Yazar Murat Kaya, 9 yıl boyunca cephede savaşan dedesi'Gayalı Mehmet'in kahramanlık öyküsünü kaleme aldı.
"Gayalı: Yüzyıllık Emanet" adlı eser, vatan toprakları uğruna canından vazgeçen delikanlılar ile onların yokluğunda bacaların tütmesini sağlayan kadınlar ve babalarını göremeden büyüyen çocuklara da bir saygı duruşu niteliğinde...
Murat Kaya ile "İşte o kahramanlara olan vefa borcumuzun bir kısmını ödemek için yazdım" dediği kitabını konuştuk.
- "Gayalı: Yüzyıllık Emanet" adlı romanınızı okurla buluşturdunuz. Eserin girişinde "Bana emanet edilen hatıraları kefaret öder gibi, tövbe eder gibi yazmak zorundaydım, yoksa huzur içinde ölemeyeceğimi biliyorum" demişsiniz. Bu düşüncenizin nedenini biraz açıklar mısınız?
Bana anlatılan yaşanmış gerçek hatıralardan oluşan "yüzyıllık emaneti" idrak ettiğimde enikonu telaşa kapıldım ve bunu fark edene kadar ölmediğim için şükrettim.
Cephelerde yanı başında vurulup şehit olan silah arkadaşları artık geri dönemez ve ailelerine hiçbir şey anlatamazdı.
Bir karış ötesinde saatlerce can çekiştikten sonra masmavi gözleri açık bir halde bu dünyadan ayrılan Anzak askeri bile artık annesine mektup yazamazdı ve anlatamazdı onların özlemiyle yabancı topraklarda yapayalnız nasıl öldüğünü.
Dedem bu hatıraları bizlere devrederek vazifesini tamamladı ve beni bu emanetleri asıl sahiplerine ulaştırmakla görevlendirmiş oldu.
Bu nedenle gönül rahatlığıyla huzur içinde ölebilmek için bana teslim edilen yüzyıllık emaneti asıl sahiplerine yani sizlere devretmeliydim. Şimdi görevim tamamlanmış oldu.
- Romanın başkahramanı Gayalı yani Mehmet, sizin dedeniz. Kendisi aynı zamanda bir şehidin oğlu. Eşiyle iki küçük çocuğunu geride bırakıp cepheye koşan, I. Dünya Savaşı'nda ve Kurtuluş Savaşı'nda toplam 9 yıl boyunca savaşan dedenizi biz de rahmetle anmış olalım. Kendisinin kahramanlık destanından kısaca bahseder misiniz okurlarımıza?
Gayalı köyünden ilk kez ilan edilen seferberlik nedeniyle ayrıldı. Çanakkale Kara Savaşları'nda çok ölüm gördü.
Zafer sonrası Doğu cephesinde Ruslara ve Ermeni çetelerine karşı savaştı, Kafkas İslam Ordusu mensubu olarak Bakü'nün fethine katıldı.
Ve daha sonrası Kurtuluş Savaşı'nda, İzmir'e ilk giren süvari birliğinde görev yaptı.
Dedem bir kahramandı, evet buna şüphe yok. Ancak o dönemde o kadar çok kahraman vardı ki... Hepsinin hakkını ayrı ayrı teslim etmek gerekir.
Genç yaşlarında hiçbir ödül, makam ya da mevki beklemeden vatanın namusu için hayatlarından vazgeçen, Anadolu'nun yanık tenli, mahzun bakışlı delikanlılarının tamamı kahramandı.
Onları ölüme uğurlarken gizli gizli gözyaşı dökmelerine rağmen, yüzlerine gülümseyip yüreklendiren, hiç haber alamadan dönmelerini bekleyen, o yokluk günlerinde evi çekip çeviren, bacaların tütmesini sağlayan kadınlar ve babalarının yüzünü dahi göremeden büyüyen yetim çocukların hepsi birer kahramandı.
Kısacası kahramanlıkla övünmenin abes kaçacağı kadar çok kahramanın yaşadığı günlerdi o günler. Bu kitap işte bu kahramanlara olan vefa borcumuzun bir kısmını ödemek için yazıldı.
"Kitaptaki bütün karakterler gerçek"
- Kitabınızda yer alan tüm karakterler gerçekten yaşamış kişiler mi?
Hikâyenin gücü buradan geliyor zaten. Evet, bütün karakterler gerçek. Bazılarını ben çocukluğumdan tanıyorum.
Hikâyenin geçtiği mekânların bir kısmında bulundum, dolaştım, hatta yaşadım.
Bazı kişiler ise soğuk kış gecelerinde, yazın sıcağında, gece gündüz o kadar çok anlatıldı ki bana, neredeyse hepsinin nefesini dahi hisseder oldum.
Bu romanı yazmaya başladığımda ise neredeyse hep beraber yaşamaya başladık.
Her hikâyeyi tekrar tekrar bana yeniden anlattılar. Kaderleriyle yeniden yüzleşiyormuşuz gibi hep beraber ağladığımız zamanlar oldu.
- "Gelecek nesiller için hayatlarından vazgeçen kahramanlar unutulmamalı" diyorsunuz. Günümüz insanı, şehit ve gazilere olan borcumuzun farkında mı sizce? "Unutmak kaybetmektir, eksilmektir" inancındasınız, buna göre; eksik miyiz bu konuda?
Konu açıldığında ya da özel günlerde şehit ve gazilerimize olan minnettarlığımızı hep bir ağızdan haykırıyoruz, ancak bir içselleştirme sorunu yaşadığımızı düşünüyorum.
Gerçekten unutmadığımızı göstermek istiyorsak, onların canları pahasına sahip çıktıkları değerleri daha çok önemsemeli ve koruyup kollamalıyız.
Her şeyi bir kenara bırakalım, nice yiğidin kanlarıyla ıslanan bu topraklarda tek bir sigara izmaritinin bile yere atılmasına izin vermemeliyiz.
Gerisini varın siz hesap edin. Onları unutursak her şeyi yani geçmişimizi unutmuş oluruz, gelecek başkasının geleceği olur.
"Topçu Mahir Dede artık sofrasında tek başına"
- Kitabınızda Ankara'nın Beypazarı ilçesinde türbesi bulunan Topçu Mahir Dede'den de bahsetmişsiniz. Türbesini ziyaret ettiniz mi hiç? Topçu Mahir Dede'nin "gönül gözü açık insanları" sofrasına konuk ettiğini yazmışsınız ya, siz de o sofraya konuk olup ağzını sıkı tutanlardan mısınız yoksa?
Elbette defalarca ziyaret etmişimdir, ancak sofra meselesine cevap vermem mümkün değil.
Konuklar arasında olduğumu söylesem sofradan kovulacağım, olmadığımı söylesem "gönül gözü kapalı" insanlardan olduğumu itiraf etmek zorunda kalacağım.
Ben buna genel bir tespitle cevap verip üzerime yönelen bireysel yükün ağırlığını azaltayım; biliyorsunuz kolektifliğin hafifletici bir yanı vardır.
İtiraf etmem gerekirse, zamanımızda bütün gözlerin artık "katarakt" olduğunu kabul etmek yerinde olacaktır.
Bu nedenle büyük ihtimalle Topçu Mahir Dede artık sofrasına tek başına oturuyor olmalı.
- Günahları yazmakla görevli "sol omuz meleklerinin" işlerinin hayli fazla olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Kendimize dönersek; o meleklerin bizim için de çok yoğun çalıştığını söyleyebilir miyiz sizce? Yeni günah "icat etmekte" iyi miyiz?
Dünyada geçirdiğimiz her yeni günde bu yeteneğimizin daha da geliştiğini söyleyebilirim.
Çünkü şeytanla tanışıklığımızın süresi her gün uzamaktadır. Bütün ebeveynlerimizle dostluğu olan ve en önemli aile sırlarımızı bilen şeytan için bizler artık çok kolay avlarız.
Bu nedenle şeytanla teke tek çarpışmaktan, onun sıkça dolaştığı mekânlardan ve onun dostlarından uzak durmalı, mütereddit hareketlerle dikkati üzerimize çekmemeye çalışmalıyız.
"O hatıraları yazarken çok gözyaşı döktüm"
- Yazdıklarınız kurgu değil, gerçek. Gerçek olayları yazmayı "kolaycılıktan kaçmak" olarak nitelendiriyorsunuz. Bir edebi eserde kurgu mu daha etkileyicidir, gerçek mi?
Hangisinin etkileyici olduğu okuyucuya göre değişir sanırım. Gerçek ya da kurgu olması değil, iyi yazılıp yazılmadığı kriter olmalı.
Gerçeği; geçmiş veya yaşanmış olarak değerlendirebiliriz ve insana her şey kontrol altında duygusu verir.
Gelecek ise kurgudur ya da hayal gücü. Şimdiki zaman ise belirsizlik ve kaygıdır. Gelecekte henüz gerçek yoktur, emareleri vardır.
- Yokluk içinde büyüyüp vatanları için canlarını feda eden gencecik fidanlar, evlat acısı yaşayan aileler... Kitabı okurken gözyaşlarına engel olmak mümkün değil. Siz o satırları yazarken neler hissettiniz?
Bana verilen görevi fark edip bu hatıraları yazıya dökmeye başladığımda sanki yaşamla ölümün iç içe geçtiğini hissetmeye başladım.
Hepsi kanlı canlı bir halde karşıma gelip oturdular. O kadar çok şey anlatmak istiyorlardı ki, odanın içini her dilden, her dinden hikâyelerle doldurdular.
Çocuk yaştaki askerler; geride bıraktıklarının özlemi sırt çantalarında, sağ kalabilmek için birbirlerini öldürmek zorunda kalmanın ve hayallerinden daha erken ölmenin karmaşık duygularını anlattılar bana.
Onlar bu duruma alışmış gibiydiler, bu nedenle yeni arkadaşlarıma göre daha çok gözyaşı döktüğümü itiraf etmeliyim.
Dedesinin feryadını duya duya ölüme yürüyen o küçücük beden
- Dedenizin cephede yaşadıkları arasında sizi en çok etkileyen olay hangisiydi?
Hepsi çok etkiledi tabii ki, ancak seçmek zorunda kalırsam iki hikâye ön plana çıkar. İlki Erzurum'da Ermeni çeteler tarafından süngülenen ve cenazeleri bir-iki metre arayla yerde yatan dede ve torunun hatırası.
Dedesinin çaresiz feryatlarını duya duya ölüme yürüyen ve vücudunda neredeyse yaşının iki katı süngü darbesi taşıyan o küçücük beden.
Bir de Gayalı'nın top ateşi nedeniyle boğazına kadar toprağa gömüldüğü gün, bir karış mesafede yüzüne bakmak zorunda kaldığı yaralı Anzak askerinin saatlerce acı içinde kıvrandıktan sonra evinden, barkından ve sevdiklerinden binlerce kilometre uzakta yapayalnız ölümü...
Dillerini dahi anlamadan birbirlerini ölüme hazırlamaları... O da çok etkileyici ve sorgulayıcı bir hikâyedir.
- Size 'Kaya' soyadını getiren 'Gayalı' lakabının çıkış noktasını kitapta anlatmışsınız ama henüz okumayanlar için bahsedelim mi biraz bundan?
Bütün ailesini geçindirdiği tek tarlasının çok taşlı olması ve Mehmet'in tuvalete giderken dahi taşları ya da kayaları tarla dışına atmak için yanında taşıması nedeniyle "Gayalı" lakabı verilmiştir.
Aslında "Gayalı"nın sürekli kaya ile dolaşması nedenleri farklı olsa bile "Galyalı Asteriks" hikâyesini de çağrıştırmaktadır.
"Dünyayı insanların birbirleri için yaptıkları fedakârlıklar kurtaracak"
- Kitapta okura "Savaşta mutlaka ölecek olsanız, atılan ilk mermi ile mi ölmek isterdiniz yoksa o savaşta atılan son mermi ile mi hayatınızın son bulmasını arzu ederdiniz?" diye soruyorsunuz. Siz hangisini tercih ederdiniz?
Bu soru bir fedakârlık testi gibi aslında. Başkaları için nelerinizi feda edebilirsiniz?
"Sonunda öleceksem bu kadar eziyeti neden çekeyim" diyenler kadar "Yaptıklarımdan başkaları yararlanacak olsa da elimden gelenin en iyisini yapmalıyım" diyenler arasındaki farkı ortaya çıkarır.
Dünyayı insanların birbirleri için yaptıkları fedakârlıkların kurtaracağına inanan biri olarak oyumu belli ettim sanırım.
- Gündeminizde yeni bir kitap projesi var mı?
"Gayalı: Yüzyıllık Emanet" kitabı, Gayalı'nın 1919 yılında Bakü'den evine dönüşüyle tamamlanıyor.
Sakarya Meydan Muharebesi ile başlayan ve İzmir'in kurtuluşuyla tamamlanan İstiklâl Savaşı'nda yaşananlar ise devam kitabının konusu olacak ve hikâye onunla sona erecek.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish