Bu sene Dersim'de 21-23 Temmuz tarihleri arasında il genelinde yapılan ve bazı ilçeleri de kapsayan Munzur Doğa ve Kültür Festivali, "yağmaya karşı doğayı, talana karşı yaşamı, yasaklara karşı sanatı savunmak" şiarı ile gerçekleştirildi.
Birkaç yıldır pandemi dolaysıyla ara verilen festival, yıllardır büyük bir coşkuyla yapılıyordu.
Bu sene coşku gene vardı ama festivale genel olarak ekonomik krizle birlikte yasaklar damga vurdu.
İktidar, toplumu karşı karşıya bıraktığı ekonomik kriz yetmezmiş gibi, bir de yasakçı ve baskıcı politikalarını son sürat uygulamaya devam ediyor.
Tarihsel ve ekonomik gerçeklerin konuşmasından ürküyor, insanların türkülerini söylemesinden korkuyor, yerel kültürlerin gelişmesini engelliyor, dillerinin konuşulmasını ve gelişmesini istemiyor, doğayı ise sermayeye peşkeş çekerek tahrip ediyor.
Fakat bilmedikleri bir şey var; Dersim halkı, tıpkı dağlarını, vadilerini kaplayan meşe ormanları gibi inatçı ve direngendir; yasağa boyun eğmez, yok edildiği yerde yeniden yeşerir, sürüldüğü yerde alttan sürgüyle gün yüzüne çıkar, yasakları aşar gelir.
Nitekim il merkezinde yasaklanan iki grubun konserine rağmen, yerel yöneticiler halkla birlikte yasaklara karşı sanatı savunmak adına ilçelerdeki konser ve panelleri gerçekleştirdi, doğaya yapılan saldırılara karşı seslerini yükselti, yağmaya ve talana karşı dik duracağını bir kez daha gür bir sesle haykırarak ortaya koydu.
Bu anlamda ülkenin bütün aydınlarının, aktivistlerinin, doğaseverlerin Dersim'le dayanışma göstermesinin zamanıdır ve zamanın ruhu bu sorumluluk duygusuyla bizleri çağırıyor.
Dersim, ah Dersim!
Dersim ismi bende hep farklı çağrışımlara neden olmuştur. Bu kadim coğrafya hem tarihsel belleğimizde acılı bir coğrafya olarak yer alıyor hem de (henüz tahrip edilmemiş) eşsiz bir doğa olarak önümüzde parlamaya devam ediyor.
(Bu engin ve ulaşılması zor doğadan ötürü olsa gerek, Osmanlı'da hep "Dersim'e sefer olur, zafer olmaz" denmiştir.)
Bu doğanın korunması sadece Dersimliler için değil dünya doğa uygarlığı için de çok önemlidir.
Bu anlamda çevre bilinci oluşturmak, kullanarak korumayı bilince çıkarmak, dayanışmayı yükseltmek, bu konularda ortak bir ruh ve kararlı bir duruş sergilemek için önemli işlevlere sahip olan festival gibi etkinlikler büyük öneme taşıyor.
İşte biz de bu bilinç ve heyecanla Hozat Belediyesinin yaptığı ve bizleri de konuşmacı olarak davet ettiği "Tarih, Ekonomi, Politika, Kültür ve Doğa" paneline davete icabetle koşa koşa gittik.
Şöyle anlatayım; Dersim'e ilgim öğrencilik yıllarında başladı. Bu ad, hep savunulması, korunması, hatırlanması gereken bir mazlumiyetin ruhumun derinliklerinde yankılanmasına sebep oldu.
Bana kıyımı, katliamı, ölüm pahasına haksızlığa boyun eğmemeyi çağrıştırdı. O yüzden Dersim'e hep derin bir bağlılık, büyük bir yakınlık duydum.
Üniversitede okurken yurttaki ve sınıftaki arkadaşlarım hep Dersimli oldu. Onlarla birlikte sohbet eder, saz çalar, söz dinlerdik.
Yüreklerinden kopup gelen haykırışlarıyla Dersim'in acılı feryadını onların ağıtlarında, türkülerinde dinlerdim.
Değil mi ki biz türkülerle gülmüş, türkülerle ağlamış bir halkın çocuklarıyız...
Yeni temiz bir sayfa!
Bu duygular beni olan biteni araştırmaya sevk etti. Daha o yıllarda Dersim'e dair okumalar yaptım, öğretim üyesi olduktan sonra araştırmalar gerçekleştirdim.
Gördüm ki resmi tarihin bize anlattıklarıyla olanlar aynı değil. Oturup araştırdım Dersim üzerine bir kitap yazdım.
Seyit Rıza'nın araba farları önünde idam götürülürken karanlıktaki cellatlarına "Evladı Kerbelığ, bi hatayığ, ayıptır, zülümdür" sözleri hala kulaklarımda çınlar.
İnsanların mağaralarda fareler gibi zehirlendikleri aklıma geldikçe yüreğim kabarır, dilim ağzımda dönemez olur.
Büyük bir ozan, düşünen bir filozof, halkını yürekten seven bir öncü olan Alişer ile yiğit karısı Zarife'nin ihanetçiler tarafından kesilen kana bulanmış kesik başları geliyor gözlerimin önüne.
Zarife'nin ihanetçilerin yüzüne "ikrarın düşmanları" haykırışları hala yankılanıyor o vadilerde.
"Türkiye'nin Che Guvera'si" olan Dr. Şıvan'ı hatırlarım Dersim denilince.
Bunca acıya bunca zulme nasıl dayanmış bu dünya?
Ve hala nasıl böyle dönmeye devam ediyor?
20 bin kişinin öldürüldüğü bir o kadranın da sürülerek yollarda ve gittikleri yerlerde yalnızlaştırılarak ölüme terke edildiği bu terteleye devlet "isyan" diyor.
Oysa onca yıl yaptığım araştırmalar sonunda ortada bir isyan göremedim.
Dersimli kendisine yapılan haksızlığa, zulme çar naçar direnmeye çalışmış o kadar.
O haliyle zaten direnememiş, çoluk çocuk yok olup gitmiş. Kalanların da yaşamaya devam etmeleri için "yalanlar" uydurulmuş ve kimileri sonrasında o yalanları doğru bellemiş, söylemiş, günümüzde hala söyleyenler var.
Böyle gitmez, yeni bir sayfaya ihtiyaç var.
O halde, yeni bir Türkiye inşa edeceksek, temiz bir sayfa açacaksak bu acılarla usulüne uygun yüzleşmemiz gerekir.
Neden?
Hep düşünmüşümdür;
İnsanoğlu kendi türüne neden bu kadar zulüm yapar?
Şöyle bir cevabı olabilir bu sorunun:
Bir insanın bir diğerinin içinden çıkmasıyla doğum mucizevidir.
Önlenemez oluşu, herkesi kapsaması ve sırlarla dolu oluşu ile ölüm ise ihtişamlıdır.
Mucizevi doğum ile ihtişamlı ölüm arasındaki yaşam ise aslında sıradan tekdüze bir tekrardan ibarettir; velev ki ondan anılası bir ömür çıkarmasa insan.
İnsanlık milyonlarca yıldır soğuk bir kış gecesi gibi karanlık bir kuyuya akıp gider gibi gitmekte.
Var olmaya çalışanlar ise bu karanlıkta bir ışık yakmak isteyenlerdir. Fakat ışığın düşmanları çoktur ve bu da zulmü ortaya çıkarır.
Hâlbuki bu gün doğumlar dursa doksan yıl sonra insan namına canlı kalmaz bu dünyada.
O halde bu zulüm niye?
Bütün bunlar o coğrafyayı gezerken, tarihsel bilincimi yoklarken ve Hozat'taki panelde söylenenleri dinlerken düşündüklerim.
Galipler ve mağluplar
Hozat davetine, Mersin'deki dostlarımız Mustafa Güler ve Vicdan Baykara Güler ile birlikte karayolu ile çok keyifli ve güzel bir yolculuktan sonra vardık.
Coğrafyanın güzelliği doya doya içimize çektik. İbn Haldun'un dediği gibi, 'Coğrafya gerçekten kader midir?' Öyle olsa gerek!
Baş eğmeyen dağların haşmetli duruşu, bir zamanlar insan çığlıklarının yükseldiği vadilerde şimdi envaiçeşit çiçeklerin açışı tezat oluşturuyordu.
Tertelede yarlardan atlayan kız çocukları yerine şimdi uçuşan çeşit çeşit kuşlar vardı.
Bir zamanlar kan akan derin vadilerden şimdi buz gibi soğuk ve berrak sular akıyordu.
Eşsiz flora ve faunaya sahip tepelerden, kaya ekosisteminden dağ keçilerinin ve ceylanların melemelerini kulaklarımıza kadar getiren serin rüzgârlar esiyordu.
Bütün bunlar, insanın halet-i ruhiyesinde derin dönüşümlere yol açarlar.
Böyle anlar ve böyle yolculuklar aklıma hep Gandi'yi getirir, coğrafyanın acıları ise onun şu sözlerini aklıma düşürür:
Ben bazen bunca acı, keder ve başarısızlık karşısında yeise kapıldığımda hep tarihi hatırlarım. Tarihte zülüm yapanlar ne kadar egemen görünseler görünsün sonuçta hep doğru kazanmış ve mazlumlar galip gelmiştir. Tarihin bendini de mağrurlara karşı mağdurların, zalimlere karşı mazlumları galip gelme umutları döndürmüştür.
Amerika'da torunu Raul Gandi'yi, Tennesee eyaletinin Memphis şehrindeki (ki Martin Luther King de -bizim de kaldığımız- bu şehirdeki Holiday Inn Oteli'nin balkonunda öldürülmüştü) Hristiyan Kardeşler Üniversitesi'nde ziyaret ettiğimde, dedesinin baş eğmeyen barışçı sivil itaatsizlik ve direngenliğinin sihrini böyle dile getirdiğini söylemişti.
O yüzden Dersim'de yaşanan acılardan sonra mutlaka galip gelecek olanın bu coğrafya ve onun mazlum insanları olacağını düşünürüm hep.
Çünkü hayat mors alfabesi gibidir, acıdan sonra mutluluk gelir mutlaka. Acı bir çizgi ise mutluluk bir nokta gibidir.
Çizgi, nokta, çizgi nokta; böyle devam eder gider. Acılı uzun çizginin ödülü bir gönenç patlaması olmalı, ardı sıra bir mutluluk mutlaka gelmelidir.
Tarih bu örneklerle doludur, sıra Dersim'dedir ve Dersimliler dillerini, inançlarını ve kültürlerini özgürce ve eşitçe yaşamayı çoktan hak etmektedir.
Bu örneğin bu coğrafyada da yaşanacağı, makus talihin değişeceği günler ise yakındır.
Bazı sosyoekonomik göstergeler
1938 askeri müdahalesinden önce 1935 yılında Tunç-eli olarak adı değiştirilen Dersim, son yıllardaki insansızlaştırma politikaları ve göç sonucunda nüfusu ilçeleriyle beraber 88 bine düşmüş ve bu haliyle nüfus bakımından Türkiye'nin en küçük ili haline gelmiştir.
Bu nüfusun da yüzde 45'ı memur ve memur ailelerinden oluşuyor. Nüfusun geri kalan kısmının yüzde 12'si esnaf, yüzde 25'i işçi, yüzde 8'i de diğerlerinden oluşuyor.
1990'dan sonra köyler zorla boşaltıldığı ve nüfusun önemli kısmı göçertildiği için temel geçim kaynağı olan hayvancılık ölme noktasına gelmiş.
Tarıma dayalı zirai işler ise hemen hemen yok denecek kadar az. Oysa 1980'lerde il nüfusu 150 binin üzerindeyken, Türkiye'nin nüfusu o günden sonra 42 yılda yüzde 87 artmış.
Normal koşular devam etseydi, bu artış oranına göre, Tunceli'nin bugün nüfusunun 234 bin olması gerekirdi.
Ama öyle olmamış, devletin son yıllarda uyguladığı yanlış siyasi, sosyal ve ekonomik politikalar sonucu bu coğrafya imansızlaştırmayla karşı karşıya bırakılmış.
O yüzden bugün itibarıyla Dersim nüfusunun büyük çoğunluğu yurtiçine ve yurtdışına bulunuyor.
Değişik araştırmaların ortak bulgularına göre yurtiçi ve yurtdışındaki toplam Dersimli nüfus yaklaşık olarak bir milyon dolayındadır.
Sadece 300 binin üstünde nüfus bugün İstanbul'da yaşıyor, bir o kadarı da Almanya başta olmak üzere yurt dışında bulunuyor.
Bu sosyoekonomik yapı içinde ilin en büyük ilçesi Pertek, en küçük ilçesi ise Kılıçdaroğlu'nun memleketi Nazimiye'dir.
Tunceli merkezde belediyeyi daha önce HDP kazanırken, 2019'da TKP'li başkan Maçoğlu kazanmış bulunuyor.
İlin iki milletvekilinden biri HDP'li diğeri CHP'li. Pertek, Hozat, Pülümür, Ovacık ve Nazimiye CHP belediyelerinde; Çemişgezek ve Mazgirt İlçeleri (Kemal Burkay'ın memleketi) AKP'de bulunuyor.
2019 seçimlerinde HDP'nin kazandığı Akpazar Belediyesi'ni ise kayyum yönetiyor.
Dersim bu ilginç siyasi dağılım içinde şimdilik kendi yağında kavrulmaya devam ediyor.
Hozat'ta panel
Bizler Elâzığ'dan sonra Keban Baraj gölünü arabalı feribotla geçip Pertek'e gittik, orda nevi şahsına münhasır bir adam olan Hüseyin'in 1 işlettiği Göl Evlerinde kaldık.
İlçenin güney sırtında, Pertek Kalesi ve göle nazır duran bu yerde Temmuz sıcağında bile akşamları ve sabahları ceketsiz veya şalsız oturmak mümkün değil. Akşam Pertek'teki konseri izledik.
Yaklaşık 15 bin insan toplanmıştı, bu da bu türden festivallere ne kadar ihtiyaç olduğunu gözler önüne seriyordu.
Ertesi sabah buranın en meşhur yöresel yemeği olan zerfetle (babıko da deniliyor) kahvaltı ettikten sonra İstanbul'dan gelerek bize katılan Şükrü Aslan arkadaşımızla Hozat'a hareket ettik.
Hozat Pertek ile Tunceli Merkez arasında yer alıyor, her iki yer de yaklaşık 40 kilometre uzaklıkta. Hozat'ta Seyfi Gedik Belediye başkanı.
Başkanı ziyaret ettikten sonra Paneli yapacağımız alana geçtik. Panel daha sonra kitapçık olarak yayımlanacağı için burada yapılan konuşmalardan bahsetmeyeceğim.
Ancak panelistlerden söz etmek gerekir. "Tarih, Ekonomi, Ekoloji, Politika ve Kültür" panelinin açış konuşmasını doğal olarak başkan Seyfi Geyik yaptı.
Moderatörlüğünü Vicdan Baykara'nın yaptığı panelin konuşmacıları ve konuları ise şöyleydi:
- Gülşen Erenler Çakar; Hozat'ta Eğitim Geleneği ve Kültürü.
- Mustafa Güler; Hozat'ta Ekonomik Dinamikler ve İmkânlar.
- Barış Yıldırım; Dersim Ekolojisi: Yöreye Yönelik Projeler.
- Ahmet Özer; Merkezi ve Yerel Siyaset Bağlamında Hozat.
- Şükrü Aslan; Hozat'ta Demografi ve Kimlikler.
Bu konuları enine boyuna konuştuk.
Panel hakkında bir fikir vermek için başkanın ve benim grupta yaptığım paylaşımı buraya almak isterim.
Öncelikle bizi davet eden ve bu güzel etkinlikleri gerçekleştiren Seyfi Başkan'a teşekkür ediyorum. Başarılı bir panel ve güzel bir konsere ev sahipliği yaptı. Bundan sonraki çalışmalarında üstün başarılar diliyorum. Mustafa Bey'e ve kıymetli eşi Vicdan Hanım'a içten teşekkürlerimi sunuyorum.
Mersin'den buraya birlikte çok keyifli bir yolculuk yaptık. Ayrıca Dersim'in engin ve acılı coğrafyasını boydan boya anlatarak gezdirdi bizi. Bu seyahat unutulmayacak anılarımın arasında şimdiden yerini aldı bile. Dersim için büyük bir değer olan sevgili Şükrü Aslan'a teşekkürler.
Kendine has üslubu ve engin Dersim bilgileri ile bir kez daha donattı bizi. Dersimin sembol isimlerinden Hasan Hayri Bey'in torunu Gülşen Hanım'ı ve çevreci mücadelesi ile takdir toplayan Avukat Barış Bey'i tanıdığıma çok memnun oldum. Gelecekte yeniden buluşmak dileğiyle...
Başkanın mesajı da şöyle:
Öncelikle, 3 yıllık bir aranın ardından gerçekleştirdiğimiz 20. Munzur Kültür ve Doğa Festivali'ni, büyük bir katılımla coşku ve heyecan içerisinde tamamlamanın mutluluğunu yaşadığımızı belirtmek isterim.
Festival kapsamında düzenlemiş olduğumuz panelimize katılımlarından dolayı değerli dostlarımıza teşekkür ediyorum. Geçmişten bugüne sosyal ve kültürel olarak büyük bir mirasa sahip olan, bu yönüyle de eğitim ve düşünce konularında hatırı sayılır bir yerde konumlanan memleketimizin, bu çok kıymetli hazinesini fikirlerinizle beslemiş olmanız bizler açısından çok özel bir hatıra olarak yer edindiğini bilmenizi isterim.
Festivalimizin, tüm boyutlarıyla, toplumumuzda yarattığı olumlu ve pozitif imaja, aktivistlerimizin ve sizlerin büyük katkı sunduğunu paylaşırken, bir kez daha tüm emeklerinizden dolayı içtenlikle teşekkür ediyor, bir sonraki festivalin baskı ve yasakların gölgesinde kalmadığı daha özgür ve aydınlık bir ortamda gerçekleşmesini umut ediyorum…
Panelden sonra akşam düzenlenen konsere katıldık, başkan panelistlere plaket sundu, herkes kısa konuşmalar yaptı.
Sıra bana geldi, başımı çevirdim duvarda Ahmet Arif'in resmi karşımda duruyordu 2, o an şairin Sevdan Beni şiir aklıma geldi başladım onu Kürtçe okudum.
Dersimi anlatıyordu sanki şiir;
"Aç kaldım, susuz kaldım; terk etmedi sevdan beni" diyordu.
"Can garip, can suskun..." diyordu. Burada da öyle olmuş.
1938 operasyonundan sonra sadece onlar değil bütün bu coğrafya derin bir suskunluğa bürünmüş ve sorun buzdolabına konulmuş.
Ama buzlar çözülmüş sorun gene ortaya çıkmış.
"Eller kelepçede… Tütünsüz uykusuz kalmışlar" gene de terk etmemiş bu sevda onları.
Çözülünceye kadar da terk etmeyecek gibi.
Veda etmeden…
Bu yazıyı birkaç anekdotla bitirmek isterim. Yukarıda bu coğrafyanın ne kadar harika olduğundan bahsetmiştim.
Ama aynı zamanda ne kadar acı yaşadığını da. Buna karşın yaşam bir su gibi akarak mecrasını buluyor ve kendine has devam ediyor.
Mesela Harçik Çayı ile Munzur Çayı'nın Tunceli girişinde birleştiği yerde plajlar oluşturulmuş.
Madem batıda "Türk bükü" var, nazire yapılırcasına buraya da "Kürt bükü" diyorlar.
İl merkezinden Gözlere giderken yol hep sağlı sollu Munzur Vadisinde, Munzur Çayını takip ederek geçip gidiyor.
Buralar da insanlar arabalarını sağa sola çekip Munzur'da serinliyor ya da piknik yapıyorlar.
Diğer bir şey tarihsel önemi olan meşhur Zeranik'le ilgili karşımıza çıktı.
Erzincan Sovyet'inin birtakım olaylardan sonra Zeranik denilen o zaman nahiye şimdi köy olan yere taşındığını ve Alişer'in bu işle ilgilendiğini biliyordum.
Ovacık'ı geçtikten sonra bizi Munzur Gözelerine götüren Mustafa Bey, Gözlere yakın bir yerde yeşillikler içinde bir yeri göstererek "İşte burası Zeranik Hocam" demez mi...
Kendimi bir an tarihin içinde sandım. Belki "Zeranik" ihya olsaydı buraların kaderi başka olurdu, kim bilir?
Sonra Gözlerin bulunduğu alana vardık, bir restoranda oturduk. Orada bize Gülşen Hanım'la Hüseyin Güler de katıldılar.
Bu bölgede en revaçta yemek kavurma ile alabalık. Ağaçlar altında içinde Munzur gözlerinden kopup gelen suyun ilk geçtiği yer olan bu lokantada yemek yedikten sonra gözlere doğru yürümeye başladık.
Vilayet tahtalardan yol yapmış. O yoldan yürüyerek gözlerin kaynağına vardık. Bu yerde su adeta dağın bağrından fışkırıyor ve burası Dersim kültüründe suyun kaynağının değerine atfen kutsal sayılıyor.
Bu inanç, günümüzde sürdürülebilir ekolojik yaşamda su ve toprağın korunmasının bir çeşit bu yolla yapıldığını aklıma getirdi.
Güzel bir yaklaşım, muhteşem bir manzara.
Anıların yankısı!
O anlarda Evdalé Zeyniké geldi aklıma: Osmanlı Adana Kozanda, isyan eden Kozanoğlu karşısında zora düşer. Levra üstüne gönderdiği bütün ordular yenilir.
En son Derviş Paşa komutasında büyük bir ordu gönderir ve bununla da yetinmez, bölgedeki Kürt beylerinden de yardım ister.
O arada Erzurum Toprak Kalede mukim Sürmeli Mehmet Paşa'dan da bir güçle harekete katılmasını ferman eder.
Sürmeli 400 adamıyla Dersim üzerinden Kozan'a gitmeye karar verir, yanında Kürtlerin ünlü dengbeji Evdalè Zeynikè de var.
Ancak bir sorun vardır; etraf, Sürmelinin Dersimden geçmemesi uyarısında bulunur.
Dersim'in insanlarının vahşi, coğrafyasının geçit vermeyen bir yer olduğu söyleyerek onu caydırmaya çalışırlar.
İnadı meşhur Sürmeli kimseyi dinlemez buradan geçer gider dengbeji Evdal ile birlikte.
Evdal bu eşsiz, engin ve harika coğrafyadan geçerken ona âşık olur, insanlarını sever, onlara bağlanır ve Dersim üzerine meşhur bir sıtran söyler, Dersim coğrafyasını muhteşem şiirsel feraseti ile dile getirir.
Gel zaman git zaman birçok badireden geçen, yoksul düşen ve gözlerine kara su inen Evdal, 110 yaşında ölmek üzereyken çocuklarını yanına çağırıp şöyle der:
Evlatlarım, ben işte geldim işte gidiyorum. Size mal mülk bırakmadım, ancak size sesimle sözümü bırakabiliyorum. Şimdi ölüp gideceğim, belki kılamlarım da unutulacak ama iki tanesi var ki unutulsun istemiyorum. Bunlardan biri 'Kozane le kozane' diğeri de 'Dersimè le Derslmè' dir. Şimdi Dersim sıtranını söyleyeceğim siz de ezberleyin, unutmayın, unutturmayın, gelecek kuşaklara iletin.
Ve çocuklarına ezberletir. Sonra "Haydi ben biraz uyayım" dedikten sonra, gözlerini yumar, bir daha da uyanmaz, (1910).
Evdal'in meşhur Dersim Stranı çağları delerek günüme kadar gelir ve şimdi ardılları dengbejler tarafından söylenmeye devam etmektedir.
Evet, gerçekten Dersim Evdal'ın sıtranında olduğu gibi bir sevdadır.
İttihatçıların ettikleri
Evdal'ın ölümünden beş yıl sonra İttihatçılar, Kürtleri Türkleştirmek, Alevileri Sunnileştirmek, Sünnileri laiklik sopasıyla terbiye etmek, gayrimüslimleri (özellikle Ermenileri) sürmek yoluyla onlardan kalan mal mülkle Türk ve Müslüman bir burjuvazi yaratmak politikalarına girişirler.
Bazılarını başarmadan I. Cihan Harbi'nde yenilirler ve ülkeden firar ederler. Ama Ermeni tehciri ve kıyımını gerçekleştirirler.
Her yerde olduğu gibi Dersimde de bu kıyımlar olur. Hozat ile Tunceli arasında Kayışoğlu Yarması var.
Ermeniler büyük bir uçuruma sahip olan bu yarmadan atılarak katledilir. Bu faciadan 22 yıl sonra aynı akıbeti Dersimliler yaşar.
Kurşun harcamamak için insanları çoluk çocukla birlikte bu yarmalardan atarak katlederler. Ne hazin.
Bütün bunların bilinmesi daha doğru bir gelecek yaratılması için tarih bilincine ve bir Dersim belleğine ihtiyaç var.
Çünkü geçmişini bilmeyen doğru bir gelecek kuramaz. Ne ki bu günkü devlet anlayışı buna cevaz vermiyor.
Tıpkı Munzur dağlarında Zini geçidinde öldürülen yüz kişinin anısına yapılan mezarların askerler tarafından tahrip edilerek yıkılması gibi.
Tıpkı Dersim Müzesinin gerçek bir kent belleğini temsil etmek yerine dejenere edilmesi gibi.
Anmak hatırlamaktır
Çeşitli çalışmalardan sonra il merkezinde bir müze yapılması kararlaştırılır. Kendisi de Dersimli olan Prof. Dr. Şükrü Aslan'ın da içinde bulunduğu "müze projesi" önceleri başarı ile yürütülür.
Merkezdeki "kışla binası" bir hafıza mekânı, geçmişle yüzleşmek için Toplumsal Tarih Müzesi olsun istenir.
Böylece müze çalışmaları başlar. Müze dört koridor olarak planlanır:
- Etnografya Koridoru
- Toplumsal Tarih Koridoru
- İnanç Koridoru
- Arkeoloji Koridoru.
Her biri kendi alanında uzman ve müzeci kişiler bu koridorların oluşturulmasında görev alır.
Fakat iktidar 15 Haziran'da seçimi kaybedip, kasım ayında yenileyince, 15 Kasım'dan sonra Türkiye'nin konjonktürü hızla değişir ve bu çalışmalar da kesintiye uğrar.
Tamamı Dersimli olan Müze Danışma Kurulu üyeleri sürecin dışında kalır. Adı Dersim olan müze, Tunceli Müzesi'ne çevrilir, içeriği de ona göre değiştirilir.
Bir söz var:
Aslanlar kendi hikâyelerini anlatmadıkça avcıların anlattıklarını dinlemek zorunda kalacağız.
Levra resmi ideoloji önce beyinleri boşaltmaya çalışır, sonra gerçeğin yerine bilinmesini istediği şeyi zerk eder.
Fakat bilinmeli ki, gündüz gerçeğe gözünü kapatan dünyayı sadece kendine gece yapar, gerçek ise orada durmaya ve var olamaya devam eder.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish