Günümüzde nüfusları yaklaşık 1,8 milyar insanı bulan İslam dünyasında 52 bağımsız ülke ve 5 otonom bölge bulunuyor.
Ama bunların arasında gerçek anlamda demokratik bir hukuk düzenine sahip tek bir ülke bile yok.
Elbette kastettiğimiz, uygulamada bir hukuk devleti ve demokratik düzen, yoksa kağıt üstünde hepsinde gerçek bir demokraside olması gereken tüm kurumlar var.
Bir iki istisna hariç tüm İslam ülkelerinde mevcut olan parlamento, siyasi partiler, seçimler, sendiklar, medya ve sivil toplum kuruluşları gibi demokratik kurumlar uygulamada tam işlemediği ve sadece kağıt üstünde kaldığı için bu ülkelerde insanlar kanunlar önünde eşit değil.
En kötü örnek olan Afganistan'dan en iyi örnek olan Türkiye'ye kadar tüm İslam ülkelerinde işlerinizi halletmek için mutlaka bir aracıya ihtiyaç duyarsınız, yönetimin üst kademelerinde ne kadar tanıdığınız, dostunuz veya akrabanınz varsa işinizde o oranda yükselir ve başarı elde edersiniz.
Devlet makamları bu ülkelerde zenginleşme ve maddi refaha kavuşma aracıdır. O yüzden tüm İslam ülkelerinde bir iki küçük istisna hariç üst düzey devlet görevinde olan herkes, bulunduğu makamdan büyük bir servetle ayrılır.
Kimse de Batı'da olduğu gibi bunun kaynağını sorma gereği duymaz. Zira, müslüman toplumlarda "Devlet malı deniz, yemeyen domuz" anlayışı hakimdir. Rüşveti sorgulayan, hukuku savunanlar genelde yadırganır veya hoş karşılanmaz.
En kötü örnek olan Afganistan'dan bir misal vermek gerekirse; 2002-2021 yılları arasında Afganistan'da iktidarda olan Batı destekli cumhuriyet rejiminde dönemin cumhurbaşkanı Hamid Karzai'nin ilk kabinesinde Ramazan Beşerdost adında bir bakan vardı.
Karzai'nin ailesi dahil tüm kabinesi rüşvete gırtlağına kadar bulaşmışken, Beşerdost kendisi rüşvet almadığı gibi, alanlara da şiddetle karşı çıkıyordu.
Bu nedenle Karzai ile anlaşamayıp kabineden istifa etti ve görevini milletvekili olarak sürdürdü.
Parlamento kürsüsünde her fırsatta hak, adalet ve eşitliği savunan ve rüşvetçi politikacıları ifşa eden Beşerdost kimseye yaranamadı.
2014 yılında bir seçim arifesinde kendisini ziyaret etmiştim. Ofis tutacak parası olmadığı için seçim çalışmalarını Kızılay'dan aldığı bir çadırda sürdürüyordu.
Sıradan Afganlar, "Adam bakan olmuş, milletvekili olmuş ama doğru dürüst bir ofisi bile yok, kendisine hayrı olmayan adamdan bize hayır mı gelir" diyerek Beşerdost ile alay ediyorlardı.
Kimse, dürüst olduğu için onu takdir etmiyor, aksine bakan ve milletvekili olduğu halde hâlâ çulsuz dolaşmasıyla alay ediyorlardı.
Beşerdost ise modern Hindistan'ın kurucusu Mahatma Gandhi gibi çevrenin sözlerine aldırmadan baldırı çıplak bir şekilde halk arasında dolaşarak adalet ve hukuk arayışını sürdürüyordu.
Gandhi sonunda halkı tarafından baş tacı edilirken Beşerdost alay konusu oldu.
Ve gördüğünüz gibi, Afganistan ile Hindistan'ın halleri ortada. Dürüst politikacıları baş tacı eden Hindistan, dışarıda pek çok insanın zihnine kazınmış Hint fakiri anlayışını kırarak, teknolojide dev atılımlar gerçekleştirip büyük bir dünya gücüne evrilirken, Afganistan uzun zamandır bataklığa saplanmış bir hayvan gibi cehalet ve taassup çukurunda debeniyor.
Bilim, teknoloji, sanayi, ekonomi ve ticaret yarışında geri kalıp toprakları işgale uğrayan İslam dünyasında bundan yüz küsür yıl önce kötü gidişatı durdurmak için bir fikri arayış başladı. Bunun sonucunda üç yaklaşım ortaya çıktı.
Birinci anlayışa göre, Müslümanlar İslam'dan uzaklaştıkları için geri kalmışlardı. Bu yüzden İslam'ın özüne dönmek ve Peygamber'in zamanındaki gibi bir düzeni yeniden tesis etmek gerekiyordu. Bunun sonucunda Vahabi Hareketi ortaya çıktı ve Vahabilik yayılmaya başladı.
İkinci anlayış ise, İslami Modernleşme idi. Buna göre, Batı bilimi ise İslam'ı bağdaştırarak kalkınmak mümkündü. Mısır'da ortaya çıkan Müslüman Kardeşler Örgütü veya İhvan-ül Müslimin, bu anlayışın bir sonucuydu.
Üçüncü anlayış ise, Batı'nın yolunu izlemekti. Buna göre, gelişmek için en doğru yöntem, Batı'nın yolunu izlemekti.
Müslümanlar, İslamiyetin kontrolünü, değişime ayak uyduramayan cahil din adamlarına devrederek çağın gerisinde kalmışlardı.
Bu yüzden, yapılması gereken, inancı, Batı'nın izlediği yolla doğaüstü şeylerden arındırarak modernleştirmek, büyülü düşüncelerden feragat ederek bilim ve laik aktivitelerle uyumlu bir ahlak sistemi olarak yeniden düzenlemekti.
İslam dünyasında üç yolu da izleyen ülkeler oldu ama bunların hiçbiri, nihai hedefe ulaşamadı. Yani İslam'ın bilimsel ve maddi başarılarla dolu o eski parlak günlerini yeniden canlandırmayı bir türlü başaramadılar.
Vahabi yolunu seçen Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, Katar ve İslami modernleşme yöntemini benimseyen Humeyni İranı birer dini diktatörlüğe dönüşürken, Batı'nın yolunu izleyen Atatürk Türkiyesi, Şah döneminin İran'ı veya kısa ömürlü Amanullah Han döneminin Afganistan'ı yamalı bir demokrasi halini aldı.
Cemal Abdunnasır, Saddam Hüseyin, Hafız Esat ve Muammer Kaddafi'nin başta olduğu sosyalist Arap cumhuriyetleri ile yeni bağımsızlığa kavuşan Orta Asya'daki Türk cumhuriyetleri ise birer katı laik diktatörlüğe evrildiler.
Bugün bu ülkelerin hiçbirinde gerçek bir demokrasiden ve hukuk devletinden söz edemezsiniz.
Nitekim bu ülkelerde sıradan bir vatandaş olarak üst düzey bir devlet yetkilisi ile sorun yaşadığınızda haklı bile olsanız hakkınızı arayamazsınız.
Aramak isteseniz, öncelikle savcılar ve hakimler buna izin vermez. Dava açsanız bile kazanma şansınız yoktur, aksine devlet büyüklerine hakaretten başınız büyük derde girer.
İslam dünyasında herkes bunun farkında olduğu için olsa gerek, savaştan kaçan Suriyeliler birer refah ülkesi olan Suudi Arabistan, Kuveyt, BAE, Bahreyn gibi ülkelere sığınmak yerine ölümü ve azgın denizlerde boğulmayı göze alarak Batı'ya gitmeye çalışıyor.
Oysa Körfez Arap ülkeleri hem Arap kültürlü hem ekonomik olarak müreffeh hem de mesafe olarak çok yakın oldukları için Suriyeliler için daha cazip olmaları gerekir.
Aynı şeyi Afganlar için de söylemek mümkün. Tıpkı İran'da olduğu gibi Afganistan'da da Fars kültürü hakim ve Farsça, tüm etnik grupların ortak iletişim dili.
Buna karşın hiçbir Afgan göçmen, İran'da kalmak istemiyor, sınırdan yüzlerce kilometrelik yolu yaya yürüyerek Türkiye'ye geçiyorlar.
Zira onlar için Türkiye, Batı yolunun üzerindeki bir köprü olmanın yanı Batı demokrasisinin düşük bir versiyonu. Dolayısıyla bu ülkede, insanlar İran'a göre çok daha özgür ve rahat.
Ülkelerinden ayrılmak zorunda kalan tüm mültecilerin nihai hedefi, Batı'ya yerleşmek. Zira, onlar için Batı, yeryüzündeki cennet.
Batı'yı insanların gözünce cazip hale getirense, sadece maddi zenginlik değil, aynı zamanda manevi refah. Yani gerçek anlamda demokrasi, hukuk devleti, insan hakları, eşitlik ve bireysel özgürlükler.
Elbette, Batı'nın demokrasi ve insan hakları konusundaki geçmişi ve sicili son derece kabarık ama yine de kendi coğrafyasında demokrasi ve insan hakları açısından şu anki koşullar, dünyanın diğer bölgelerinden çok daha cazip.
Öyle ki, burada bir Türk işçi çocuğu, bir Arap göçmen veya bir Hintli çalışarak, alınteri ile en üst makamlara gelebiliyor.
Bir Türk Almanya'da, bir Arap Fransa'da veya bir Hintli İngiltere'de bakanlık, başbakanlık koltuğuna otururken yerli halktan kimse onlar için "dağdan gelip bağdakini kovuyor" hissine kapılmıyor.
Buna karşın, İran'da veya Türkiye'de Afganların ve Suriyelilerin bırakın herhangi bir makama gelmeyi, sokakta dolaşırken bile kendi din kardeşlerinden işitmediği hakaret kalmıyor.
Bu iki ülkede insanlar, yaşadıkları ekonomik sıkıntı ve sosyal adaletsizliklerin hıncını savunmasız göçmenlerden çıkarıyor.
İslam coğrafyasında refrom çabalarının başlamasının üzerinden yüz yılı aşkın bir süre geçmesine karşın hâlâ hiçbir İslam ülkesinde demokratik düzene dayalı hukuk devletinin tam olarak oturmamış olması, acıklı olduğu kadar anlamlıdır da.
O yüzden, "Nerede hata yaptık" diye sormak, bu coğrafyadaki herkesin görevi olmalıdır.
Bunu sorduğumuz zaman, kan, gözyaşı, içsavaş, zulüm ve baskıyla dünya kamuoyunun belleğine kazınan İslam coğrafyası, Ortaçağ'da olduğu gibi yeniden dünyanın uygarlık merkezine dönüşebilir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish