde o adanın dünya dışı bitkilerle dolu izlenimi veren ağaçlarla dolu olan coğrafyasından bahsederek kendisiyle samimi bir muhabbet ettim 10 dakikada. O da ülkesine dönemiyordu sanırım.
Nijerya'dan gelen biri de evlendiği Türk kadın için geldiğini söyledi. Ortada bir kadın yok. Bizi mi yedi? Bilmiyorum. Evde atletle dolaşan 3-4 adam vardı. Evlendinse içeridekiler neydi?
Birisi Belucistan'dan gelmiş. Bir diğeri İran'a ailesiyle gelmiş bir Afganistan Hazarası. "İran'dan neden geldiniz?" dedim. "Zulüm vardı" diye cevapladı.
Bırak şimdi İran'da Hazaralara zulüm falan yok sebep bu değil diyeceğim de kendisine "İşin var mı?" sorusunu sordum. "Arıyorum abi" dedi.
Hazaralar Afganistan'da çoğunluğu Şii olan ve Farsça konuşan bir toplum. İran'a gidenleri çoğunlukla ayak işi yaparlar. Zulüm falan hikaye. İş için gelmiş.
Bir insan eğer şehrin göbeğinde kalıyor ve "iş arıyorum" diyorsa o adam vasıfsız bir yabancıdır.
İş arayana dek hayatını idame ettirecek bir parası varsa da illegal işlerle ilgileniyordur.
Bir kısım Hazaraların Afganistan'da ne tür bitkileri yetiştirmekte usta olduklarını söylemeyeyim ama ister istemez aklıma gelmedi değil.
Bazı Afrikalıların oturduğu evlerde içerideki ağır kokuyu önce ter sanmıştım ama hayatımda hiç esrar kokusu almadığım için öğrencim söyledi. "Hocam ot çekmiş bunlar ya" dedi.
Evlere girme faslını zaten geçin bazısıyla tokalaşmak istemiyorsunuz. Ben hayatımda bu kadar ipsiz sapsız bu kadar olumsuz tipte insanı bir arada bir mahallede hiç görmemiştim.
Sanırım yüzde 70'inin sebepleri coğrafi, tarihi ve aktüel gerçeklerle çelişiyordu. Mesela birisi Moritanya'dan gelmiş. Niye geldin? "Terör var orada" diyor.
Ulan Moritanya'nın tamamı terör olsa ne? Zaten el kadar nüfus, ufacık bir kıyı şeridinde yaşıyor. Ülkede öyle terör falan da yok. Yalanoğlu yalan.
Gelmiş ve esas mesleği de ülkesinde boyacılık. Arapça dışında dilde anlaşamıyor. Oldukça bozuk bir İngilizce ve Türkçe ile işini görüyor.
"Kaç senedir buradasın?"
"İki."
Biri de sanırım beni polis sandı. "Nerelisin?" dedim. "Rize" diyor. Bildiğim tüm dillerde sordum; "Nerelisin?", "Ev sahibini sormadım seni sordum?" diyorum. "Rize" diyor.
"Rizeliyim" diyen adam bildiğiniz Afrikalı. Sanırım geri gönderilmemek için haritada Rize'yi görmüş "Rizeliyim" demeyi öğrenmiş. Tipine ve ince yapısı, sivri yüz hatlarına bakarak Somalili olduğuna kanaat getirdim.
"Tamam kardeşim Rize ok" diyerek çıktık. Çıkarken bana tekrar diyor ki "Abi no polis ha? No polis please, lütfen abi"
Şimdi "Bu adamın yaşadığı mekana hiç mi polis gelmedi de polisten ürküyor?" derseniz ya gelmemiş ya da bu adam oraya henüz gelmiş.
Bazılarından öğrendiğim şey de çok enteresandı. İstanbul'da bekleyen gemilere bindiren şebekeler varmış ve onları Avrupa'ya götürüyorlarmış. "6 bin euro bedeli biriktirene dek çalışacağım gideceğim sonra" diyor.
Hani şu Ahırkapı önlerinde bekleyen gemiler var ya, işte onlardan bazısıyla gidiyorlar.
Zannedersem gece vakti botlarla boğazdan geçen gemilerden bazısı bunları alıyor ve bir AB ülkesine bırakıyorlar bunları.
Bunları ben basit ama seçme sorularla öğrenmeyi başardım. O kadar gereksiz tipler vardı ki buraya yazsam mideniz bulanır.
Yabancı düşmanı değilim ama şehrin bu semtinin artık insan çöplüğü haline geldiğini de üzülerek müşahede ettim.
Bunların hiçbiri vatanımızı bizden alacak evsafa sahip değiller bir defa burada anlaşalım. Ama vatanın bu parçasının da artık bizden bir köşe olmadığı ortadaydı.
Mal sahiplerinin hırslarıyla kaybedilmiş bir yerdir Yusuf Paşa. Sadece Yusuf Paşa mı? Fatih'in birçok yeri artık böyledir.
Şehrin merkezinde bulunan ve asırlar boyunca yükselttiğimiz medeniyetin salonudur Fatih.
O salonun en değerli vitrininin olduğu Sultanahmet'e birkaç kilometre mesafedeki yerlerdir. Tarihi yarımadanın belediyesidir.
Buradan belediye başkanlarına selamlarımı iletip sormak isterim:
Buradaki evlerin su saatleri, doğalgaz saatleri? Elektrik sayaçları kimin üzerine?
Gerçekten içler acısı bir manzara. Evlerden birisinde tekerlekli sandalyede yaşlı biri çıktı ve Türkçe konuştu. O kadar alışmışım ki yabancı görmeye. Teyzeye "Teyzem siz Ahıskalı ya da Suriye Türkmeni falan mısınız?" dedim.
Çok güzel bir Türkçeyle "Ne münasebet evladım ben buralıyım. Hayırdır?" dedi.
Yusuf Paşa'nın ahvalini sorduğumuzda ise "Allah belalarını versin evladım. Mahvettiler para için…" yorumunu yaptı ve anlattı.
Yorgun bir günün sonunda ise Fatih'in kebapçılarla dolu semti Kadınlar Pazarı'nda bir şeyler yiyelim dedik. Eskiden Van ve Bitlisli, Siirtli vatandaşlarımızın kaldığı bu semtte de yabancılar evlerin yarıdan fazlasını doldurmuş durumdaydı.
Tüm bu nüfusun bize ne katacağını gerçekten merak ediyorum. Bu topraklarda doğmuş Kürt de Arap da Zaza da bizden. Çerkes de Pomak da Laz da bizden.
Ama bizden olmayanların bu dokuyla uyumsuzluğu o kadar bariz ki tiplerinden anlıyor, bu kişi şuralı diyorsun, az durdurup konuşunca gerçekten de oralı çıkıyor.
TV'de bir film izliyordum geçenlerde. Suriyeli göçmenler bir Yunan adasına kaçıyorlar. Ertesi gün ada sokaklarında gezerlerken Yunan dükkanlar bunlara satış yapmıyor ve içeri giriyor. Kafeterya işletmecisi "No Sales" diyor ve gidiyorlar
Satış yok! Çünkü satış yapsa biliyor ki binlerce euro ceza ödeyecek devletine. Bırakın satış yapmayı, ev bile kiralamıyorlar.
Olay Yunanın ne kadar milliyetçi oluşu ya da milli durmayı başarmasından ibaret değil, kuralların uygulanmasından ibaret. Bu kadar basit. Kural varsa uygulanmalı. Yoksa da konulmalı.
Vaktiyle bir kolluk kuvveti arkadaşa "Bunca yabancı ne olacak oğlum?" demiştim. "Abi her yerde mobese var bir şey yaparlarsa hemen bulunur" demişti.
Bulunur da olay olduktan sonra sağlanacak olan güvenliği yiyeyim. Hiç olmasın o asayişsizlik? Ama oluyor işte.
Karar mercileri benden daha entelektüel bir planlama yapmışlardır. Elbet devletin bir bildiği vardır diyerek sorgulanamaz "Tanrı Devlet" kavramına terk ediyoruz olayı.
Değil arkadaşlar. Böyle bir dünya yok. Sorgulayacak ve irdeleyeceksin. Incık, cıncık araştıracaksın şehirde kimlerin yaşadığını ve kimlerin nerelerde üslendiğini.
Bu adamların hiçbirini benim gözüm tutmamış yarın bir gün 50 dolar için adam öldürmeyeceklerini nereden bileyim?
Eğer Yunan'a salmak ve insan seli için avantajdır diye düşüneniniz varsa ben de ters mantıkla bunların para için her şeyi yapabilecek onca kişiyi de aralarında gizleyen bir bilinmezlik okyanusu olduğunu söyleyebilirim.
Türkiye'de her önüne gelenin "İstanbulkart" almasının da bir kuralı olmalıdır. En azından girişte ya da havalimanında bir pasaport ibrazı olmalıdır.
Serbest dolaşım ve toplu taşıma kartında bile insanları kayıt altına almanız gerekir. Kayıt altına alınmayan her şey kayıt dışıdır.
İşgüzar mal sahibinin adam başına 2 bin liradan 10 kişiyi doldurduğu o evlerde kaçırılan vergi de yasa dışıdır, o insanların o parayı bulmak için yaptıkları işler de.
Yasadışı olan her şey ahlak dışıdır da. Vergisiz kazanç bir defa bu ülkede fahişelik, hırsızlık, katil ve gasp gibi ahlaksızlık olarak görülmelidir ki zaten hırsızlıktır.
Girdiğimiz apartmanlardan çoğunda ayrıca apartman yöneticisi yoktu ya da kağıt üzerinde vardı da biz bulamadık.
Yöneticisiz apartmanlarda ne nasıl devam ediyor onu da çözemedik. Yandaki bakkala sorduk. "Ben bakıyorum bazı dairelere abi buyurun" dedi. Bakkalı işleten de Filistinli. Suphanallah.
Şimdi doğal olarak yabancı vatandaşı ile evlilik yapmış olan ben, her sene kapıma düzenli olarak gelen ve "Eşiniz burada yaşıyor mu? Yaşamıyor mu? Kontrole geldik" diyen polisle devletime duyduğum saygıyı korumaya çalışıyorum. Nerede abi bu kurallar?
Rumeli-Balkan kökenli olup evi, yeri belirli normal insanlar kontrol edilirken bu insanların kapısına kim geliyor? Ben gerçekten merak ediyorum.
Evime en az 4 sene polis gelmiştir. Sadece geliyorlar, eşimi evde görüp "hmm" diyor gidiyorlardı. Eşim vatandaş olana dek bu böyle sürdü.
En sonunda, on sene önce eşim Türk vatandaşı olduktan sonra çile bitti. O da doğal olarak merak ediyor. "Bu kadar insanı kim kontrol ediyor?" diye.
Ya çok kalabalık bir kolluk kuvveti yemeyecek içmeyecek sabah akşam Yusuf Paşa'daki evleri kontrol edecek ya da hiç kontrol yapılmayacak. Bu iki şıktan başka şık aklıma gelmiyor.
Ben 20-25 evin kapısını çalarken imanım gevremiş, kapıyı açanlar bana uzaylı gibi bakıyorlarken doğrusu bu soruları çok sormaya başladım.
Ben yabancı karşıtı falan değilim. Nobel ödüllü yazarı getiriyorsanız getirin. Bu ülkeye eğitsel, entelektüel manada, sanatsal, kültürel bir şeyler katacak kim varsa gelsin, rızkı varsa yer içer. Yoksa gider.
Ama bir sanatı, yeterliliği ve katkısı olmayacak Sri Lankalı adamı ne yapalım? Adam Jaffna'dan gelmiş. Tamil bu adam. Allah bilir "Tamil Tigers" örgütünün üyesiydi.
Sri Lanka'da devletin yenilgiye uğrattığı bu adamların çoğu kendini gizler ve bir kısmı da ülkeden ayrılmakta bulmuştur çareyi. Çoğu da Jaffnalıdır. Kuzeyden…
Siyasi coğrafyacı olmak da pis iş.
Birisi sana "Sudanlıyım" dediğinde aklına ülkenin belalı bölgeleri olan Darfur ile Güney Sudan sınırındaki Kordofan gibi yerler geliyor. Adama "Sudan'ın neresi?" diyorsun. "Darfur" diyor. Nokta atış…
Hangi ülkenin en sorunlu yerleri varsa gelenler de oralardan.
Geçen sene Arnavutköy'de (boğazda olanı değil, içeride olanı) bir adres sormak için yoldan üç kişi durdurmuştum bazısı Türkçe bilmiyordu biri de "ez nı zanem" demişti.
Arnavutköy'ün merkezine girdikçe Türkçe bilenlerle doldu ortam tabi. Zaten varoşun varoş kısmında bu tipler olur ve doğaldır ama Fatih varoş mu be kardeşim? Fatih, şehri fetheden Sultan'ın adını verdiğimiz bir semt.
Oksimorondur bu aslında.
Oksimoron birbirinin tersi olan gerçeklik ve kavram ilintisidir.
Misal, "Geleceğe Dönüş" filminde filmin gerçekleştiği kasabanın adı "Hill Valley"dir. Yani tepe vadisi. Kelimenin kendisi bir oksimorondur.
Adı Zeki olan bir akıl hastası da kendi başına bir oksimorondur. Rahmetli Sakıp Sabancı'nın "Filancanın adını Faiz koydum. Bereketli olsun diye" dediği konuşması da bir oksimorondur.
Bu da bir oksimoron işte. Şehrin adı Fatih ama şehir istila altında görüntüsü veriyor.
Normal değildir bu. Hiç normal değil. Bu manzarayı hadi neyse Esenyurt'ta kanıksadık ama Fatih ne abi? Diyor insan.
İnanın Arnavutköy'de bana "ez nı zanem" diyen amcayı arar oluyorsunuz o tipleri görünce.
Bu şehir merkezindeki tiplerin şehre verdiği zararı tahmin bile edemezsiniz. İstanbul'un o bölgesindeki oteller bile artık kaliteli ve elit turistlerin gitmediği, hatta gündüz vakti gezmediği semtler haline gelmiş.
Ben bir sokakta yürürken "Abi işin mi yok, ne geldin buraya?" diyeni bile gördüm. "Sen niye buradasın?" dedim. "Buralıyım" dedi bıkkın şekilde.
Tek tükler artık… Kalanları bıkkın. Parayı sayanlar ise zaten orada oturmuyorlar artık.
Daha fazla moralinizi bozmak istemem. Sanırım bunu da aşacağız.
Ülkede çözülmeyi bekleyen çok sayıda sorun varken bir de bunu daha fazla abartmak istemem.
İnsanlarımızın bir kısmı birbirini tanımadığı için düşmanca hislerin ve ötekileştirme dilinin peşinden gitmeye meyilli ergen hislere sahip.
PKK'yı eleştiriyorsunuz, biri tutup "Sen Kürtlere böyle diyemezsin!" diyor. Hatta bunu demekten de öte "İşte Kürtlere bunu bunu diyen adam" diyor.
Tek bir kelimede "Kürt" dememiş, "PKK'lı terörist" demişsin ama adamın aklında beliren şey diline geliyor.
Doğru okumadığı için doğru düşünemeyen toplumlar kolaylıkla provoke edilirler. Biz ne okutuyoruz ki neyi düşündürelim?
İlkokulda, ortaokulda ve lisede okuma ödevleri, temel eserlerin okunma zorunluluğu mu var ki? Yok!
Ülkede hiçbir şehirde Kürt istilası olmadığı gibi, "Kürtler geldikleri yere dönsün" diyecek adam da olmamalıdır.
Çünkü Türk de Kürt de Çerkes de Türkiye topraklarının insanıdır. Bir ülkenin doğusundan batısına istedikleri yerde yaşayabilirler.
Osmanlı döneminde Mürur Tezkeresi ile izin verilen şehirden şehire yolculuk ve yerleşme izinleri günümüzde tamamen şirazeden çıkmış durumda.
Her şehir kimliğini kaybediyor. Bazı şehirler göç verip sadece kendi insanları ile kalakalıyor. Çok az kozmopolit haldeki bu şehirlere devlet oralı valileri atıyor.
Örneğin Bursa Valisi olmak için doğma büyüme Bursalı olmanız gerekmezken, bazı iller için sanki oralı olması gerekiyormuş gibi oranın insanından seçiliyor adeta insanlar.
Çünkü doku onu benimsemez tasası var. Zira bunlar göç veren yerler oluyor genellikle.
"Midye tavacıların yüzde 90'ı Mardinli" demekle, "Mardinlilerin yüzde 90'ı midye tavacıdır" demek arasındaki farkı insanlar zorlukla anlar.
Aynı mantıkla PKK teröristlerinin yüzde 90'ının Kürt kökenli olması ile Kürtlerin yüzde 90'ının PKK teröristi olması kelimesi arasında da fark vardır.
Bunu da cahil veyahut okuma bilmeyen, doğru okuma ve düşünme yetisi olmayan kimseler anlayamaz.
İşte önyargılar da böyle başlar ve gelişir. Bunları da provoke edenlere sadece düğmeye basmak kalır.
Kürtler terörist değildir. İstanbul'da, İzmir'de, Edirne'de ve Mersin'de yaşayan çok sayıda Kürt aile vardır. Kendi hallerinde yaşarlar.
Edirne'de kampüsümüzdeki kebapçı da hep gidip hatırını sorduğum Batmanlı biridir. Selam ve sabahı asla kesmem. Kiracım da Kürt'tür ve senelerden beridir tanışırız.
En yakın arkadaşım bir pilottur ve o da Kürt'tür. Ama çevremdeki Kürtlerin hepsi yuvarlak ve köşesiz Kürtler.
Belki de onlar refahtan paylarını aldıkları için köşeleri yok. Ya da biz onları köşesiz oldukları için kabul ediyoruz… Her iki sebep de olabilir.
Sosyal medyada "Kürt" dediğimde üşüşen zibidilerin de tuttukları ve yücelttikleri PKK terör örgütünün de Kürtleri zerre kadar temsil ettiğini sanmıyorum.
Arada Kürtler nedir? Ne değildir diye okumalar yaptığım çok olmuştur. Son kertede fikrim şudur:
Kürtler bir millet değildir. Devletleri yok. Toplum olabilir, halk olabilir bazısının devletleşme çabaları da var ki milli devletlerin kurulduğu asrı kaçırmış olaraktan bu da beyhude bir çabadır…
Türklerin Romanın kalıntılarını bile yıkıp, Rumca, Latince konuşulan bir coğrafyayı Türkçe konuşulabilir bir hale getirmeleri ise çok büyük bir başarı.
Ancak Kürtlerin bu şekilde devlet kurabilecek bir teşkilat yapısı da yok, potansiyelleri de yok.
Onları yakından tanıyan herkes bunu bilir ve görebilir. Özellikle devlet kurmak isteyenlerin tek çırpınışları bir devletlerinin olması ki devletleşebilseler millet de olabilecekler.
Lakin geneli kendi işinde gücünde insanlar ve kötü, uç örneklerle bir toplumu asla bağlamam, bağlanması da doğru olmaz.
Kürtlerde olmayıp Balkan toplumlarında olan iyi hasletler olduğu gibi, Kürtlerde olup Balkan toplumunda hiç olmayan iyi hasletler de vardır.
Birbirini tutmak, tutuculuk ve aile içi dayanışma konusunda kesinlikle iyiler. 6-7 kardeş çalışıp bir diğer kardeşi evlendirip ev sahibi yapıyorlar ve çocuk elini cebine atmadan evlenip sen ben üçün beşin hesabını yapana, "bakacağın kadar çocuk bla bla" saçmalıklarıyla kendimizi avutana dek adam yapıyor beş taneyi.
Sonrasında da diyorlar "Bu adamların oyu yüzde 4'tü ne ara yüzde 13 oldu?"
Sen mütevazı bir düğün için tek maaşınla birikim yaparken, öyle futbol takımı kadar kardeşin de olmadığı için kaderinin en güzel anını yazmak için senelerce para biriktirdin ve o birikimle geçen yıllarda 5-6 yıl yaşlandın.
Kız varsa ve terk etmediyse genlerinin ve yumurtalarının en sağlıklı olduğu dönemini harcadı.
22'de bitirdiğin üniversitenin ardından işsizlik dönemi ve tecrübesizliği atlattığın 25'li yaşlarda maaşlı bir işe girerek topluma katıldın. 5 sene de birikimle geçirdin; etti 30.
O yaşta evlendin, 2 sene keyfimize bakalım dedin. Etti mi 32? Eşin çocuğa hamile kaldı geçti 9 ay ve 33 oldu kadın.
Bebek doğdu ve kadın çalışamadı, ilk 2-3 sene işe gitmedi ya da gittiyse de parayı bakıcıya verdi.
Masraf artarken sen ikinci işte de çalışamadın ve çocuğu büyütelim derdiyle ikinci çocuktan korktun, hiç yapmadın.
Ama benim Muşlu, Batmanlı kardeşim ne yaptı? 5 abisi, 5 kız kardeşi dört koldan sahiplendi kardeşini. Onların babası da çok kardeşli büyüdüğü için babasını sahiplenmişti.
İşte Kürtlerde olup Türklerde ve Rumeli toplumlarında olmayan veya giderek zayıflayan şey budur.
Bunun yerine birbirimizi yemenin, kardeşler arasındaki miras kavgalarının içinde süper savaşmayı iyi biliyoruz.
Rumelili ve Anadolulu ailelerin yarısının birbiriyle konuşmadığını görürüm. Meseleler de ipe sapa gelmez fındık kabuğunu doldurmayacak saçmalıklar.
"Türkün Türk'ten başka dostu yoktur" ifadesi nedense evlilik yaşına gelmiş Türk için kendi ailesi içerisinde bile geçerliliğe sahip değildir.
Türk yalnızdır. Dünyada yalnız, evinde yalnız. Kurdu sembol bilir ama kurt topluca avlanırken Türk ekmeğini tek başına bulmak zorundadır.
Yalnız kurttur Türk ve o kaderini de yalnız yaşar. Bu çağda yalnız kurt olmaksa rezilliktir.
Türk bir konuda çok iyidir o da devlet kurmak ve yönetmekte. Çünkü beyin buna çalışır.
Kendisini geliştirmekte, evini, aracını almakta, kadrolaşmakta da başarılı değildir. Ama ekmek arası bulgur yer (lavaş içi çiğ köfte saçmalığını kastediyorum) ama devletsiz kalmaktan korkar.
Anadili Türkçe olan kişi veya anadili Türkçeye dönmüş olup o anadilde düşünen ve kendisini Türk hisseden kişi benim için Türk'tür.
Ben Türküm. Anadili Kürtçe olan da Kürt kökenlidir. Kökenli diyorum çünkü Türkiye'de köken farklı olabilir ama tabiiyet, tabi olduğun devletin verdiği milliyettir ve Türkiye'de anayasal milli tabiiyet Türklük'tür.
Anayasamıza göre ,Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür. Bunun altında ne varsa "kökenli" takısı alır.
Biri kendini "Kürt'üm, Zaza'yım" diye tanımlıyorsa ona Türklüğün dayatılması doğru değil. Zaten anayasal ambalajı olan kimliği Türk'tür.
Adam köken ve Anayasal tabiiyet arasındaki farkı bilmiyorsa ne tartışıyorsunuz ki?
Sonra bu kavramları bilmeyen adam da Zazalara Kürt olduğunu dayatma yanlışına girişiyor.
Bu ülkede saygı duyup kabul etmemiz gereken şeylerden biri de tüm bu farklılıklara sahip insanların bir dili olduğudur.
O diller genelde sayıca azalıyor ama dili unutan ya da konuşmayanlar da bir süre "Kürt'üm", "Çerkes'im", "Zaza'yım", "Gürcü'yüm" demeye devam ediyorlar.
Dil bağı tamamen yitirildiğinde ise "Türk'üm" deme kısmı başlıyor ki buna asimilasyon diyenlere katılmam. Entegrasyon demeyi yani bütünleşme demeyi tercih ediyorum.
Kürt kökenli vatandaşlarımızın ait oldukları dilin belli devletler arasında konuşuluyor olmaları onların yaşadıkları coğrafyanın bölündüğünü değil, onların o coğrafyada yayıldıklarının göstergesidir.
Ama etnik milliyetçi ve bölücü partiler bunu "bölünmüşlük" olarak göstererek buradan bir mağduriyet ve "devlet kurma zaruriyeti hikayesi" çıkarma eğilimindedir.
Dil birliğini zorlaştırmış olsa da ve her ne kadar Farsçadan tam manasıyla gramer ve sayı sistemi olarak kopmuş olmasalar da yani bir dili bağımsız bir dil olarak zikretmek için gerekli (gramer ve sayı sistemi) kriterlere tam sahip olmasalar da bir dilleri, bir edebiyatları, müzikleri, sinemaları var. Bunu görmezden gelmek ve yok saymak doğru değil.
Çeşitlilik güzeldir. Ütopik bir şey belki bu söyleyeceğim ama pratikte pek mümkün değil çünkü çeşitlilik için bir olgunluğa kavuşmuş olmak gerekiyor.
Çeşitliliği tolere edecek fikri altyapıya Kürt milliyetçileri de sahip değiller. Zazalara "Siz Kürt'sünüz" diyenler, "Türkler, Kürtleri yok sayıyor" deme hakkına sahip değildir.
Ama Türkleri de anlamaları gerekiyor Kürt toplumunun. Bu coğrafyayı yoktan var eden, idam sehpasından çekip kurtaran Türkler oldu.
"Keşke zamanında Rumlar ve Ermeniler de gitmeseydi" diyenleri görürüm arada. Hatta bunu diyenler arasında Kürt kökenlileri de görüyorum.
Ne olurdu gitmeselerdi? Gittikleri sırada 1 milyon olan nüfusları şu anda 12 milyon olurdu.
ABD'de, Fransa'da, Rusya'da yaşamak zorunda kalmazlar, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun şehirlerinde Türklerle ayrı mahallelerde yaşamaya devam ederlerdi.
Tabi uslu uslu otursalardı ve kendilerini teröre teşvik eden haydutların peşine takıldıkları o tarihi hatayı hiç yapmasalardı…
O vakit ne olurdu biliyor musunuz? Fiyatları belirleyen şehirlerdir. Talebi belirleyen, ticareti elinde tutan şehirlerdir.
İşte o şehirlerde Türklerin ve Ermenilerin durumuna bakacak olursanız zanaatkar Ermeniler ve esnaf Türklerin taleplerine kırsalda hayvancılık arzıyla cevap veren Kürt toplumu hiçbir zaman gelişemeyecekti.
Onları şehre taşıyan, şehirleri hediye edenler, Türkler oldu.
1915 sürgünü, Ermenilerin tehciri sonrasında değişen bir nüfus durumu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu şehirlerinin kapılarını aynı zamanda Kürtlere açtı.
Şehirli Kürt yoktu değil elbette vardı ama o tarih bir dönüm noktası oldu. Bu, bir Kürt'ün Türk tarihine bağlılığı açısından bence önemli bir vefa sebebidir.
Kürt'ün kendisiyle aynı ülkede doğmuş olan Türk'e vefa borcu elbette yoktur ama Türk tarihine vefa borcu, dedelerinin o tarih ve o bayrak altında geçen altın yıllara saygısı adına bir vefadır da
Ari bir ulusal kültür tahayyül edemeyiz ama baskın bir Türk kültürü sen veya ben istesek de istemesek de var ve yaşayacak olan ana üst kültürdür.
Öyle ari bir steril bir kültür dünyanın büyük ülkelerinde yoktur. Amazon yerlilerinin ve uzak pasifik adalarının ve sahra altı Afrika kabileleri ve ekvatoral kabile toplumları haricinde de yoktur. Tüm dünya kaçınılmaz bir şekilde melezleşiyor.
Türkçe konuşan ama Çerkes kökenli olup "Alman'ım" diyen Cem Özdemir'ler, bıyık kadar kaşıyla "Alman'ım" diyen Fatih Akın'lar var artık.
Melezleşmeden kendi beyninde safını seçmiş, bir diğer topluma dönüşmüş insanları görüyoruz.
Melezleşmeler de bir toplumu farklılaştırırken aynı zamanda bir ortak milli aidiyet gelişiyor.
ABD'nin Meksika'dan ele geçirdiği eyaletlerde ganimet olarak aldığı İspanyolca konuşan Meksika kökenlilerin (kendilerine Latin demeyi tercih ediyorlar) torunları her sene daha az İspanyolca konuşmaktalar.
1900'lerin başında bu insanların yüzde 99'u İspanyolca konuşurken günümüzde yüzde 70'lerdedir bu oran.
ABD'de 37 milyon insan, evlerinde İspanyolca konuşuyormuş ve bu dil, İngilizceden sonraki en kalabalık dilmiş.
PEW araştırma merkezinin verileri bir önemli gerçeği daha kanıtlıyor. Nedir bu?
Pew Araştırma Merkezi'nin verilerine göre, 2006'da bu oran, aynı halk içerisinde yüzde 78 iken, 2015'te Latin kökenlilerin yüzde 73'ü evde İspanyolca konuşuyor hale gelmiş. Yani 10 seneye yakın sürede 5 puan düşmüş.
Öyleyse bir asır sonra daha yarıdan fazlasının İspanyolca yerine İngilizceyi konuşacağını öngörebiliriz.
Peki bu insanlar yani ABD'deki Latin kökenli İspanyolca konuşan toplum sizce Meksika'ya bağlanmaktan söz ediyor mudur?
Asla. Çünkü Meksika'nın hali ortada. ABD, bir ortak refah alanı meydana getirerek kendi cennetini oluşturmuş.
Bırakın bu insanların Meksika'ya bağlanmalarını, eğer bıraksanız 130 milyon Meksikalı ABD'ye bağlanmak isterdi.
Türkiye'de Kürtlerin, Zaza ve Arapların artışına dair bakışım şudur:
Baskın kültür, eğitimde, kültürde, yüksek öğretimde, sanatta, ekonomide ne kadar iyi bir kalite ortaya koyarsa alt kültür grupları da o kalite içerisinde üst kültüre geçişlerde bulunuyor. Bu, özellikle genç nesilde gerçekleşiyor.
Evet kontrolsüz, alt yapısız Arap ve diğer toplumların göçü ayrı bir sorun ve bu şüphesiz kontrol altına alınması gereken bir problem.
Bizi bekleyen esas tehlike mülteciler değil. Türklüğü pasivize edip Araplarla beraber daha Müslüman bir kimliğin yaratılma çabası.
Ama hangi İslam? Maturudi mi? Eşari mi? Mutezile mi? Selefilik mi? Sufizm mi? Ne?
Bugün Kürtler dediğimizde bile tek tip Kürt yok.
"Milliyetçi Kürtler", "milliyetçi İslamcı", "milliyetçi Marksist" olarak ayrılmışlar.
Milliyetçi olmayanlar, sadece "İslamcı", sadece "Marksist" ve "demokrat" olarak üçe ayrılabilir.
Apolitik olanlar da çoktur. Kürt dediğinizde aslında Kürtlüğün isim hakkını elinde tutan bir dernek, bir yapı veya bu hakkı almış bir kurum yoktur.
Kürt kelimesini diline pelesenk ettiği için nemalanan bir parti vardır. O partinin ve arasına mesafe koyamadığı terör grubunun algısı ile Kürt düşmanlığı da az da olsa Türklerin çok azında mevcut. Kürtlerin de çok azında Kürt düşmanlığı mevcut.
Şahsen Türklerin hiçbir ulusa düşmanlık ettiğini görmediğimi üzerine basa basa belirtmek isterim.
Memleketi dışında yaşayan bir Kürt kökenli vatandaşımız (özellikle şehre benzeyen şehirlerde yaşıyor ise sosyal demokrat bir şehirde farklı, İslamcıların yoğunlukta olduğu bir şehirde farklı gelişebiliyor.
Ne kadar şehirli olursa olsun memleketini söylediğinde dışlanma yaşayan insanların da dertlerini dinlediğim olmuştur.
Biri Vanlı, Diyarbakırlı veyahut Tuncelili olduğunu söylediğinde bir de parantez açıp terörist olmadığını kanıtlamaya çalışıyor.
Bir Samsunlu İzmir'de yaşadığında bu sorun olmuyor veyahut bir Boşnak Hatay'da yaşadığında da olmuyor ama bir Vanlı Eskişehir'de veya Bursa'da yaşadığında sorun olabiliyor.
Bu dışlanmalar elbette bilinçsiz kesimi de HDP'ye yakınlaştırıyor. Elini ovuşturarak bekleyen etnik milliyetçi partinin bu durumda istediği de oluyor.
Kimliği oluşturan 3 faktör vardır ya da üç soru diyelim.
Kimsin?
Ötekin kim?
Ve ötekine göre sen kimsin?
90'lı yıllarda Yunanistan'a göç eden Arnavutlara Yunanların tavrı hep ötekileştiren bir bakışla karakterize idi.
Arnavutlar bu şekilde Yunan toplumu içerisinde ilk senelerde kendini korudu. Tek kelime dua bilmeyen ve komünizm yüzünden dinlerini bile öğrenememiş Arnavutlar ilk beş altı sene Arnavut kalabildi.
Ama sonrasında Yunan halkı baktı ki gelen Arnavutlar öyle İslamcı falan değil. Din diye bir şey kalmamış.
Bunlarda "Türklerdeki dini karakteri ve hasletleri" görmedikleri için kendilerinden dışlamayıp evlilikler yaparak işe alarak benimsediler.
Sonuçta Yunanistan'a giden Arnavutların yüzde 70'i ya vaftiz oldu ya da orada doğan nesil Yunanlaştı.
Arnavutlar, aşağılanırken, dışlanırken Arnavut kalabilirlerken, benimsendiklerinde milli benliklerini yitirmeye başladılar.
Türkiye'de de kürtlüğü besleyen şey, bu insanlara dışlayıcı, ötekileştirici "öteki" dilinin kullanımıdır ki bunun sebebi Türkler değil, bu dilin ortaya çıkması için elinden geleni yapan etnik milliyetçi sözde Kürt partisidir.
Kendisine sosyal medyada küfrettirmeyi seven biri gibi kendisine Türk milletinin düşmanlık etmesi ve bu düşmanlığı da Kürtlere yapılıyormuş gibi göstererek Kürt oylarını her seçimde konsolide etmektir maksatları.
Yani kimliği oluşturan üç soruyu "Kimsin? Ötekin kim? Ötekine göre sen kimsin?" sorularının cevaplarını hep taze tutuyorlar böylece.
Sonuçta bilinçsiz sadece bir Kürt için
"Kimsin?"; "Kürt'üm" diyor.
"Ötekin kim?" Düşünüyor adam "Ötekim? Ötekim? Hmmm" HDP propagandasında zaten ezilen halk Kürt ezberini sabah akşam duyuyor.
Sözüm ona ezen de zaten o propaganda da sabah akşam tek milletten başkası değil. Dolayısıyla cevaben buna da "Türkler" diyor.
"Ötekine göre sen kimsin?" E o da hazır. Türklere göre "Kürt" öteki olarak sunulduğu için bu soruda da tam puan sağlayarak kimliklendirme sürecinde etnik milliyetçi partinin tuzağına düşüyor.
Kelimelerimi hep düzenli seçmişimdir. Bir kez PKK'lı teröristler için bir kelime kullandım.
Kelimemi "Akademisyen Kürtlere şunu dedi" diyen bir okuma özürlü vekilin hedef göstermesi ile karşılaştım.
Adam sonradan bu ifadesini sildi ama gerçekte bu tavırları PKK'ya olan tüm nefreti Kürtlere yansıtarak Kürt halkın kendisini "öteki" hissedişini artırmak istemeleridir.
Bu, HDP'nin politikasıdır. Kürtlerin bir kısmının HDP ile aralarına mesafe koyamamalarının sebebi de budur.
"Biz olmazsak sizi kim savunur?" diye önce düşmanı oluşturup sonrasında tepkileri gösterip ardından o tepkilere karşı "gelin babanıza" diyerek partiyi adres gösteriyorlar.
Etnik milliyetçilik pis bir şeydir. Türklük davasını ayrı ama Türkçülük, ırki bir şey değil, ırkları aşan bir davadır.
Ötekisi ise kendisiyle kader birliği yapmış hiçbir millet değildir. Ötekine karşı bir kimlikle de şekillenmemiştir Türklük.
Sen kimsin? Türküm.
Ötekin kim? Türklüğün karşısında duranlar
Ötekine göre sen kimsin? Türk.
Bitti. Daha fazlası değildir.
Eğer bu kimliğin karşısında duran değilseniz düşmanı da değilsinizdir.
Türklerin yanında olmazsınız bu yeter ama karşısında olmak gibi bir şey çok gereksizdir.
Türkiye'de Türklere karşı olmak ise Türklüğe vefa hissedilmesi gereken bir coğrafyada hakarettir.
Anlaşılması gereken, izah bekleyen mesele de budur.
Birkaç gündür yurt dışında yaşayan bazı kimselerin Kürtlere Fransız sömürgeciliğini şirin göstermek için yazdıkları saçmalıkları düzeltmekle meşguldüm.
Adamın birisi Fransızların gittikleri ülkelerde dilleri yasaklamadığını ve sömürgelere nasıl iyi davrandığından bahsetmişti. Bunu yazan da Cenevre'den bir Kürtçü.
Aynı Fransızların Cezayir'de 6 milyon insanı katledip, Arapça okuma ve yazmayı yasaklamalarını bilmiyor olmalıydı.
Yine cahilcesine verdiği Madagaskar örneğinde 10 binden fazla Madagaskarlı insanı uçaklardan attıklarını da bilmiyor olmalıydı.
Ancak gözünü Türk karşıtlığı bürüdüğü ve büyük olasılıkla kürtlüğünü bu "öteki figürü" üzerine kurguladığı için o olmadan bir yazı da yazamıyordu.
Çünkü öteki figürü önüne bir diğer milleti koymuş olan her milliyetçilik Ermeni milliyetçiliği gibi sorunlu bir milliyetçiliktir. Sorun üretir. Çözmez, sorunları büyütür, kartopu gibi giderek bir sonraki nesilde çözümsüz hale getirir.
"Kürtlerin de devleti olsa?" diyenler de var. Özellikle bazı butik partiler bu aralar Kürtlere tutamayacakları ve tutmaları mümkün olmayan fazlaca sözler veriyorlar.
Bekara kadın boşamak kolay… "Kürtlerin devleti olsa?" diyenlerin bilmediği şey şudur:
Kürtlerin devleti zaten var. Türkiye'dir adı. Allah ne Türk'ü üstün yarattı ne de Kürt'ü. Yağ kuyruğu olduğunda ikisi de aynı kuyrukta bekliyor. Türk o kuyrukta Kürdü geriye itmiyor.
Metroda Kürtler oturamaz yazan yazı da yok. Ülkede Apartheid gibi şeyler de asla olmadı.
Çözümsüz hiçbir mesele de yok. Yeter ki etnik milliyetçilikle bir toplumun adı daha fazla tahriş edilmesin.
Ama Türklük tarihte haçlılara, onu yok etmek isteyen emperyal güçlere karşı bir davadır ve dikkat edin "ırki" demiyorum kavram olarak üstündür çünkü bir bayraktır. Irk davası değil.
Anlamak istemeyenlerin de anlamadığı budur. Türk kökenden gelmeyip Türklük safında varını yoğunu adayan ve bedel ödemiş toplumların bu bayrağı dik tutma azmidir.
Çünkü bilirler ki o bayrak düşerse hepsi düşecektir. Türkiye, İslam dünyasının kesintisiz egemen kalmış tek ülkesidir.
Bu sebepten Türkler Museviler gibi değildir. Devletsiz kalıp dindar kalınamaz. "Türkün dini, devletidir" lafı aslında Türklere karşı hakaret için söylense de bir gerçeği ifade eder.
Çünkü devletin yoksa din de hikayedir. Devlet, dinin teminatı, namusun, kültürün teminatıdır.
Ayrıca Türklüğü benimsemiş olan Slav (Boşnak, Pomak) vd. toplumlara gelince: iyi olmayan malın kimse alıcısı olmaz, benimsemez.
Bir kimlik eğer benimseniyorsa onda altında saf tutmaya değer bir mana, aidiyetini bağlayacağın bir ruh var demektir.
O ruh, ırkları aşar. Türklük ve Türkçülük, ırkçılık değil bir tarih ve şuur birliği altında saf tutanların kader birliğidir. Bizler bunu böyle biliriz.
Kürtleri de kardeş biliriz.
Gün gelsin de bu ülkede bir Kürt gencine "Kimsin?" dendiğinde "İnsanım" desin.
"Ötekin kim?" ve "Ötekine göre sen kimsin?" dendiğinde öteki kavramı için uzun uzun düşünsün ve o ötekiyi bulamasın.
Ötekiyi bulamadığı için de ötekine göre kendisinin nasıl göründüğünü bilmesin ve kendini hiç öteki gibi görmediği için de bu toplumla bütünleşsin ve bu güzel tarihi hazmedip benimseyerek ırki açıdan değil, aidiyet ve şuur bazında "Türk'üm" desin.
Demese bile zaten dünyanın bir yerine gittiğinde adamın uyruğuna bakarlar. Türk pasaportu mu var? Türk'tür. Türk'sün diye bakılır.
Öyleyse bu anayasal vatandaşlık ile barışık olmayı engelleyen tipler, gerçeği değiştirmeye çalışan, suyu tersine akıtmaya çalışan ve "sözüm ona kendi insanına" vakit ve kaynak kaybından başka bir şey vermeyen tiplerdir.
Çatışma üreterek etnik oyları garantilemek ve sürekli tehdit altında tuttuğu ve reaksiyon halinde tetikte tuttuğu bir milliyetçiliği yaşatmak ve o milliyetçilikten ekmek yeme eğilimindedir. Bu, sadece çatışma üretir.
Tüm bu çatışmalarsa, coğrafyaya zaman kaybettirir. Ama Türk devleti sadece bu coğrafyada bin yıldır var.
Zaman mefhumu, kelebek için sorundur. Çınar ağacı için değil. Türkiye'nin zamanı var. ABD bugün burada yarın döner.
Biz yine beraber yaşayacağız, yaşamalıyız da ama dostça. Dedim ya size, kuyrukta beklerken Türk de Kürt de beraber bekliyor.
Deprem olsa altında beraber kalacağız ve uzanan ele "Türk mü? Kürt mü?" diye uzanmayacağız.
Öyleyse birbirimizi eleştirelim ama yargılama, aşağılama olmadan. Her şeyi eleştirebilirsiniz. Her konuda ironi de yapabilirsiniz.
Birbirinizi sevmek zorunda da asla değilsiniz. Ama tolere edeceksiniz.
Ben de Kürtçüleri sevmem ama Kürtleri severim. Türklerin de belli bir bölgeyi yücelten, o bölgeden gelip kadrolaşma yapanlarını da sevmem.
Çerkes olup, Arnavut olup, Boşnak olup Boşnaklar asimile oluyor diye ağlayanı da sevmem. Git Bosna'ya orada yaşa… tutan mı var paşam?
Ama Allah'tan bu tipler bu cenahta azlar. Olduğunda da usturuplu şekilde diyoruz.
"Anadil, anadil" diyenlere de "Anan öğretmedi ise devlet sana anadil öğretmek zorunda mı?" der geçerim.
Biraz sert ve köşeli gelebilir ama yumuşağını başkası konuşsun. Ben böyle konuşuyorum.
Dil, derdini anlatman içindir. Toplumlar hiçbir baskı görmedikleri dönemlerde anadillerini hakim üst kültür diline evirmektedirler.
Dolayısıyla dil değişimi ve bir başka üst kültür dilinin "anadil" benimsenmesi aslında barış ve bereket ortamında rıza ile oluşan bir süreçtir.
Bu sürecin ortasında "anadilde eğitim" yaygarası maksatlıdır. Dil bahanesi ile yüceltilen her şey, en baştaki satırlarda bahsettiğim milli meselelere ve özerkliğe, oradan da bağımsız devlet olmaya giden süreçtir.
Üzgünüm efendiler! Kimse bu topa girmez ve hiçbirimiz de ahmak değiliz. Din ve dil meselelerinin fazla abartılması, devletleri yıkar, mahveder.
Türkiye Cumhuriyeti'ni ikinci kez kuracak değiliz. Anayasanın değişmez hükümlerini de tartışacak değiliz. Kalan her şeyi konuşuruz yeter ki silahla değil ağzımızla konuşalım.
Silahı da bırakacak olan teröristlerdir. Devletin kolluk gücü silah bırakmaz. Bırakırsa devlet olmaz.
Ama devlet, kuralları uygulamazsa da kendini inkar etmiş olur. O vakit de devlet olmaz. Sokaklarını, o sokaklara girip çıkan insanları, kimi ne için kabul ettiğini bilmelidir.
Sınırdan içeri girenlere bu ülkede kaç gün kalacaksın? Kendini nasıl idame ettireceksin? Kalacağın sürede harcayacağın parayı ibraz edeceksin ve bu para, şu miktardan az olamaz demelidir.
Türkiye'ye geleni almak değil, almak istediğini getirmek lazımdır. Yıkılmaz ve düşmez bir devlet değiliz. Gayet tabi yıkılabiliriz gayet tabi düşebiliriz.
Ama kurallar ve olmazsa olmazları iyi bilmek gerekir. Sosyal DNA'ları korumak, o DNA'yı bozmamak ve şehirleri, asayişi ve barışı korumakla mümkündür bu.
Nüfus hareketleri ile koskoca Roma İmparatorluğu yıkılmış. Göç, günümüz dünyasında riskli iki ucu pis değnek gibidir.
Topraklarına aldığın kitleler, elektrik akımı gibidir. Topraklarına değmeden onları otobüsle sınırın içine girdikleri gibi sınırın dışına tıpkı direkler üzerinde taşınan elektrik akımı gibi gönderebiliyorsan gönder aksi halde toprağına temas ettiği andan itibaren etkileşime girerler.
Enerji de veriyor olsa yakma ihtimali fazladır. Her halükarda etkileşime girdiği yer Türk vatanı olacaktır ve burada evlilikler yapacak ve bazıları da ihtimal burada kalacaktır.
Kimi niye aldığımız çok mühimdir. Taksim'de yaşanan elim ve acı hadisede bunu bir kez daha gördük. Dilerim daha görmek zorunda kalmayız.
Bu çatı çok değerli. Bu çatı korunmalı. Bu çatı kutsal ve bu çatı özel. Çatı çökerse her şey çöker. Çatıyı hep beraber oluşturduk ve adı Türkiye Cumhuriyeti.
Onun tarihiyle, kurucularıyla, değerleriyle barışık olalım ve ona ne verebiliriz? Bunu düşünelim.
Ülkelerin ana meseleleri bellidir ve bunlar üzerinde konuşmak esastır. Önceliğimiz refahın tesisi olmalıdır.
Sosyal adalet, eleştirilebilir siyasiler, sıfır fakirlik, enerji verimliliği, sürdürülebilir kalkınma ve herkes için ortak refah olmalıdır.
Kaliteli üniversiteler, kaliteli tartışma ortamı, şiddete sıfır tolerans, temiz ve güvenli sokaklar olmalıdır. Sıfır nepotizm olmalıdır. Yüksek düzeyde liyakat bilinci olmalıdır.
Peygamberimizin Mekke'yi fethinden sonra bile kabenin anahtarlarını bir putpereste vermesi, dindar ve dinsiz hepimize birer örnektir.
Meselemiz Türklük, Kürtlük de değil, temsil ettiğimiz kavramların içini refah, adalet, liyakatle doldurmak olmalıdır.
Yoksa Elon Musk alır yürür, elin maskarası da bu topraklara ucuz ülke muamelesi yapar doları avrosu ile en güzel tatili yapar, senden de benden de adam devşirir.
Yeri gelir istediğini kullanıp bir diğerine top yemi yapar yeri gelir destekler sonra da işi bitince çeker gider. Biz de birbirimizi yediğimizle kalırız.
Belçika'sı Fransa'sı ülkesine çekip gitmiş ama geride bıraktığı ve kullandığı Tutsi halkını nasıl Hutuların kanlı palalarına bırakmış ise kullanılan her milletin kaderi de bu olacaktır.
Üç aşağı beş yukarı çoğu yerde aynısı olmuştur. Bu toprakların kaderi farklı olsun ama bundan önce farklı düşünmeyi öğrenmek şarttır. Fark yaratmak için bu lazımdır.
Şu kâinatta hepimizin dolduracağı boşluk, meydana getireceğimiz ve getirmemiz gereken işte o olumlu farktır.
Sözlerimi burada nihayete erdirirken bağlayayım artık.
Önceki haftalarda da söylüyordum. Son yazıları yazıp kenara çekileceğim diye.
Bu son yazımda şu güne dek fikirlerimi seslendirme imkanı tanıyan Indy Turk ailesine teşekkürlerimi bir borç biliyorum.
Kimi zaman uzun, kimi zaman kısa çok şeyi paylaştık.
Artık kitabıma ve bilimsel çalışmalarıma yoğunlaşacağım bir döneme girdim. Yoğunluğum artığında ve sıkıldığımda sosyal medya sayfamı da kapatmayı düşünüyorum arada.
Ünlü olmak, tanınmak ve benzeri gayelerim hiç yok ve asla da olmadı. YouTube programları yapmayı da sevmiyorum, TV'ye çıkmayı da.
Fikirlerimi yeteri kadar ifade ettim. Kiminiz beğendi kiminiz eleştirdi. Küfürden ve hakaretten uzak herkesle her ortamda konuşuruz.
Konuşmak, anlatmak, öğretmek ve hatta tartışmak, işimizin bir parçası. Milliyetçiyim ve Türklük hayatım boyunca taşıyacağım en onurlu şey ama bu onurun altını dürüstlük, işini iyi yapmak, doğru kalabilmek, yanlıştan dönmek, haksızlığa ve yanlışa tavır alabilmekle ve böylece de Türklüğün içini değerlerle doldurmakla anlamlandırıyorum.
Aksi halde slogan milliyetçiliğinin hiçbir faydası olmaz.
Bizler de kendimizce bu açığı dolduruyoruz. Her canlının bir yaşam ve yaradılış gayesi var bizim da gayemiz kendi doğrularımız ve onlarla dünyada bir şeylerin iyiye gidişine katkıda bulunmak.
Türkiye denen coğrafyanın tüm insanlarıyla dünyada değer gören ve dünyaya değer katabilen bir yerde olması.
Makul ve reel milliyetçi olabilmek adına ne biliyorsak yazdık. Fazlasını da Allah ömür verirse yazacağız.
Varlık "Ol" kelimesiyle; söz, "Oku" kelimesiyle başladı.
İnsana düşünmek, tarihe ise yazmak kaldı.
Selam ve sevgilerimle.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish