Kavramları kavrayabilmek için adlandırmalara muhtacız. Adlandırılmamış bir kavramı anlayamaz, ifade edemez, akılda tutamayız.
Bu sebepten adlandırmalar insanın öğrenme süreci için fazlasıyla mühim bir noktayı belirler.
Bir kavramın kavram olabilmesi için kavranmış ve adlandırılmış ve birden fazla insan tarafından kabul görmüş bir şey olması gerekir.
Sevgi, nefret, dost, düşman, iyi, kötü vb. bunların hepsi aslında birer kavramdır.
Dostu dost, düşmanı düşman bilmek de o kavramları bilmekle mümkündür. Kavramın adını değiştirirsen o kavramı da manipüle edersin.
Örneğin eski Sovyetler'de özgürlük kavramının yanında "ihtiyaçların karşılanması" yazardı.
Adam Özbek ise, doğal olarak düşünüyor; "Demek ki özgürüm. Ne gerek var daha fazlasını istemeye?"
Bundan başka her kavram her toplulukta bulunmaz.
Örneğin namus kavramı her toplumda yoktur. Türkçeden İngilizceye çevrilecek metinlerde özellikle bu gibi kelimelerin çevrilmesi daima sıkıntılı olmuştur.
Bunu pek az kelime oldukça sınırlı ölçüde karşılar. Dürüstlük, sadakat, bekâret, saflık, dokunulmazlık, mahremiyet kelimelerine ek birkaç kelime daha koysanız içi ancak dolar.
Bir TV filminde sizin aktörleriniz bunu namus olarak seslendirir ancak izleyen ülkelerin dublajında farklı şekillerde çevrilir.
Osmanlı hâkimiyetinde kalmış toplumların literatüründe bu tür kelimeler vardır ve sizdeki sözlük anlamındadır ama diğer toplumlarda çoğunlukla yoktur ya da aynı anlamları kapsamaz.
Kültür, aynı sınırlar içerisinde hızlı transfer ve alışverişe sahip bir olgudur.
Kavramlar gibi şehirlerin de bir "bizcesi" ve bir de "yabancası" vardır.
Bizce olmayan kelimeler mutlaka başkalarınca konmuştur. Siz bunu ya sizceleştirir ya da başkalarının koyduğu ismin sizce telaffuzuna doğru çeşitli bükmelerde bulunursunuz.
Örneğin İstanbul Şehri, Yunanca "eis tin poli" sözcüklerinden oluşur yani "şehre doğru" demektir.
Muhtemelen Türkler şehre dair konuşan kimselerden burayla alakalı en çok duyduğu kalıpla adlandırmışlardır bu şehri.
Düşünün. Kervanların olduğu ve okuma yazmanın çok düşük oranlarda söz konusu olduğu dönemlerde bir şehirden bahsedilirken onun ya içinde ya da dışında olmalısınızdır.
İçinde olunan şehirden bahsedilirken "şehir" kavramı kullanılırken dışında iseniz ya "şehirden" ya da "şehre doğru" ifadeler kullanılır.
Bu sebeplerdendir ki "is tin poli" dilimize bir şekilde girerek İstanbul olmuştur.
Buna rağmen, bazı yerleri olduğu gibi almamış, bizce adlandırmalarda bulunmuşuzdur.
Nikaya için İznik, Brussa için Bursa, Rodosto için de Rodosçuk ve sonrasında ise Tekfurdağı demişizdir.
Anadolu kelimesi de böyle gelişmiştir. Yunanca "Anatoliki" yani "doğudaki" manasına gelen topraklardır buralar ama artık Türkçedir ve Anadolu bizceleşmiştir.
Erzurum, Arz-ı Rum manasından öte, Erzurum olmuştur. Yeni mana, eski mananın içeriğini de atmış ve kendisini ikame etmiştir.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Bir kavram, çok doğaldır ki bir diğer dilin içerisinde hayat bulur hatta yeniden ve farklı anlamlarla ifade bulur.
Örneğin Türkçede ekmek, Azerbaycan Türkçesinde komple bir öğüne denirken bizdeki ekmek için onlar çörek demektedir.
Yine Türkçe, komplekssiz bir şekilde denizcilik terimlerinde ve deniz balıklarında büyük ölçüde Yunancadan faydalanmıştır.
İstavrit, Çipura, Levrek gibi balıklar Yunancadan alınırken Alabalık gibi Orta Asya'dan beri bilinen göl ve nehir balıklarında Öz Türkçe korunmuştur.
Avusturyalılar için Nemçe ifadesini onlarla direkt sınıra sahip olan Sırp, Boşnak, Hırvat ve Bulgar gibi Slav milletlerinin ifadeleri birebir alınarak oluşturmuşuzdur.
Nyemçi yani Almanlar ifadesini biz, bize en yakın Almanca konuşan toplum olan Avusturyalılar için kullanır olmuşuz.
Viyana'ya Osmanlılar Viyana dememiştir mesela. Sırplar ve Boşnakların dilindeki "Beç" kelimesi kullanılmıştır Viyana için.
A-B-C toplumları arasında C'nin A'yi tanıması için veya A'nın C'yi tanıması için B'nin adlandırmasına ve B'nin coğrafyasına sahip olmasına ihtiyacı vardır.
Her şekilde B, bir kültürü ve kavramı aktaracak olan istasyondur.
İşte şehirler bu şekilde bilinir, farklı ifadeler ve söylenişler elde ederler.
Türkçeye çok ters Yunanca gibi fonetiği ve hatta alfabesi farklı olan dillerdeki kimi şehir adları değişirken kimileri de olduğu gibi alınabilmiştir.
Örneğin Kıbrıs'ın merkezindeki Lefkoşa, Yunanca Lefkos yani beyaz kelimesinden gelir ve Lefkosya yani beyaz yer manasındadır.
Ancak bu şehrin adının Türklerce benimsenmesi onu o kadar "Türk" yapmıştır ki Rumlar Lefkoşa demez, Nikosya derler.
Kıbrıs adasının merkezine Lefkoşa veyahut Nikosya demek artık bir politikadır.
Kıbrıslı Rumlar mesela Girne için Kayrinya, Güzelyurt için Morfu, Gazi Mağusa için ise Famagusta demektedir.
İyi biliyoruz ki 1974 sonrasında bunların isimleri Türkçeleştirilmiştir.
Türkçeleştirmek mutlaka Türkçe manalara getirmek değildir. O şehrin asırlarca Türkler tarafından ifade edilen şekliyle söylenmesi de Türkçeleştirmektir.
Bazı şeyler, kaynağı farklı dillerden de olsa Türkçeleşmiştir artık.
Türkçeden selam kelimesini Arapça olduğu için atsanız yerine ikame edebileceğiniz bir başka kelime yoktur.
Merhaba diyebilirsiniz o da Arapçadır. Günaydın ve tünaydın da selamı karşılamaz.
Bu sebepten mutlak her şeyi köken itibarı ile şu dilden veya bu dilden diye çıkarıp atmayız.
Bazı şeyler Türkçeleşmiştir. Tıpkı Lefkoşa gibi. O kadar Türkçeleşmiştir ki başkaları bile onu kendi dillerinden çıkma olsa bile Türkçe kabul edebilir.
Rumeli mesela "Roma eli" kavramı ile oluşmuştur. Roma topraklarını kasteder.
Rumlarla bir alakası yoktur. Arapçada "o" harfinin olmaması ve "u" harfi ile yazılımdan dolayı Roma, Rum şeklinde yazılmıştır.
Doğu Roma için de "Rum" kelimesi kullanılır. Rum Suresi'nde de Bizans Ordularının Perslerle yaptığı savaştan bahsedilir.
Anadolu için de Arapların "Rum" demesi yani Doğu Roma'yı kastetmesi o kadar kesin bir kavram isimlendirmesi olmuştur ki Türkler bölgeye geldikten ve bölgeyi ele geçirdikten sonra bile buraya yerleşen kimseler kendilerini Anadolu ile bütünleştikten sonra "Rumi" diye çağırır olmuştur.
Afganistanlı Celaleddin'in kendisine Celaleddin-i Rumi denmesinin de sebebi budur.
Bazen vatanınız en çok ün yaptığınız yer olur.
Arabistanlı Lawrence Arabistanlı mıdır? Hayır, ancak Arabistan onun tanındığı ve ünlendiği yer olmuştur.
Celaleddin Rumi'nin de tanındığı yer, Moğollarla işbirliği yaptığı Anadolu olmuştu.
Türkmenlerin canına ot tıkayan, Anadolu Türklüğünü bitirmek için camileri yakıp yıkan, geçtiği yerlerde doğru dürüst mezar bırakmayan Moğol hükümdarı, Celaleddin'in mezarını, türbesini bir anıt mezar şeklinde yaptırmıştır mesela.
Moğollara dair Celaleddin'in sohbetlerinden oluşan Fihi ma Fih adlı kitapta kendisine sorarlar:
Moğollar, bizim mallarımızı alıyorlar; arada bir de bize mal bağışlıyorlar. Acaba hükmü nasıldır?
Celaleddin de cevap verir:
Moğol, neyi alırsa Tanrının eline düşmüş, haznesine girmiş sayılır.
Onun öğretilerine göre, eğer kitabını ciddi şekilde okursanız Moğolların yüceltildiğini görürsünüz.
Şems'in sohbetlerinden oluşan Makalat adlı eserde de Moğollara itaatin faziletleri ve Moğol yönetiminden nasıl razı olduğu okunabilir.
Şems'in öğretisini benimseyen kalenderi dervişlerinin Anadolu'da Moğol istilasına karşı savaşan Ahi dervişlerine karşı Moğol safında savaştıkları da bilinmektedir.
Kayseri'deki büyük Ahi katliamında bu ayrıca tarihe geçmiştir. Türk maalesef milli damarından girilip başlarına milli görünümlü biri getirildiğinde kendi ayağına sıkabilen bir toplum ve maalesef çok da savunmasız hale gelebiliyor.
Sadece Türkler değil birçok toplumda bu zaaf vardır. Kurt ağacın bünyesine girdiğindeki akıbetten farksızdır bu.
Celaleddin i Rumi'yi eğer Celaleddin'i Afgani olarak bilseydik; büyük olasılıkla ardında bu derece saf tutmazdı millet.
Ancak onu Rumi yani Anadolulu bilince peşinden gider oldu toplum.
Yazılarından çokça istifade ettiğim ve İran Türklerinden olan, eski Farsçayı yani Pehleviceyi Türkiye'de okuyup anlayabilen birkaç kişiden olan Prof. Dr. Mikail Bayram'ın yazdıkları ile okumalısınız Celaleddin Rumi'yi.
Kendisine dair çok detaylı ve ana kaynaklardan yaptığı araştırmaları okursanız tüm Celaleddin Rumi efsanesinin aslında dönemin FETÖ'sü olmasından öte bir yanı olmadığını da görürsünüz.
Ona göre Moğol işbirlikçiliği Celaleddin Rumi'nin kendi ifadesi ile "Moğolların gönülleri olsun da birkaç Müslüman, emniyet içinde ibadete koyulsun diye kendinizi, malınızla, bedeninizle feda etmek" şeklinde tarif edilmiş olan hayırlı bir iştir.
FETÖ elebaşı da yaptığı kimi sohbetlerde "Şu hizmetler yürüsün diye neleri sineye çekiyor, neleri tolere ediyoruz bir bilseniz sıkıntıdan nefes alamaz, anguaz olurdunuz" demektedir.
Acaba neleri "sineye çekmiştir?" Çok merak ederim.
İnsanlar ezberi okumaya çok alışıktır.
"Bak şuna büyük âlime laf ediyor!"
"Celaleddin i Rumi'ye sen nasıl böyle dersin lan?" demeyi tercih ederler ve arada hiç birinci kaynakları açıp bakmayı düşünmezler.
Bu halkın çoğuna birisi için "büyük alim" dersen inanırlar. Ali Kalkancı için sağda solda gezen ve şöyle büyük alim, böyle mucizeleri var diyenlere inananlar yüzünden adamın tekkesine binlerce kişi gider olmuştu.
Genç kıza tacizde bulunan sözde şeyhin peşine takılanlar da bu tür tevatür ve söylentilerle onların kutsallığına inanır.
Çünkü Türk halkının geneli okumaz. Diz kırar dinler. Bedavacı ve kolaycı olanı budur.
Celaleddin'e kendi kitabı olan Mesnevi hakkında soru soran biri ile arada geçen konuşması çok enteresandır.
Mesnevi'nin Kur'an olup olmadığı konusunda yaptığı bir tartışmayı, oğlu Sultan Veled'e anlatan bir öğrencisine şu şekilde bir cevap vermiştir ki cevap, küfürlü derecede bir tepki kokmaktadır:
Ey köpek! Niçin Kur'an olmasın?
Ey eşek! Niçin Kur'an olmasın?
Ey anası kahpe! Niçin Kur'an olmasın?
Bir anda o şiirsel ifadeleri ve aşk, sevgi sözcüklerini söyleyen adam gitmiş, küfürbaz bir adam gelmiştir.
Sorunun seçilmesi de enteresandır. "Mesnevi, Kur'an mıdır?" sorusunu soran kişi, muhtemelen o kitabın "Kur'an tefsiri" şeklinde sürekli olarak PR edilmesine ve bu şekilde tanıtılmasına dair soru işaretleri ile bunu soruyor olmalıdır.
"Biz aslında bu kitapta Kur'an'ı açıklıyoruz ve bu kitap da bir nevi Kur'an tefsiridir" diyen Risale-i Nur yazarının iddiasından pek de farklı değildir bu.
Kur'an eğer açıklanmaya muhtaç, tamamlanmamış veya açıklama ile anlatılabilecek bir kitapsa Allah, hata mı etmiştir?
Peygamber vazifesini tamamlamamış mıdır da bu insanlar tamamlamaktadır?
Tabi ayrıca hangi yetkiyle?
Bunu da sormak lazımdır.
Kur'an-ı Kerim'de çeşitli defalar "Ant olsun, Biz Kur'an'ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık… Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. ... Biz her şeyi ayrıntısıyla açıklarız…. Ant olsun ki Biz bu Kur'an'da türlü türlü örneği gösterip açıkladık… Biz sana her şeyi apaçık beyan eden kitabı indirdik…. Okuyup anlayasınız diye…. Anlayıp düşünmeniz için…." şeklinde geçen ifadelerin çoğunda Allah aslında "oku ve düşün" demektedir.
Yani düşünmek için okumak şarttır. Bir başkasını dinlemek, manipüle edilme sebebi olacağı için sizi ana kaynaklara yönelten bir ifadedir bu.
Bu sebepten sizin bile rahatça anlayacağınız bir şeyi size direkt anlatır ve aradaki tüm ruhbanları ve rahipleri ortadan kaldırır.
Size "daha iyi anlatma" veya "daha anlaşılır verme" iddiası güdenlerin iddiaları bir defa Kur'an-ı Kerim'in açık ve anlaşılır bir kitap olması ile çelişen ifadelerdir.
Bu bağlamda konudan saparak da olsa bu meseleyi de geçmiş olalım ki aslında sapmış değiliz.
Zira bu, bazı kavramları bilmeniz ve o kavramların bilincinde olmazsanız nasıl milli damardan vurulabileceğinizi anlatmak içindi.
Şimdi anladınız mı nasıl benimsiyoruz bu tür insanları?
Rumi dediğimizde bizden oluyor. Oysa adamın doğduğu yer, büyüdüğü yer Anadolu'dan uzakta Afganistan Belh…
Ergen yaşlarda Konya'ya geliyor. Türkmen aşiretlerle birlikte Moğollara karşı savaşırken şehit olan öz oğlunun cenazesini bile "İslam'da eşkıyanın cenazesi kılınmaz" düsturu ile kıldırmamıştır Celaleddin-i Rumi.
Eğer Türklüğün savaşçı yanını kıran bir ideoloji arıyorsanız bunu İslam'da değil, Rumi'nin tasavvuf öğretilerinde aramanız gerekir.
Sizleri direniş yerine işbirliğine, kıyam yerine boyunduruğa, milli olmak yerine gayrı millîliğe çağıran kim varsa kökü mutlak dışarıdadır.
Hitler, Hristiyanlığı Almanların savaşçı enerjisini körelttiği için eleştirir ve benimsemezdi.
Birkaç üst düzey Nazi hariç çoğu üst kadro da bu görüşü benimserdi.
"Almanların Hristiyanlığı benimsemesi ile önce Roma'ya tabi olup ardından Papa'nın öğretilerine girmesi ve bir Ortadoğulu peygambere tabi olmaları", Hitler için çok küçük düşürücü ve kabul edilemez bir şeydi; ancak bu devrimi de dünya hâkimiyeti sonrasına ertelemişti.
Büyük Berlin şehri olarak dizayn edilen Germania şehrinde katedrale yer yoktur mesela.
Projenin mimarı Albert Speer, mezhep yetkilileri ile temasa geçip şehre dair fikir sorduğunda ve ibadet yerleri için fikir alışverişi yaptığında Nazi partisinin üst düzey yetkilisi Martin Bormann tarafından mimar bir güzel kınanmış ve kendisine bu şehirde kiliselere yer olmadığı belirtilmişti.
Dikkat ederseniz benzeri garip "milliyetçi" çıkışlar günümüzde de mevcuttur.
Tengricilik akımını İslam'a alternatif olarak getirmek ve İslam'ın Türklerin güzel hasletlerini aldığına dair çıkışlar yapanların dayanak noktaları da benzeşir.
Oysa Türkler, İslam'a girdikten sonra Asya'da önemli bilim merkezleri ve üniversiteler kurmuş, gittikleri yerlere adalet götürmüş, şehirleşmeyi gerçek manada bu din ile birlikte başarmışlardı.
Bir şekilde tasavvuf ile İslam'ı birbirinden ayıramayanların yanılgısı da buradaki ayrımı görememelerindendir.
Dine hâkim olmaya başlayan tasavvuf anlayışının ve düşünceyi tahakküm altına alan Gazali ekolünün muhasebesini yapamayan kim varsa tasavvufun meydana getirdiği yıkım yerine İslam'ı suçlamıştır.
Yerine ikame edilen Tengricilik ise aslında yine "kendi kavramlarımız" ile kendimize yabancı gelmemesi için eski çekmecelerden çıkarılan bir şeydir.
Tengricilik aslında tek tanrıcılık değildir. Birçok tanrı vardır içerisinde.
Evrenin tanrısı Kayra, ölülerin ve yeraltı dünyasının tanrısı Erlik, orman koruyucusu Şalık, yargı tanrıçası Zarlık, iyilik tanrısı Ülgen, savaş tanrısı Kızagan, bilgelik tanrısı Mergen, bereket tanrısı Umay, doğum ve sübyanlık dönem tanrısı Kıbay, Gök Tanrı'nın oğlu Koyaş, sudan yaratan Ak Ana, ısı veren Gün Ana, gece ışıtan Ay Ata, rüzgar tanrısı Yel Ana, zaman tanrısı Od Ata, bozkır tanrısı Boz Tengri, güzellik tanrısı Ayzıt, av tanrıçası Bayanay, dağ tanrısı Adagan, okyanus tanrısı Dalay, rüzgar tanrısı Zada vardı mesela.
Gök Tanrı ise bunlardan ayırmak ve karıştırmamak için Kök Tengri yani Mavi Tanrı denilen (Kök mavi demek) 'Gökteki Tanrı' oluyordu.
Saymasını bilmezseniz tek tanrıcı bir dindi Tengricilik.
Ama çok tanrıcı toplumlar çoğunlukla aslında tek tanrıcı olduğu iddiasındadır.
33 milyon tanrıdan oluşan Hindu dininde bile ana Tanrı Vişnu var "diğerleri tanrıcıktır" diyen rahiplerin yorumlarına da rastlayabilirsiniz.
Hindu literatüründe de böyle geçer. Biri ön planda 3 ana tanrı ve milyonlarca "deity" yani tanrıcık…
Yine Hristiyanlıkta üç tanrının özde bir olduğu da söylenir. Çok tanrıcı hiç kimse onu çok tanrıcı olarak göstermek istemez, kavramla oynar da oynar.
Tevil eder, yeniden açıklar. Çünkü mantıksızlık açıklamaya her daim ihtiyaç duyar.
Mekke putperestliğinde de aslında tek tanrıcılık vardır. Onlar da çeşitli kereler;
"Biz de aslında tek yaratıcıya inanıyoruz ve bu gördüğünüz şeylere tapmıyoruz. Bunlar birer vesiledir, birer makamdır. Tanrı'nın nazlı kullarıdır ve bize yol gösteren, bereket veren makamlardır" diyerek o putlara önem atfediyorlardı.
Öyleyse adlandırma ve köke bağlanmış kavramlar, sizin sosyal dönüşümünüz için kurgulanmış şeylerdir.
Her adlandırmanın gerisinde bir psikoloji, bir kültür, ayrı bir tarih ve ayrı bir maksat yatmaktadır.
Size dayatılan her adlandırmada o şeyi sorgulamanız şarttır.
Çanakkale için "Dardanel" ifadesi Yunanca "Dardanelion" kelimesinden gelir.
Ne gariptir ki bu adla bir spor kulübü bile kurulmuş, konserve markası ile de Çanakkale'ye belki gelecekte Dardanelion demenin yolu açılmıştır. Artık zihinlerde Dardanel'in bir karşılığı vardır.
İstanbul'un bir dış banliyösü olan Göktürk'te Petna adıyla spor kulübü kurulabilmektedir.
Köyün eski Rumca ismi olan "Petnahori" yani Horozköy adına atfedilen bu isimle resmi kulüpler kurulabilmektedir.
Bu, Mustafa Kemal Atatürk'ün sağlığında düşünülemeyecek bir iştir oysa.
Hatta bir aşağılık kompleksidir. Bu yerleşmenin adının "Göktürk" konmasını ve ona bu ismi koyanların vizyonunu anlamayan kimseleri ne yapmalı?
Varlık ve yokluk sınavını verip ateşlerden geçmiş, kurtuluş mücadelesini vermiş olan bir milletin evlatları, kendi milli ülkelerini kurduktan sonra imparatorlukların yıkılmasına götüren "gayrı milli" anlayışı devam ettirmek yerine "milli" isimlendirmelere yöneldiler.
Ulus inşa sürecinde yaratılan tüm kavramları ülkenin Sözde Kemalist'i ve İslamcısı bir yerde Dardanel diyerek diğer yerde Amed diyerek sulandırdı ve bu noktaya getirdi.
Gayrı milli olmanın adı, "liberal" olmak ya da "Dünya ile bütünleşmek" oluyordu.
Ancak tarihinde hiçbir şekilde adı Ptolemaida olmamış bir yer, Türklerin sıfırdan kurup inşa ettikleri "Kayılar" şehri, Yunanistan'da 1927'den beri Ptolamaida şeklinde anılmaktadır ve şehre göç etmiş tek bir Rum burada Kayılar adında kafe, spor kulübü ve şirket kurmamıştır.
Senin yaptığın maymunluğun Yunanistan'da bir karşılığı yok!
Bu vatansızlık bilinci sadece Türkiye'de yaşayan insanların aşağılık kompleksine has bir durumdur.
Günümüzde Yunanistan'a terk edilmiş şehirlerimizden olan ve Türklerin kurduğu Sarışaban şehri de Yunanlar tarafından Hrisopuli yani altınşehir manasında yeniden adlandırılmıştır ve şu anda koskoca şehirde bu isimle tek bir işletme yoktur!
Hiçbir Yunanlı, yaşadığı şehirde işletmesi daha "modern" veya daha "trendy" görünsün diye bu şehri kuran Türklerin verdiği isimlendirmeye öykünmez.
Oralı Türklerden birisi öykünürse yer cezayı oturur.
Bu ülkedeki yabancı isim meraklısı vatansızlık da sadece bizim bir kısım insanımıza mahsus bir vatansızlıktır.
Kırklareli'de geziyorum. Şehre oldukça hâkim noktada "Hotel Lozengrad" sizinle alay edercesine arz ı endam ediyor.
Bu şehrin valisi yok mu? Belediye başkanı yok mu? İşiniz nedir? Ne yaparsınız siz ağalar?
Şehrin kültür müdürü yok mudur? Ne yaparsınız? Size niye maaş verilir?
Lozengrad, bu şehre bir seneden kısa süren Bulgar işgalinde verilmiş olan uydurma isimdir ve Üzümşehri manasına gelen bir isim bulmuşlardı.
Bulgarlar bu adı işgal döneminde vermiştir. Ne bu adla bir tarihi vardır ne de geçmişi.
Otelin sahibi de Tokatlı bir kardeşimizmiş. Kendisini defalarca kez gayet dostça ikaz etmiş olsak da işini yapması gereken kurum Valilik olunca ve Valilik de Kırklareli'nin Kırklareli oluşunu adeta yok sayan, "işgal dönemindeki adına" öykünen bir isimde sıkıntı görmüyorsa biz hiç boşuna kendimizi kasmayalım.
Önüne Türk bayrağını asmış olan mülki idari amirliklerin bilinçsizliklerini telafi etmek için kendimizi parçalayacak değiliz.
Almanlar, günümüzde Rusya'da kalan Kaliningrad şehrini, 1945'e kadarki ismi olan Königsberg adıyla yazarlar haritalarında.
En liboş alman haritası bile Kaliningrad yazısının yanında parantez açıp (Königsberg) yazar.
Çünkü burası, Alman krallarının taç giydiği Kralların şehri idi. Polonya'ya terk edilen Gdansk'a hala Danzig der Almanlar aralarındaki konuşmalarda.
Yine Polonya'ya terk edilen Wroclaw kenti için Breslau demeye devam ederler.
Çek Cumhuriyeti'ne terk edilen Brno için Brünn, Slovakya'nın başkenti için de Pressburg diyenleri varsa da bu son ikisini daha çok yaşlılar sürdürür.
Benzer bir tarih bilinci, Edirne ve İstanbul ile hiçbir ilgisi olmamasına rağmen kendisini ve soyunu Bizans'a bağlayan ve gerçekte 19'uncu yüzyılda Avrupa tarafından yaratılmış uydurma bir ülke olan Yunanistan için de söz konusudur.
Edirne ve İstanbul'un Bizans ile bir ilgisi vardır ama Yunanistan'ın Bizans ile bir ilgisi yoktur.
İsterlerse Sarı renkli çift başlı kartallı bayrağı her kiliseye her Yunan şehrine diksinler. Bizans, Avrupalıların kurduğu uydurma Yunanistan değildi.
Bu ülkeye kendi geçmişinin Bizans olduğu hatırlatması, aslında 1820'lerde başlattıkları isyandan itibaren hep bu şuur ile Anadolu ve Rumeli'deki Türk topraklarını ele geçirmenin "gerekçesi" yapılmak istendiği içindir.
"Eskiden buraları bizimdi" derseniz size yayılmak için muazzam bir sınır doğmaktadır.
Peki, daha eskilerde kimindi?
M.Ö 7 binli yıllarda İstanbul'da bulunan kimseler Yunan mıydı mesela?
Hayır. Değildi. Metro kazılarında bulunan eserler ve kemikler tam tersini göstermektedir.
İstanbul, önemli yüzyıllar boyunca resmi dili Latince olmuş bir şehirdi.
Buraların Rumca konuşur olması ise Latincenin yerine Rumcanın ikame edilmesi ile başlayan bir süreçle gelişmiştir.
Anadolu'daki Yunan dışı medeniyetlerin isimleri geri planda tutulurken Yunan isimlerin ön plana çıkartılması cehalet midir? İhanet midir?
Yoksa ikisinin de karması olan kuralsızlık mıdır?
Bir arkadaşım Anadolu'daki dandik yol üstü restoranına Yunanca isim bulmuş o Yunanca ismi de sağdan soldan okuyup bulup koymuş.
Devlet de nasıl bir kuralsızlığa sahipse kabul ediyor o adı ve adamın restoranının adı öylece konuyor.
Kendisine "neden bu ismi koyduğunu" sordum.
"Abi daha turistik" diye cevap verdi.
Kendisine ait olan öz kültürünü turistik bulmayan ve anlamadığı bir kelimeyi turist bulan kişi, kendi kültürüne turisttir.
Maalesef bu maymun kültür tüm ülkeye hâkimdir.
Kapadokya Turu, Paflagonya Turu, Pamfilya Turu, Olimpos Gezisi diye başlayan işler bir süre sonra Kapadokya Hotel, ardından Kapadokya Belediyesi, Olimpos Belediyesi şeklini alacaktır.
Hiç şüpheniz olmasın bu isimler ile ne kadar iç içe olursanız onları o kadar benimser ve bir süre sonra yerine yüzyıllardır atalarınızın ikame ettiği isimleri "out" bunları ise "in" görmeye başlarsınız.
Kendi kültürünü küçümseyen sömürge aydınları gibi olursunuz.
Vatansızlık ve maymun kültür işte burada başlar. Yer isimlendirmeleri bir bilinç vermenin politikasıdır.
Aynı ortamda birbirimizin yüzüne baktığımız bir diğer ünvanlı hocamız bana "Bu sene Plovdiv'e gittik Hocam, çok güzeldi" diyordu.
"Hocam Filibe'den mi bahsediyorsunuz?" dediğimde ise "Evet Hocam, Filibe ama işte dilimiz alışmış hem Filibe de Filipten gelmiyor mu?" diye karşılık verdi.
"Geliyor tabi ama Filibe Türkçeleşmiştir Hocam" diyerek kapattım mevzuyu. Cahille kavga mı edeyim?
Kayseri de Sezardan geliyor ama Kayserya veya Sezarya demiyoruz. Kayseri diyoruz. Türkçeleşmiş olan şey, Türkçedir.
Bir başkası ise tutmuş Bitola aşağı Bitola yukarı... Manastır kardeşim. Şehrin adı, Manastır.
"Kos şöyle güzel ada" diyenlerini de görürsünüz. İstanköy'dür orası. Kos ise Yunancası.
Sen Yunanistan'da feribota bineceksen tabii ki bir Yunan'a "How can i go to Kos island?" diye soracaksın. Ama Türkiye'de konuşuyorsan oranın İstanköy olduğunu da bilmen gerekir.
Şu aşağıdaki motorlara bakınız. Bodrum'dan kalkıyor bunlar.
Şimdi ne bilsin benim turist Zeynep ablam o adanın adının İstanköy olduğunu?
Çünkü Bodrum'dan kalkan feribotlara koca koca "Kos-Bodrum Express Lines" yazan insanların arasında yaşıyoruz.
Nereden öğrenecek? Okullarda coğrafya dersini de eşeklemesine öğreten bir anlayış hâkimse nasıl öğrensin?
Şu yukarıdaki yazılara bir bakınız.
Kos, Kalymnos, Simi, Rhodos, Didim yazmakta.
Lutfetmiş arkadaşlar. Didim'i de eklemişler Türkçesi ile.
Oysa yazması gereken, İstanköy, Kilimli, Sömbeki ve Rodos idi.
Rodos'u bile RHODOS şeklinde okunması güç şekilde yazıyorlarsa orada kimse kusura bakmasın ama valilik de kaymakamlık da, il turizm müdürlüğü de coğrafi açıdan bir seminere ihtiyaç duyuyor demektir.
Aşağıdaki görüntüler, Edirne'den alınmıştır. Bulgar ve Yunan işgalinden kurtarılan Edirne'den.
Her nedense şehrin belediye başkanı, kendi adının altına Yunan turistler anlasın diye "Adrianapolis Belediye Başkanı" yazmıştır.
Bu belki de Google çevirisine güvenerek çeviri yapan cahil bir belediye çalışanının işgüzarlığı da olabilir; ancak modern bir ulus devlette ona başkentlik yapmış büyük bir sınır şehrindeki işler bir cahil belediye çalışanının eline teslim edilemez.
Soldaki restoran menüsü Yunanca olabilir derseniz kanunları bilmiyor olursunuz.
Zira kanunlarımıza göre bir tabeladaki yabancı ibareler, Türkçe kelimelerin yüzde 25'i puntosunda yazılmalıdır.
Bu durum, İstanköy'de sizin elinize verilen bir Türkçe menü ile benzemez. Tabela ve sokağa konan yazılarda kurallar geçerlidir.
Ayrıca, bir insanın resmi eğer şehrin sağında solunda asılıysa bir eşek bile onun belediye başkanı olduğunu anlayabilir.
Bunun altına Edirne Belediye Başkanı yazmanın çok da bir âlemi yoktur ki onu da yazmak yerine Adrianopolis demiş. Kral Hadrian'ın şehri yani.
"Özellikle mi yapılıyor?" diyorsunuz… Hayır. Özellikle değil. Coğrafi cehalet ve isim kültürü cahilliği.
Toponimi kültürünü çocuklarımıza veremedik ve o çocuklar eşek kadar oldu bize cehaletleri ile bir halt yediklerini kabul etmek yerine "Canım ne çıkar yani?" diyebilecek mevkilere geldiler.
Olan biten budur işte.
Selanik'ten Türkiye'ye doğru araba sürün.
"Rodosto (Tekirdağ) bilmem kaç kilometre", "Adrianopolis bilmem kaç kilometre", "Konstantinopolis kaç kilometre"… yazar.
Konstantinopolis mi kalmış? Ama kalsın istiyor Yunan. Halkının dimağında, hatırasında o ismi yaşatmak istiyor.
Bizler maalesef Selanik hariç fazla bir coğrafyaya dair benzer farkındalığa sahip değiliz.
Ülkenin Kemalist'im diyeni de İslamcıyım diyeni de zırcahildir bu konuda.
Her ikisi de aynı vatansızlık değirmenine bilmeden su taşıyan cahillere ve cahil idarecilere fazlaca sahiptir.
Birisi Yunanca ve Bulgarca yazılara ses çıkarmaz, diğeri Arapça yazılara. O yüzden söylüyorum.
Türkiye'nin arapçısı da şarapçısı da cehalette birdir ve birbirlerinin ruh ikizidir, birbirlerini besler.
Şehrin semt pazarlarına Yunanca ve Bulgarca "Hoş geldiniz" tabelası koymak eğer o ülkelerdeki belediyeler de kendi semt pazarlarına aynı yazıyı koymuyorlar ise "maymunluk" dışında başka bir şey değildir.
Edirne semt pazarında Kalo irfate ve Dobrodoşli yazılarını görmekten gına geldi.
Adam tabii ki hoş gelecek çünkü pazardan 8 teneke peynir alıyor ülkesinde 2 teneke alamayacağı fiyata.
Hoş gelmişmiş. Bana mı hoş geldi? Kendisine hoş geliyor.
Çok mu önemli "Her Cuma" yazısını oraya koymak?
Edirne'ye gelen Yunanistan uyruklu 10 kişiden 7'si Batı Trakya Türkü. Bulgaristan uyruklu 10 kişiden 5'i de Bulgaristan Türküdür.
Sıkça gidip gelmekten zaten Yunanı da Bulgarı da Türkçeye belli ölçüde aşinadır.
Senin vazifen onları daha da aşina kılmak adına Türkçeye ısındırmaksa nedir bu?
Buna rağmen sınırdan itibaren esas koymaları gereken şeyi koymazlar.
Edirne'de Avrupa'nın ilk modern hastanelerinden olan Daruşşifa'nın olduğunu bilmeden eşeklemesine gezer ortalama bir Bulgar ve Yunan pazarcı turisti.
Bu darüşşifanın sınır kapılarına broşürlerinin konması, "Daruşşifa'yı gezdiniz mi?" şeklinde Yunanca veya Bulgarca broşürler verilmesi daha uygun olmaz mıydı?
Türklerin inşa ettiği medeniyetin, sağlık kültürünün, tıp ve eczacılık kültürünün abidesidir Darüşşifa.
Üç beş külot ve peynirin satıldığı semt pazarının yanında sıfırdır!
Tarihte önemli ameliyatların; beyin ameliyatlarının, göz ameliyatlarının ve ortopedi ameliyatlarının yapıldığı, öğrencilerin dersliklerinin ve yatakhanelerinin bulunduğu, 1000'den fazla ilacın üretildiği bir yerdir Darüşşifa.
Yüzde 100 ücretsiz hizmet veren bu tam teşekküllü hastaneyi tanıtmaz, ama semt pazarlarına kuru kuru Kalo İrfate yazısını korsan Yunan senin kültürünü tanımamakla kalmaz kendi kültürünü kendi bayrağını ve kendi tarihini önemser ve senin yüzlerce yılda üreterek yücelttiğin bilimsel ve mimari şaheserlerle donattığın Edirne'ye Adrianopolis demeye de devam eder.
Sen de Adrianopolis'in Dimarhos'u (belediye başkanı) olarak kendini tanıtırsın…
İnsan kendisini bilmezse kendisini anlatamaz ki. Önce kendini bilmen, anlatman ve onun hayranlığını karşı tarafa vermen gerekir.
Bunu yapacak ehliyette değilsen seni belediye başkanı olarak seçen şehir halkı da suçludur.
Kimse kusura bakmasın.
Darüşşifa'yı anlatmak için broşür parası harcamayanlar, eğer pazarlara salakça tercümelerle Yunanca ve Bulgarca afişler asıyorlarsa Yunana Türkiye hayranlığını bile vermekten uzak yoz ve saçma bir maymun kültürü misafirpeverlik değil misafirperestlik olarak tanımlarım ben.
Kaldı ki Yunanistan'ın Edirne'ye en yakın köylerinde Gagavuz Hristiyanlar yaşar ve çoğu da Türkçeyi iyi bilir ve konuşur.
Bu yukarıdaki paraskevi yani cuma yazısını "cuma" da yazsan adam anlıyor.
Aptal değilse sorar ve pazarın ne zaman olduğunu herkes söyleyebilir. Alt tarafı bir semt pazarıdır bu.
Sınırdan girer girmez zaten eşek değilse şehre girişte tam sol cenahta geçerken ilk gördüğü yerdir.
Çok mu önemli bunu bir de Yunanca yazmak?
Ama milli "isim kültürü" ile "maymun kültürü" anlatmak, coğrafya derslerini eşeklemesine okumuş, milli duyguları olmayan ya da "koy gitsin" şeklinde bilen kimselere anlatılacak bir şey değildir.
Adam Vanlı ama Büyükada'da Prinkipo diye işletme açıyor.
Heybeliada'da Halki, Burgazada'da Antigoni, Kınalıada'da Proti diye. Kadıköy'de Kalkedon adında kaç işletme var saymadım bile.
Maltepe'de Bryas adında işletme açmışlar mesela. Maltepe kaymakamlığı ne yapar? Maaş alıyorsunuz değil mi kaymakam bey?
Alın efendim ama işinizi de yapın. Maltepe'de Bryas adında işletme açılması, Diyarbakır'a Amed, Ağrı'ya Agiri demekten farklı değildir.
Biri bölücülük, diğeri ise gelecekte bu ülkeyi kolonize etmek isteyenlerin takacakları isimlere zemin hazırlamaktır.
Deyimi yerinde ise Ayasofya fethedilmeden önce Fatih'in mimarlarını gönderip minarelerin yerini hazırlatması hikayesi gibidir.
Beykoz'a geliyorsunuz yine benzer bir durum var. Muhafazakârların yönetiminde bulunan Üsküdar'da bile Skutari diye kafe açılıyor.
(Muhafazakarlık hakkında önceki yazımı ayrıca okuyunuz) Sanki kendi bayrağını diktiği ve kendisi tarafından isimlendirilmiş şehirlere lanet eden bir kitle var ülkemde adeta.
Milletin gözünün içine baka baka bunu yapacaksanız "EĞER YUNANDA DA MUADİLİ VARSA" yapabilirsiniz.
Bugün Selanik'te Selanik adıyla bir işletme açmaya çalışın bakalım kaç bin Euro ceza ödüyorsunuz.
İskeçe'de İskeçe tabelasına tahammül edemiyor adam Xanthi yazması şart!
Gümülcine'de Gümülcine Gençler Birliği tabelası binanın dışında değildir. İçindedir.
Niye? Çünkü mahkemeye çıkarılıyorlar ve ceza ödüyorlar.
Cezalarla terbiye edilen Batı Trakya Türklüğüne karşın kendi cezalarımızla terbiye edemediğimiz Türkiye Helenizmi ile karşı karşıyayız.
Bu helenizmi de Türkler yapıyor üstelik. Kuralsızlık, valiliklerin ve kaymakamlıkların da vurdumduymazlığı buna tuz biber ekiyor.
Yunan, Gümülcine'de Medrese-i Hayriye Türk Azınlık Okulu tabelasındaki Türk kelimesini kabul etmeyip Müslüman kelimesine indirgerken sen de kendi ülkende "benzer işler" ile aynı değirmene su taşıyorsun.
Yunan bunu politikayla yaparken sen cehaletle ve kuralsızlıkla yapıyorsun.
Şehirler sadece fethedilmez. Kültürleşmeye de uğrar. Oraya kendi kültürünle, kendi tarihinle damga vurduğun asırlar boyunca o şehirleri "senleştirir"; kendi kimliğinle "kimlikleştirirsin".
Bu kimlik senindir. Annenin öz sütü gibi senindir. Gömüleceğin şehrin adını bir sokak köşesindeki uyduruk büfeye koyduğun adla değiştirmeye başlarsan yarın bir gün senin mezar taşına bile merhamet etmeyecekler.
Böyle bil ve böyle öğret!
Kaymakamları ve Valileri Türkiye Cumhuriyeti'ndeki tüm bu kuralsızlıklara karşı uyarın ve göreve çağırın.
Gerçek vatanseverlik partinizden olan kişilerin hata yaptığı anda bile o hataya karşı tavır almaktır.
Partinden diye her hataya sustuğunda o susmanın gideceği yer, bir gün kendini ifade ederken sana "Türk" kelimesini bile yasaklatacak olanların boyunduruğu altına girmektir.
Milli meseleleri okudunuz. Sorumluluk sahiplerinin sorumluluklarını yapmadığı yerlerde sorunlu insanlar ortaya çıkar ve ben fazlaca sorunlu bir adamım.
Sizler de sorunlu olun. Çünkü sorunumuz çok büyüktür…
Selam ve saygılarımla.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish