Futbol tarihinin en önemli dönüm noktalarından birisi olan Luís Figo'nun Barcelona'dan Real Madrid'e transferi, kısa süre önce "Figo Vakası: Futbol Tarihinin En Sansasyonel Transferi" isimli belgesele konu oldu.
Netflix için çekilen bu belgesel, 22 yıl önce yaşanan hadisenin tüm muhataplarına mikrofon uzatıyor.
Bu anlamda belgeselin, 1990'larda Chicago Bulls'ta yaşananları Michael Jordan'ı mutlu edecek şekilde sunmakla eleştirilen "The Last Dance" isimli yapımdan daha objektif olduğu söylenebilir.
Eski kulüp başkanları, menajerler, futbolcular ve Figo teker teker konuşup hadiseyi kendi perspektiflerinden anlatıyorlar.
Ancak belgeselin sonunda Figo'nun Barça'dan, Barça'nın kan davalısı Real Madrid'e transferinde kimin haklı olduğunu anlamak bir yana, ekranın karşısından kafamız daha da karışmış şekilde kalkıyoruz.
Belki de belgeseli izlerken kimin "haklı" olduğunu bulmaya çalışmak yerine, farklı kişilerin aynı hadiseyi nasıl bu denli farklı algıladıklarına odaklanmak gerek. Sosyal bilimler bu noktada işimize yarayabilir.
Kısaca "Figo Vakası"
Hadiseyi bilmeyenler için kısa bir özet geçelim. Figo, Sporting Lizbon'un alt yapısından yetişmiş, kendisini bu kulüpte fazlasıyla ispatladıktan sonra 1995'te İtalya ve İspanya'daki birçok Avrupa devinin transfer listesine girmeyi başarmış genç bir yetenektir.
İtalya'da Parma ve Juventus kulüpleri ile aynı anda anlaşan Figo bu eylemi nedeniyle aldığı ceza neticesinde İtalya'da oynayamaz ve Barcelona tarafından transfer edilir.
Burada geçirdiği 5 sezonda birçok başarıya imza atan oyuncu, taraftarın gözünde Barça'nın değişmez, önemli bir parçası haline gelir. Ancak Figo tam da bu esnada Real Madrid'e rekor bir bedelle transfer olur.
Real Madrid sadece bonservis bedeli olarak 60 milyon Euro'yu gözden çıkarır, oyuncuya da Barcelona'dan alacağının çok daha fazlasını ödemeyi kabul eder.
Bugün bu transfer ücretinin kulaklara çok yüksek gelmemesi, ilginç bir şekilde, yine bu transfer nedeniyledir. Zira Figo'nun yüksek bedelle transfer olması diğer oyuncular için de bir örnek teşkil edecektir.
Ancak Barcelona taraftarı bu transferi kabullenemez. Figo defalarca kez ölümle tehdit edilir. Portekizli, her El Clásico'da (Real Madrid-Barcelona maçında) cehennemi yaşar. Hatta bir keresinde Barça taraftarı maç esnasında Figo'ya domuz kafası fırlatır.
Figo, Barça yönetiminden hak ettiği saygıyı ve ilgiyi göremediğini söylese de Barça yönetiminin ve taraftarlarının nefretini kazanmaktan kurtulamaz.
Sosyal bilimler bize bu konuda ne öğretebilir?
Amerika'nın ünlü psikologlarından Mark Leary birkaç sene evvel bir online anket düzenler. Ankette yetişkinlere şunu sorar:
Diğer insanlarla yaşadığınız tartışmaların yüzde kaçında haklı olduğunuzu düşünüyorsunuz?
Beklentimiz bu oranın gerçekte yüzde 50 civarında olmasıdır ancak ankete katılanların ezici çoğunluğu tartışmaların yarısından fazlasında haklı olduğunu ifade etmiştir.
Ankete sadece haklı olan insanların katılmasının hayli düşük bir ihtimal olduğunu siz de takdir edersiniz.
Resmi daha iyi açıklayan senaryo şudur: Genellikle, yaşadığımız anlaşmazlıklarda kendimizi haklı buluruz çünkü olayları objektif değerlendirmek düşündüğümüzden çok daha zordur.
Çoğu zaman duygularımız, geçmiş tecrübelerimiz, ideolojilerimiz, çıkarlarımız ve alışkanlıklarımız bizi doğru değerlendirme yapmaktan alıkoyar.
İşin ilginç yanı çoğunlukla bunu yaparken kendimizi kandırdığımızın da farkında olmayız. Hadiselere kendi perspektifimizden bakarken muğlak alanları kendi lehimize yorumlarız, geçmişte yaşananların bir kısmını unutur bir kısmını olduğundan daha farklı şekilde zihnimizde yeniden yaratırız.
Bu etki o denli güçlüdür ki insanın en objektif uğraşı olan doğa bilimlerinde dahi zaman zaman duyguların ve ideolojilerin gözlemlere etki ettiğine şahitlik ederiz.
Günlük yaşamımızda bu gerçekle sık sık yüzleşiriz. Aynı maçı izleyen bir grup Fenerbahçeli ve Galatasaraylı arkadaşın üzerinde anlaşamadığı bir penaltı kararını düşünelim.
Aynı takımı tutanların aynı şeyi gözlemlemesi fizyolojik bir farklılıktan değil, duyguların gözlemler üzerindeki etkisinden kaynaklanmaktadır.
Figo'nun Barça'ya transferindeki farklı yorumlar da benzer duygusal ve ideolojik faktörlerin etkisiyle açıklanmalıdır.
Kahraman bir ulusun perspektifinden
Barcelona'ya gittiğimde en çok şaşırdığım şeylerden biri Salvador Dali'nin Barcelona Futbol Kulübü'nün 75. yılı için çizdiği karakalem çalışması olmuştu.
Dünyanın en önemli ressamlarından birinin, hem de Dali gibi sıra dışı bir figürün, futbolla ilgilenmesi Tanıl Bora'nın ifadesiyle futbolun "avam işi" olarak görüldüğü bir atmosferde büyüyen bizim jenerasyon için garipsenecek bir durumdur.
Tabii, şehri tanıdıkça Barça'nın Barcelonalılar için bir futbol kulübü olmaktan çok daha öte anlamlara sahip olduğunu görmek mümkün.
Barça, İspanya merkezi yönetimi ile sürekli çekişme halinde olan, geçtiğimiz senelerde yeniden ve daha yüksek sesle bağımsızlık isteğini ortaya koyan Katalanların en önemli milli simgesi.
Simon Kuper'e göre kulüp, Katalan onurunun ana kaynağıdır. Siyasi ve ekonomik açıdan Madrid tarafından sömürüldüğüne inanan Katalanlar için Barça, merkeze karşı bir isyanı sembolize ediyor.
Siyaset ve futbol bu anlamda öyle iç içe geçmiş ki, Kuper'in aktardığına göre İspanyol diktatör Franco döneminde ona doğrudan tepki veremeyen Katalanlar, Barça'nın stadyumu Nou Camp'a gidip Real Madrid'li futbolculara sövermiş.
Franco dahi -muhtemelen kulübün Katalanların gözündeki sembolik anlamının farkında olduğundan- çekinip Barça'ya dokunmamış.
Tabii bu ilişkiyi Franco dönemi ile sınırlandırmamak gerek. Kuper'e göre Barcelona'nın Madrid'e iki başkentli federal bir ülke teklifi sunabilmesinin ardındaki faktörlerden biri Barça'nın 1992'de Şampiyonlar Ligi şampiyonu olmasıydı.
Kulübün başarısı, Katalanların özgüvenini artırmıştı. Daha yakın zamana gelelim. Bağımsızlık tartışmalarının yeniden gündeme geldiği ve ayrılıkçı Katalan liderlerin tutuklandığı 2018'de Barça'nın başkent Madrid'de Sevilla'ya karşı oynadığı İspanya Kral Kupası final maçından önce Barça taraftarının elindeki sarı bayrak ve tişörtler ayrılıkçı mesajlar verdiği gerekçesiyle zorla toplanmıştı.
Kısacası kulübün tarihi ile Barcelona'nın siyasi kaderi arasında karmaşık ama ciddi bir ilişkinin var olduğunu gözlemlemekteyiz.
İşte Barcelona taraftarı Figo transferini bu perspektiften okumaktaydı. Figo, Barça'yı terk ederken Katalanların en değerli markası ve sembolüne de ihanet etmiş oluyor, Katalan gururunu incitiyordu.
Üstelik Portekizli yıldız sadece Barça'yı terk etmiyor, Barça'nın en büyük düşmanına giderek bu kez onları dünyanın en iyi kulübü yapıyordu.
Hatırlanacağı gibi, Figo'yu transfer eden Real Madrid daha sonra süperstarlardan oluşan Galácticos'u oluşturma sürecine geçecekti.
Başkan Perez takıma Zidane, Owen, Brezilyalı Ronaldo, Ramos ve Beckham'ı alacaktı. Raul, Roberto Carlos ve Casillas gibi oyuncuların yanına eklenen bu isimler kuşkusuz taraflı tarafsız herkesi heyecanlandırmaya yetiyordu.
En nihayetinde, Figo'nun transferi ile başlayan süreç Barça'yı Real Madrid karşısında uzun süre başarısızlığa mahkûm edecekti.
John Carlin bu yeni Real Madrid'i anlattığı White Angels isimli kitabında Figo'nun Milan veya Machester'a gitmesi durumunda da Barça taraftarının kırılacağını, kızacağını ama Real Madrid'e gitmesinin ancak Yahuda'nın İsa'ya ihanetiyle kıyaslanabileceğini yazar.
Hatta bazı taraftarlara göre Yahuda, Figo ile kıyaslandığında bir aziz sayılır.
Barça ve taraftarlar Figo'nun kendileri gibi para dışında değerlere sahip olması gerektiğine inanmaktaydı.
Unutulmamalı ki, 2006'ya kadar kendi renklerine hürmeten formalarının önüne reklam almayan bir kulüpten söz ediyoruz.
(Barcelona'nın yeni yapılan anlaşma ile formadaki göğüs reklamı karşılığında Spotify'dan 4 yıllığına 280 milyon euro alacağını düşününce kulübün yıllarca nasıl bir serveti teptiği daha iyi anlaşılır.)
Figo da kulüp gibi parayı ikinci plana atamaz mıydı?
Mesela Totti'nin Roma'ya duyduğu gibi bir bağlılık gösteremez miydi?
Real Madrid Başkanı Perez, Totti'yi Real Madrid'e katmak için çok uğraşmıştı. Ancak Totti çok istediği Şampiyonlar Ligi şampiyonluğundan mahrum kalacağını bilmesine rağmen, kendi ifadesiyle "kalbini dinlemiş" ve Roma'da kalmıştı.
Hadi Totti zaten Roma'da doğmuş, büyümüştü, Figo ile kıyaslanamazdı.
"Peki…" diyordu Barça taraftarının iç sesi, "…Figo, Hollandalı Johan Cruyff kadar da mı olamazdı?"
Figo'nun onun gibi bu şehre âşık olmasını, hatta yine onun gibi Barça'da oynayıp Barça'yı çalıştırıp Barcelona'da ölmesini istemek çok mu garipti?
İmkânsızı başarmış bir gencin perspektifinden
Buraya kadar hadiseyi Barcelona'nın ve Katalanların perspektifinden okuduk.
Şimdi İngilizlerin tabiri ile Figo'nun "ayakkabılarına girip" transferi yeniden yorumlayalım -futbol için daha iyi bir deyim bulamazdık sanırım.
Öncelikle sporun Türkiye'de olduğu gibi dünyanın birçok ülkesinde de bir sosyal mobilite aracı olarak görüldüğünü hatırlatmakla işe başlayalım.
Daha basit bir ifadeyle, yoksul veya mütevazı ailelere mensup çocuklar, hayatlarını sporla kurtarabileceklerine inanırlar.
Bruce Carrington 1986'da kaleme aldığı makalesinde bu inancın alt sınıflar ve dezavantajlı etnisiteler arasında yaygın olmakla beraber temelsiz olduğuna, sporcu olarak daha iyi bir yaşam standardına kavuşmanın sadece şanslı bir azınlığa nasip olduğuna dikkat çeker.
NBA'in eski süper yıldızlarından Charles Barkley benzer bir gözlemde bulunur.
Barkley beyazların çoğunlukta olduğu okullarda çocukların doktorluk ve mühendislik gibi meslekleri hedeflerken siyahi çocukların çoğunlukta olduğu okulların -ki bunlar çoğunlukla daha yoksul ailelerin çocuklarını gönderdikleri okullar oluyor- öğrencilerinin profesyonel atlet olmayı hedeflediklerini ancak bunun çoğu için gerçekleşmeyecek bir rüya olduğunu hatırlatır.
Ona göre siyahların beyni bu ümitle yıkanmaktadır. Barkley bunu söylerken, farkında olmadan, "sporun halkın yeni afyonu olduğunu" ifade eden Fransız entelektüel Marc Perelman ile aynı safta yer almaktadır.
İşte Figo bu "neredeyse imkânsız" hedefe ulaşan azınlığa mensuptur. Portekiz'in mütevazı bir mahallesinde mütevazı bir aileye doğan Figo, atletik olmaktan uzak fiziğine rağmen henüz yirmili yaşlarında dünyanın en iyi oyuncularından biri olmayı başarmıştır.
Hayal edemeyeceği bir hayata futbol sayesinde kavuşmuştur. Tüm yaşamını başarılı bir sporcu olmaya adayan ve bu uğurda önemli riskler alan Portekizli bir gencin Barcelona'nın siyasi emellerini öncelememesi çok da garipsenmemeli belki de.
Birçok profesyonel sporcu gibi Figo için de futbol ve kulüpler kutsallık atfedilecek yerler olmaktan uzaktır.
Alt yapısından yetiştiği Lizbon'dan Barcelona'ya gelirken gösterdiği profesyonelliği yadırgamayan Katalanlar onun Barça'dan gidişini de aynı mantığın bir devamı olarak görmelidir.
Figo, belgeselde bunları tam olarak söylemiyor. Ama muhtemelen aklından bunlar geçiyordu. Aslında Figo'nun futbola ve kulüplere bakışını dikkate alınca Real Madrid ile daha iyi bir "eşleşme" içerisinde olduğunu da söyleyebiliriz.
Hatırlayanlar vardır muhakkak, Real Madrid Başkanı Perez'in takıma Brezilyalı Ronaldinho yerine Beckham'ı transfer etmesi o dönem çok konuşulmuştu.
Perez'in çalışma arkadaşlarından biri, bu tercihin Ronaldinho'nun Real Madrid'in marka değerini düşürecek kadar çirkin olmasından kaynaklandığını hatırlatır.
Öte yandan Beckham o dönem dünyanın en seksi sporcularından biri olarak gösterilmektedir. Kulağa irrasyonel gelse de Perez'in aklında Asya pazarında Real Madrid ile ilgili oluşturmak istediği imaj vardır.
Beckham bu imaja daha çok hizmet etmektedir. İnsanlar Beckham'ı izlemek, onun formasını almak isteyecek, onun olduğu takımı destekleyecektir.
Perez'in Figo'yu, Figo'nun çok çekindiği eşinin Barcelona'da kalmak istemesine rağmen bu kadar kolay ikna etmesini belki de Perez ile Figo'nun hayata benzer pencerelerden bakmaları ile açıklamak gerek.
Bununla beraber Figo hem transferden hemen sonra verdiği röportajlarda hem de belgeselde ısrarla para mevzusunu ön plana çıkarmamaya çalışıyor.
Ona göre transferin asıl sorumlusu kendisini yeterince takdir etmeyen ve ona hak ettiği saygıyı göstermeyen Barcelona yöneticileri.
Başta yeni seçilen Barça Başkanı Joan Gaspart olmak üzere yönetim onun değerini bilmeyerek ve sözleşmeyi yeniden gözden geçirmeyi reddederek -ki burada kaçınılmaz olarak yine para mevzusu gündeme geliyor- Figo'yu Real Madrid'in kucağına itmiş oluyorlar.
Figo röportajın devamında "zaten Barcelona'da kalsaydım da Real'in teklif ettiği ücretin aynısını alırdım" diyor demesine ama muhtemelen bunu söylerken asıl gitme nedeninin para değil saygı görmek olduğu imajını güçlendirmeye çalışıyor.
Bazı yazarlar, örneğin İngiliz Guardian'ın spor yazarı Barry Glendenning, Figo'nun röporajda kilit yerlerde göz kontağını kestiğinden hareketle yalan söylediğini, seyirciyi kandırmaya çalıştığını iddia ediyor.
Ben Figo'nun aslında bize değil, kendisine yalan söylediğine inanıyorum. Psikoloji biliminden öğrendiğimiz kadarıyla birçoğumuz sevmediğimiz gerçeklerle yüzleşmek ve bu yüzleşmenin yarattığı hoşnutsuzlukla yaşamak yerine gerçeği yeniden, ancak bu kez bozarak yaratırız.
Örneğin kendimize daha asil amaçlar bulur, zaman zaman hafızamızı bu senaryoya uygun şekilde yeniden düzenleriz.
Böylece kendimizi gerçekte olduğumuzdan daha erdemli kişiler olduğumuza inandırırız. Muhtemelen Figo bunu, kendini eski kulübünde yeterince takdir görmediğine inandırarak yapıyor.
Sonuç olarak, olayları hiçbir şeyin etki etmediği nötr bir ortamda yorumlamıyoruz.
Evet, bir tane "gerçek" var. Ancak insani zaaflarımız ve kusurlarımız nedeniyle çoğu zaman -belki de hiçbir zaman- gerçeğe olduğu gibi erişmek mümkün olmuyor.
Özellikle tecrübelerimiz, şartlanmışlıklarımız, beklentilerimiz, korkularımız, ideolojilerimiz, etnisitemiz, cinsiyetimiz gibi onlarca faktör gerçeği olduğundan daha farklı şekilde algılamamıza yol açıyor.
Figo transferinin -benimki de dâhil olmak üzere- birbirinden çok farklı ve hatta birbirine zıt yorumları, bize hayatın her alanında şahit olduğumuz bu gerçeği bir kez daha hatırlatıyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish