İki arada bir derede: Fransa'daki yeni jenerasyondaki milliyetçi Türkler; sıkışmış, kafası karışık, temsil edilmeyen…

Yeni jenerasyondaki Fransız Türklerinin, hem Fransa siyasetine hem de Türkiye siyasetine yoğun bir ilgisi var. Peki, Fransa siyasetine bakışları nasıl? Geçen seçimde kime oy verdiler? Temel sorunları neler ve Türkiye'yle kurdukları bağ ne durumda?

Fotoğraf: Reuters

Türkiye kökenli Fransız vatandaşlarında ciddi bir sosyal dönüşüm de var. Yeni jenerasyondaki Fransız Türklerinin, hem Fransa siyasetine hem de Türkiye siyasetine yoğun bir ilgisi söz konusu.

Önceki jenerasyonlardan farklılar. Anne ve babalarının aksine, Türkiye'de doğmuş değiller, Fransa'da doğdular ve büyüdüler. Üniversiteye gidiyorlar.

Öte yandan Fransa siyaseti içerisinde temsil edilmemiş hissediyorlar. İzole olmuş Türklerin de onları temsil etmediğini düşünüyorlar.

Peki, bütün bu sıkışmışlığın içinde Fransa siyasetine bakışları nasıl?

Geçen seçimde kime oy verdiler?

Temel sorunları neler ve Türkiye'yle kurdukları bağ ne durumda?

Bu sorularımın cevabını aramak için kendileri Fransa'da doğmuş, anne veya babaları Türkiye'den Fransa'ya göç etmiş; 20'li yaşlarında olan 3 üniversiteli Fransız Türk'üyle görüştüm ve bu sorularımı onlara sordum.


İslam ve göçmenlik çok konuşuluyor

Fransa halkının anketlerde en çok önemsediği konu ekonomi olsa dahi, bir Fransız tartışma programını açtığınızda karşınıza çıkan konular büyük ihtimalle şunlar olacaktır: Göçmenlik, İslam, başörtüsü, azınlıklar ve Fransız kimliği…

Resmi istatistiklere göre, nüfusunun yüzde 25'inin göçmen kökenli olması, 2015'ten beri yaşanan terör saldırıları, bu terör saldırıları sonucu toplumun travmatize olması, görünür bir biçimde artan aşırı sağ söylemler; toplumsal tartışmaların temeline göçmenliği, azınlıkları, İslam'ı ve Fransız kimliğini koyuyor. 

Emmanuel Macron, radikal bir İslamcı tarafından başı kesilerek öldürülen öğretmen Samuel Paty'nin ardından "İslam bir krizin içerisinde" açıklaması yapmış ve yoğun tartışmalara sebep olmuştu.

"Ne touche pas à mon poste" (Televizyonuma dokunma) isimli ve genelde bu kimlik meselelerini konu alan program, her bölümünde milyonlarca seyirciyi ekran başına topluyor.

Eric Zemmour gibi hiçbir siyasi kariyeri olmayan ve bütün parti programını göçmenlik ve İslam karşıtlığı üzerinden oluşturan bir adayın 10 Nisan'daki ilk turda yüzde 7 oy olarak onlarca yıllık kökleşmiş partileri geçmesi de şüphesiz Fransa siyasetinin geldiği durumu gösteriyor.
 

Martial Trezzini - Keystone.jpg
Fotoğraf: Martial Trezzini/Keystone

 

Dönüşüm yaşanıyor

Bütün bu tartışmaların eşiğinde Fransa'daki Cezayir veya Fas kökenlilerin yanında, özellikle de Türkiye kökenli vatandaşların durumu önemli bir tartışma konusu oluyor.

Öte yandan biz de onları Türkiye'den pek tanımıyoruz. Gurbetçi stereotipi ne kadar gerçek olsa da aslında var olan kimliklerin sadece bir parçası.

Türkiye kökenli Fransız vatandaşlarının, bilhassa yeni kuşaklarında ciddi bir sosyal dönüşüm de var.

Yeni jenerasyondaki Fransız Türklerinin hem Fransa siyasetine hem de Türkiye siyasetine yoğun bir ilgisi var. 


Önceki jenerasyonlardan farklılar. Anne ve babalarının aksine, Türkiye'de doğmuş değiller, Fransa'da doğdular ve büyüdüler.

Taşrada değil şehirde yaşıyorlar. Hatta kendi jenerasyonundaki birçok gurbetçi gençten de farklılar.

Göçmen ailelerin çocuklarının çok büyük bir kısmı yükseköğretime devam etmiyor.  

Benim röportaj yapığım 2 Fransız Türkü ise lisans derecelerini bitirip yüksek lisansa devam ederken, bir tanesi de yüksek lisansını bitirmiş durumda.


Ayrıca, Fransa siyaseti içerisinde temsil edilmemiş hissediyorlar, Müslümanların birçoğunun oy verdiği Jean-Luc Mélenchon'a oy vermiyorlar.

Bir yandan Fransa siyasetinin sorunlarıyla uğraşıyor, bir yandan da Fransız Türklerinin önceki jenerasyonundaki entegre olmama isteğini birebir tecrübe ediyorlar.

Ne Fransızların ne de toplumdan izole olmuş Türklerin onları temsil ettiğini düşünüyorlar.

Laik devletin hem yanındalar hem de bir Müslüman olarak ağır kurallarını enselerinde hissediyorlar.

Bozkurt'ların şiddet olaylarına karşılar; ama Türklere haksızlık edildiğini düşünüyorlar.

 
Semiha ve Gizem ve Atilla'yla (-ed.n. kendi istekleri üzerine, isimleri değiştirilmiş ve bu mahlas isimler kullanılmıştır) Twitter üzerinden tanışıyorum.

Kendilerini milliyetçi olarak tanımlıyorlar. 8 aydır Paris'te yaşamama rağmen, tanıştığım ilk Türk asıllı Fransızlar oluyorlar.

Halbuki Fransa'da 1 milyon ile 2 milyon arasında Türk asıllı Fransız'ın yaşadığı tahmin ediliyor.

Türkler ve Kürtler ülkenin özellikle büyük şehirlerine dağılmış durumdalar.

Paris'in dışında Lyon ve Marsilya'da yoğun bir Türk ve Kürt nüfusu var.

Tıpkı "Alamancılar" gibi, bu diasporanın Fransa'ya gelişinin ilk tarihi 60'lı yılların sonlarında ve 70'li yılların başlarında gerçekleşiyor.  

Fransa'daki Türkiye kökenlilerin çoğunluğunu Yozgat, Konya ve Gümüşhane gibi İç Anadolu'nun taşralarından gelen Türklerle; Şanlıurfa, Mardin ve Van gibi Doğu'dan gelen Kürtler oluşturuyor.

1980'li yıllardan sonra yaşanan politik göçlerle beraber Fransa'daki Türkiye asıllıların sosyal dokusu iyice karışıyor. 


Semiha, Gizem ve Atilla

Semiha, 25 yaşında. Bir yandan çalışırken, bir yandan da Paris'te hukuk yüksek lisansı yapıyor.

Babası 1980'li yıllarda Yozgat'tan Fransa'ya göç ediyor, Fransa'da doğmuş Türkiye kökenli annesiyle evleniyor.


Gizem, 27 yaşında. Şu an hem iş sağlığı ve güvenliği üzerine bir bölüm okuyor hem de bir yandan bir şirkette sekreter olarak çalışıyor.

Öncesinde INALCO'da (Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Enstitüsü) Türkoloji okumuş.

1 sene Türkiye'de yüksek lisans bile yapmış. Babası terzi, Semiha'nın ailesi gibi onun da babası 80'li yılların başında Fransa'ya göç etmiş.


Atilla ise, 24 yaşında. Paris'te uluslararası ilişkiler yüksek lisans birinci sınıf öğrencisi.

Tıpkı diğerleri gibi, babası 80'li yılların başında Fransa'ya geliyor. İnşaatlarda çalışarak geçimini sağlıyor.

Atilla'nın annesiyse Fransız. Semiha ve Gizem'den ayrı olarak Atilla'nın babası Fransa'daki Türkler arasında nadir görülen bir şeyi yapmış. Fransız bir kadınla evlenmiş.
 

Jean-Luc Melenchon. Fotoğraf Reuters.jpg
Jean-Luc Melenchon / Fotoğraf: Reuters

 

"Mélenchon'un açıkça PKK'ya destek vermesi beni rahatsız ediyor"

Onlara ilk olarak geçen seçimlerde hangi partiye oy verdiklerini soruyorum.

Fransa'daki azınlıklar ve Müslümanlar arasında Boyun Eğmeyen Fransa'nın lideri Jean-Luc Mélenchon en popüler isim.

Müslümanların yüzde 70'nin Mélenchon'a oy verdiği tahmin ediliyor.

Fakat Arapların aksine, Türkler arasında Mélenchon o kadar popüler bir isim değil.

Hiçbiri Mélenchon'a oy vermemiş. Nedenini soruyorum;

Gizem açıkça şunu söylüyor:

Yani evet, Mélenchon aralarındaki en az İslamofobik isim. Müslümanları en iyi anlayan isim. Fakat adam (Mélenchon) açıkça PKK'yı destekliyor. PKK'yı destekleyen birine oy vermek istemiyorum. Bu yüzden ilk turda çok araştırmadan Yeşiller'in adayı Jadot'ya oy verdim.


Semiha, Gizem'in bıraktığı yerden devam ediyor:

Ben bürokratik sorunlardan dolayı oy kullanamadım. Kullansaydım da boş oy kullanacaktım. Benim için hem Türklük hem Müslümanlık önemli. Birini diğerinden daha önemli bir konuma getiremiyorum. Mélenchon'un açıkça PKK'ya destek vermesi beni rahatsız ediyor.


Benzer bir cevabı Atilla'dan da alıyorum. Temsil edilmediğini düşündüğü için bu seçimlerde oy kullanmamış.

Mélenchon'un PKK'ya yönelik bir desteği var. Bazı konuşmalarında PKK'nın AB ve Fransa'nın terör listesinden çıkarılması gerektiğini savunuyor. Aynı politika önerisi parti programında da yer alıyor. 
 

Melenchon Rojova'ya destek verirken.jpg
Fotoğraf: Twitter

 

"Bencil olduğumu düşünmüyorum, bu hassasiyetlerimden dolayı Mélenchon'a oy vermemek en büyük hakkım"

Mélenchon'a destek vermedikleri için Türk olmayan Müslüman arkadaşlarından baskı gördüklerini anlatıyorlar.

Gizem şöyle aktarıyor:

Bir Arap arkadaşım Mélenchon yerine Jadot'ya oy verdiğimi duyunca çıldırdı. Lafı 'Siz Türkler olarak bencilsiniz'e getirmeye çalıştı. Fakat bencil olduğumu düşünmüyorum, bu hassasiyetlerimden dolayı Mélenchon'a oy vermemek en büyük hakkım.


"Seçimlerin çoğunlukçu yapısından dolayı tercih haklarımın kısıtlandığını hissediyorum" diyen Semiha, sözlerine şöyle devam ediyor Semiha:

Sanki şu an bir demokrasi içerisinde değilmişiz gibi... Hepimiz Mélenchon'a oy vermemiz gerekiyormuşuz gibi bir ortam var, ben böyle düşünmüyorum.


"Eğer daha dindar veya muhafazakarsanız Mélenchon'un Müslümanlara olan bakışını daha çok önemsiyorsunuz"

Çevrelerindeki bütün Türklerin onlar gibi düşünüp düşünmediğini soruyorum:

Mélenchon'a oy veren kimse mi yok?

Durumun böyle olmadığını söylüyorlar.

Atilla, Türk kimliğini güçlü bir şekilde hissedenlerin Mélenchon'a oy vermediğini; ama muhafazakar Türklerin Mélenchon'a oy verdiğini söylüyor.

Eğer daha dindar veya muhafazakarsanız Mélenchon'un Müslümanlara olan bakışını daha çok önemsiyorsunuz, diğer tarafını pek umursamıyorsunuz. 


Gizem ve Semiha da bu durumu onaylıyor. Annelerinin ve kız kardeşlerinin geçen seçim Mélenchon'a oy verdiklerini söylüyorlar.

Atilla devam ediyor:

Daha milliyetçi Türkler ise PKK konusunu önemsiyorlar. Mélenchon'a da oy vermedikleri için aslında siyasi arenada temsil edilmediklerini düşünüyorlar. Onları temsil edecek bir parti olmuyor.


Gizem böyle düşündüğü için kendi aile fertleriyle zaman zaman tartıştığını da sözlerine ekliyor:

Bazen bana soruyorlar: 'Mélenchon cumhurbaşkanı olursa hepimiz için daha iyi olacak. Niye yaşadığın ülkeyi önemsemeyip Türkiye'ye göre karar alıyorsun?'

Onların dediklerini de mantıklı buluyorum ama bu konu göz ardı edebileceğim bir konu değil.


Atilla'ya 'temsil edilmeme' meselesini soruyorum. Zira Fransa'da ve Almanya'da Türklerin imajı son yıllarda oldukça negatif bir durumda.

Türklerin entegrasyon sorunu ve AK Parti'nin AB'yle yaşadığı sürtüşmeler sonucu AB ülkeleri içinde artan gerginliğin yanında son dönemlerde başka bir popüler konu var: Bozkurtlar ve Ülkü Ocakları.

Fransa ve Almanya, geçen yıllarda aldıkları kararla Ülkü Ocakları'nın faaliyetlerini durdurmuştu. Ülkü Ocaklarını radikal ve şiddete meyilli bir örgüt olarak değerlendirmişlerdi. 

Fransa'da bu konunun daha geniş çaplı gündeme gelmesiyse Ahmet Çetin'in aldığı ceza sonucu olmuştu.
 

Ahmet Çetin.jpg
Ahmet Çetin / Fotoğraf: Twitter

 

Ermenistan-Azerbaycan savaşının yaşandığı dönem, Türkler ve Ermeniler arasındaki gerginlik artmıştı.

Bazı Türkler, Ermeni mahallelerine gidip küfürlü sloganlar atmış, duvarlara yazı yazmıştı.

Ahmet Çetin paylaştığı bir Instagram videosunda "Türkiye'den para aldığını ve Ermenileri Fransa'da rahat bırakmayacağını" söylemişti.

Söz konusu video hem Instagram tarafından kaldırılmıştı hem de Ahmet Çetin Fransız mahkemelerince cezalandırılmıştı. 


"Türkofobi'nin var olduğunu düşünüyorum"

Atilla, bu olayların tarihini uzun uzun anlatıyor:

Evet, bazı Türklerin yaptığı böyle kabul edilemez davranışlar var. Fakat öte yandan Hocalı Katliamı'nı protesto etmek için Chatelet'deydik (Paris'te merkezi bir meydan). 500 kişi kadardık. Büyükelçiler de buradaydı. Ermeniler geldi ve bize saldırmaya başladı. Gazetelerde hiç haber olmadı. Bütün bunlardan dolayı Türkofobi'nin var olduğunu düşünüyorum.


Yeni jenerasyon değişiyor

Fransa'ya taşradan gelmiş ve yükseköğretime devam etmemiş Türklerle, yeni kuşaklarda üniversiteye giden ve topluma entegre olan Türklerin arasında farklar var.

Her göçmen genci üniversiteye gitmiyor. Sosyal eşitsizlikler ve banliyölerde yoğunlaşan göçmen nüfusundan dolayı birçok göçmen genci ya küçük yaştan itibaren suça karışıyor ya da ailesinin yaptığı işi devam ettiriyor.

Fakat 20'li yaşlarındaki bir gencin üniversiteye gidip gitmemesi; onun hayatındaki birçok şeyi değiştiriyor.

Üniversiteye giden ve gitmeyenlerin hem topluma katılımı hem de siyasete yaklaşımı birbirinden çok farklı oluyor.

Üniversiteye gitmek Fransa'nın değerleri, siyaseti ve kurumlarıyla büyümek derken banliyölerde ve kapalı bir Türk komünitesinin içinde kalmak sosyal ve siyasi olarak izolasyonu da beraberinde getiriyor.

Bunun sonuçların biri de radikalleşme olabiliyor. 


Yeni nesildeki eğitimli jenerasyonunu bu manada bambaşka sorun ve algılarla uğraşmak zorunda kaldığını anlıyorum.

Nitekim Semiha beni doğruluyor;

Üniversiteye girdikten sonra vizyonum 10 kat açılmıştır. Öncesinde dünyaya ailemin değerlerinden bakıyordum. Artık daha geniş baktığımı düşünüyorum.


Bunun sorumlusunun kim olduğunu soruyorum onlara: Entegre olmak istemeyen Türkler mi yoksa bunu sağlayamayan Fransızlar mı?

Aldığım cevaplar beni çok şaşırtıyor.

Atilla ilk olarak Fransa'nın kapsayıcı bir kimlik inşa edememesinin altını çiziyor:

Bu siyasi bir sorun. Fransa'nın sorunu Müslümanlara bir kimlik verememesi oldu. Fransa'daki Müslümanlar; Türkler, Cezayirliler ya da Faslılar kendi orijin ülkelerine daha çok bağlılık hissediyor. Fransa bütün dinleri ve kimlikleri kapsayan bir kimlik inşa edemedi.


"Kültürel bagaj var"

Fakat Atilla, hikayenin diğer tarafına da değiniyor;

Eğitim lazım. Türklerin çoğunluğu Yozgat, Konya, Kayseri gibi daha Anadolu kentlerinden geldiği için buraya gelen ilk kuşak çocuklarını nasıl eğiteceğini bilmiyordu. Buraya gelen Türkler çoğunlukla ya kebapçı oluyor ya da inşaatlarda çalışıyor. Dolayısıyla böyle bir kültürel bagaj var. Entegrasyon problemi hem onlarda oluyor hem de onların çocuklarında. Bu çocuklar üniversiteye gidince değişebiliyor.


Gizem ve Semiha, sorduğum soruyu Fransa'da artan İslamofobi üzerinden değerlendiriyorlar.

Onlara göre İslamofobi, entegrasyon problemi ve azınlıklar konusu birbiriyle iç içe geçmiş konular. Yeni jenerasyonların gelişiyse sorunu katmerleştiriyor.


"Kardeşim kapandığında 'Acaba bir Arap erkek arkadaşı mı var' diye düşündük"

Gizem kendi tecrübelerini şöyle aktarıyor:

Türbanla ilgili bir tartışma başlasa argümanlar şunlar oluyor: İran'da zorla kapatılan insanlar var. Mahalle baskısından dolayı kapatılan insanlar var. Kapanmadığınızda size kirli kadın gözüyle bakılıyor.

Bu hikayeleri anlatan kadınlar televizyona çıkıyorlar. Fakat genelde böyle olmuyor. Hatta benim kardeşim babamın karşı çıkmasına rağmen kapandı. Babam ne gerek var dedi mesela? O kapandığında 'Acaba bir Arap erkek arkadaşı mı var' diye düşündük. Türklerin bile böyle düşüncesi olunca Fransızları biraz anlayabiliyorum.


Semiha, başörtüsü meselesinde temel konunun kadının özgürlüğü olduğunun altını çiziyor;

Feminizm bunun için mücadele verdi, şimdi niye kadınları kapatıyoruz diyorlar. Halbuki gerçek feminizm bence kadının kendi kıyafetini seçebilme özgürlüğü demek, kapanma ve açılma özgürlüğü vermek demek.
 

 

"Şimdi başörtülü kadınlar daha görünür ve bu rahatsız ediyor"

Gizem yeni jenerasyonlarla beraber Müslüman kadınların görünürlüğünün artmasının Fransa'da artan İslamofobi'nin sebeplerinden biri olduğunu söylüyor.

Hem başörtülü kadın sayısındaki artış hem de İslamofobinin beraber arttığının altını çiziyor:

Şunu fark ettim artık. Daha fazla kapalı kadın var. Bu da Fransızları şaşırtıyor. Hem başörtülü kadınların sayısı hem de İslamofobi beraber arttı. Çünkü eskiden annelerimiz kapalıydı; onlar evdeydi, görünmezdi. Evlerde temizlik yapıyorlardı ve göze batmıyorlardı. Şimdi başörtülü kadınlar daha görünür ve bu rahatsız ediyor. Üst tabakalara girmeleri rahatsızlık veriyor.


Gizem, yine de meselenin daha karmaşık olduğunu düşünüyor;

Biraz iğneyi de kendimize batırmamız gerekiyor. Bazen davranışlarımız olması gerektiği gibi değil.

Şöyle diyebilirsin; 'Ben burada doğdum. Niye bir Fransız'dan daha çok dikkat etmeyelim?'

Annemiz babamız hep derdi ki: 'Hep dikkat et, sen Türk'sün, Müslümansın. Örnek olmalısın.'

Mesela kız kardeşim başörtülü, bazen rahat davranıyor.


"Rahat davranıyor" ifadesiyle ne demek istediğini soruyorum, Gizem şöyle yanıtlıyor:

Yüksek sesle konuşuyor mesela. O da diyor ki 'Ne diye dikkat edeyim.' Ama ben insanların bakışını görüyorum. O bakışlar beni rahatsız ediyor.


"Fransız öğrenciler dövme bile yaptırmıyor. Hassasiyet bu kadar yüksekken başörtüsü konusu abartı bence"

Bir avukat olarak Semiha, kendi mesleğinden örnek veriyor.

Bir avukatın cumhuriyet değerlerini temsil ettiğini, bu yüzden başörtülü olmaması gerektiğini düşünüyor.

Ayrıca, kendisi de eskiden bir başörtülü olan Semiha, başörtüsünü çıkarmadan önce uzun süre düşünmüş.

En son iş bulamama kaygısıyla başörtüsünü çıkarma kararı almış.

Semiha, şunları söylüyor:

Fransa'nın katı bir laiklik anlayışı var. Bu anlayışa göre, kamusal alanda hiçbir dini sembol olamıyor. Bu tarafsızlık ilkesi bütün dinler için geçerli, sadece İslam için değil.


Semiha'ya göre, laiklik devletin olmazsa olmazlarından biri. Bu gerekliliğin haklılığını da şu sözlerle savunuyor: 

Bir başörtülü kız vardı, avukat olmak istiyordu. Bu tip davranışlar Fransızları çok rahatsız ediyor. Fransız öğrenciler dövme bile yaptırmıyor. Hassasiyet bu kadar yüksekken başörtüsü konusu abartı bence. Onları da anlıyorum. Başka ülkelerde bu sorun bile olmuyor fakat dönüşümün yavaş yavaş olması gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde bir tepki yaratıyor.


"Fransa'daki İslam, dünyanın dört bir tarafından çok fazla etkileniyor. Fransa buna nasıl tepki vereceğini bilemiyor"

Atilla, bütün bu İslam tartışmalarının arkasında Fransa'nın nasıl tepki vereceğini bilememesi olduğunu düşünüyor;

Fransa'daki İslam, dünyanın dört bir tarafından çok fazla etkileniyor. Fransa buna nasıl tepki vereceğini bilemiyor, ne olduğunu anlayamıyor. Bu yüzden sert tepki veriyor. 


Atilla ayrıca, Fransa'nın, diğer ülkelerin buradaki dini faaliyetleri fonlamasından rahatsız olduğunu söylüyor:

Milli Görüş gibi politik hareketler Türk toplumu arasında çok güçlü. Fransa, imamlar arasında Türkiye etkisini kırmak için Fas'a kendi imamlarını oluşturmaya gitti.

Kendi halinde bıraktığında radikalleştiğini düşündüğünü imamlar yerine Fransız değerlerine bağlı kendi imamlarını yaratmak istiyor. Türkiye'yle yaptığı anlaşmayı da değiştirdi. Bu anlaşma normalde Türkiye'den imam alırken artık çift vatandaşlara odaklanacak. Çünkü Fransa hem Fransızca hem Türkçe bilen imamlar istiyorlar.


Son olarak Türkiye'yle olan bağlarını merak ediyorum. Türkiye'yi ne kadar takip ettiklerini soruyorum.

Üçünün de düzenli olarak Türkiye'yi takip ettiklerini öğreniyorum.

Gazeteci İbrahim Haskoloğlu'nun içeri alındığını bilecek kadar günlük haberleri takip ettiklerini söylüyorlar.

Zaten evde de babalarının sürekli Türk kanallarını izlediğini; fakat bazen babalarıyla siyaset konuşmayı tercih etmediklerini söylüyorlar.


İlginç noktalardan biriyse, üçünün de yolunun Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı'ndan (YTB) geçtiğini öğreniyorum.

Ya staj ya da burs yoluyla YTB'nin imkanlarından faydalandıklarını anlatıyorlar.

Böylece hepsi Türkiye'de en az birkaç ay staj yapacak ya da eğitim alacak imkanı bulmuş. 

Saatinin geç olmasıyla beraber ayrılıyoruz. Görüşmemiz planladığımız sürenin neredeyse iki katı kadar sürüyor.

Daha önce fark etmediğim dönüşümlerin farkına varmanın heyecanıyla doluyorum.

Nasıl ki Türkiye'de jenerasyonlar değişiyorsa yurtdışındaki jenerasyonlar da değişiyor ve onları anlamamız için çaba gerekiyor.

 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU