Muhafazakârlık

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Geçmişte birçok ülkede bulunma fırsatım oldu. Gittiğim ülkelerin sokaklarında, halkın arasında çokça vakit geçirir, gençleriyle de sıklıkla konuşurum.

Çoğunda yaygın ama bizde nedense bir hayli zayıf kalmış özellikler olduğu gibi, bizde yaygın ama onlarda zayıf gördüğüm özellikler de mevcut. Belli başlı farklılıkların bazısı moral bozuyor, bazısı ise "şükür" dedirtiyor.

10 sene olmamıştır Çek Cumhuriyeti'ne gitmiştim. Hayatımda gördüğüm en amaçsız, en maksatsız gençlerin olduğu ülkelerden biriydi.

Avrupa'nın dışındaki dünyaya ama özellikle İslam dünyasına dair algıları yok denecek kadar azdı.

İran mı? Arap ülkesi o ya? Türkiye mi? Sanırım Türkler de Arap… Bosna Hersek? Evet, onlar da Türk-Arap arası bir şeydi… Arnavutlar? Onları bilmiyorum ne onlar? Sovyetlerden ayrılma olabilirler…


Başka kültürleri tanımamaları bir yana, kendi kültürlerini ve dinlerini bile tanımadıklarını görmüştüm.

Türkiye'deki şehirli bir gencin en azından algıları vardır. Zayıftır ama vardır. Bolivya deseniz gitmemiştir; fakat bir Latin Amerika ülkesi olduğunu bilir. İran'ı Arap sanmaz. 

Az ötesindeki Slovakya da farklı değildi. Onlarda da hayli yoz bir gençlik fark ettim.

Ama bir şey vardı ki onu da takdir ettim.

Hemen hepsinin bir müzik aleti çalabildiği, belli bir spor alanına yatkınlıkları, günlük veya haftalık bir spor düzenleri mevcut.

Gençlik, gençliğini deyimi yerinde ise yudum yudum içerek yaşıyor. Sağda solda ellerinde zincir sallayan öbekleşmeler, gereksiz yere dolaşanları görmüyorsunuz.

Türkiye ve Asya ülkeleri hariç pek az yerde gözlemlediğim "4,5 erkekli yürüyüşler de" bu ülkelerde yok. Ya kızlı erkekli yürüyorlar ya da iki kız, iki erkek yan yana yürüyor.

Olabilir, arkadaşıdır yürür. Ancak bir çete gibi 5 ila 6 adamın yan yana gezmesi gibi bir anormallik hiç görmedim.

Özellikle Anadolu'da akşamları buluşarak gezen 10'ar kişilik gruplara şahit olmuşumdur. Elazığ'da Gazi Caddesi'nde akşamleyin yürüyün, böyle kalabalık erkek gruplarını görürsünüz. Ne yapıyorlar çok merak ederdim.

5-6 kişi buluşup kafeye gideceklerse yarım manga asker gibi yürümenin âlemi nedir? Kafede buluşalım de bitti. İşte bu ve benzeri farklılıklar gençlerin sağlıklı gelişimleri için çok önemli.


Vaktinde tatmin ortamı bulmayan her şey beyinde "ulaşılamaz" bir kavrama biner ve o tatmini yaşanmayan şey bir ömür boyunca kişinin zaafına dönüşür.

Gelecekte daire başkanı, öğretmen, belediye başkanı veya politikacı olsa da o kişinin zaafıdır.

Nitekim Anadolu'da bin kişiye sorun bunların 900 kadarı flörtün kabullenilemez bir şey olarak görür ama "erkeğin çapkınlığını" yüceltir.

Erkek bu çapkınlığı tek başına yapmıyor ki? Elbette bir kızla olmak zorunda her çapkınlık. Ama erkek çapkınlığı yüceltilirken bir erkekle görülen kızın adı çıkabiliyor.

İşte bu, çarpık bir düşünce tarzıdır. Mahalleye laf olur, söz olur mantığı, erkeğe sınırsız bir "elden geçirme" özgürlüğü verirken, kızların birçok yerde bir arkadaşıyla kahve içmesini bile kabullenilemez bulabiliyor.

İşte bu sebepten ilişkiler de çoğu kez çarpık başlıyor. Kişiler birbirlerini zor buldukları için fazlaca tahakküme alıyorlar.

Bir öğrencime tez düzeltmesini atmam gerekiyordu. Maili yolladım. Bana telefondan şu cevabı yazmıştı:

Hocam erkek arkadaşım Taylan'da mail şifrem var ve akşamları maillerime bakıyor. Sizinle başka bir mail açıp oradan mailleşebilir miyiz?


Taylan'a niye verdin mailini a kızım? Hadi madem verdin, Taylan niye bakar? Deli mi bu adam? Paranoyak mı? Hadi baktı hadi sen de yaptın bir hata ve verdin. Peki, yeni mail adresi almak samimiyetsizlik değil mi?

Garip ve çarpışık mantığın patlayacağı yeri öngördüm ve içimden "bu kıza kesinlikle bir şey olacak…" dedim. Oldu da.

Adam kızı annesinin önünde tokatlamış en son. Araya giren annesinin de kolunu bükmüş.

Sen eğer Taylan'ı hayatına o derece sokar, ona sahip olmaması gereken en saçma şeylere dair kendi hayatın üzerinde haklar verirsen o da gelir o hakları da seni de haklar…


İşte birey olmak bu sebepten önemli. Bizler sevdiklerimize veya güvendiğimiz kimselere daha önce hiç sahip olmadıkları ve bizim geleceğimizi ilgilendiren hakları verebiliyoruz.

Eline sınırsız güç geçen maşuk ise aşığını bir güzel eziyor, ona tepeden bakıyor. Döver da sever de mantığı işte bu sebepten siyasete de hâkimdir insanlara da. 

Bu bahsettiğim şeyler elbette kırsalda çokçadır ve şehirlerde azalmakta ama kırsaldan şehre gelen herkes bunları şehre de getiriyor.

Dolayısıyla çarpışık anlayışlar şehirde de devam ediyor. Oğlunu evlendirecek birini tanıyordum. "Sudan başkasının dokunmadığı, güneşten başkasının görmediği bir kız" bulmak istiyordu oğluna.

Dediği cümle aynen buydu. Yani bu tabii ki sembolik bir mecaz cümlesi ama o kadar nadide bir kız bulacaktı.

Oğlu da yapmadığı şey kalmamış yaramazın biriydi. Oğlunun hayatına girip çıktığı kızlar için aynı tasayı hissetmediği aşikârdı.

Bu tür gençlerden cani çıkar, kadın döven zontalar çıkar, şiddet hastası çıkar. Çünkü kendilerini yücelten bir aile figürü vardır. "Erkek ne yapsa yeridir…" mantığına saplıdır bunlar.

İşte bu sıkıntılı durum, Avrupa'nın arka kapısı diyebileceğimiz Doğu Avrupa ülkelerinde yoktur. Bu çocukların büyük kısmının bir spor aktivitesi, çaldıkları bir müzik aleti olduğu gibi tiyatro oyunculuğu, karnaval veya ulusal törenlerde bir vazifesi de olabiliyor.

Sistem ya da yerleşik kültür, onları aktif tutmak için kurgulanmış.


Ayrıca, çoğunun da bir dünya görüşü vardı. "Demokratım", "Ben Özgürlükçüyüm", "Çevreciyim" veya "Liberal sola yatkınım" diyorlardı.

Tuttuğu takımın ilk 11'ini sayamayan adam gibi değil, "Çevreciyim" dediklerinde başlıca çevre aktivistlerini biliyorlardı. Ama ezberletilen kavramlarla; küresel ısınma, sera gazları vs.

Ama maksatsızlardı. İnanın maksatsız ve amaçsız. Bir dünya görüşleri vardı ama amaçları yoktu. Hayatlarına mana katan bir "idealleri" de pek yoktu.

Sadece okulda başarılı olduğu yüzünden belli olan tiplerin gelecekte siyasete atılmak ya da devlette bürokrat olma planları vardı.

Ulaşılamaz hiçbir şeyleri olmadığından ulaşılacak olan hayalleri ideale bağlamak yerine ya alkolle ya tozla kafa yapıyor veya bu akşam biriyle başka akşam başkasıyla vakit geçiriyorlardı.

İşte orada, ulaşılabilir olana ulaşma özgürlüğünün ideallerin vaatlerini sulandırdığını da fark ettim.

Çoğu gayet iyi bir şekilde bir yabancı dili konuşabilirken, ezberletilen kavramların derinine girdiğinizde içinin boş olduğunu görüyordunuz.

Mesela özgürlükçülükten bahsediyorsunuz. "İlk üç kavram nedir?" diyorsunuz. Önce "Eşcinsellik ve LGBT hakları", dedikten sonra ikinci ve üçüncüyü dakikalarca düşünüyorlardı.

"Dünyada bir tek LGBT haklarına dair mesele mi var?"

"Diktatörlükle yönetilen Arap ülkelerinde insanların konuşma özgürlüğü yok mu?"

"Myanmar ve Çin'deki insanların inanç özgürlüğü yok mu?"

"Tüm dünyada gençlerin vizesiz serbest dolaşım özgürlüğüne sahip olmaları ve birbirlerinin kültürlerini tanımaları nasıl olurdu?" diyorsunuz. "Harika olurdu" diyorlar.

"E peki, bu da bir özgürlük problemi midir sizce?" diyordum. "Evet, doğru… Bunu düşünmedik" diyorlardı.


Ezberletilen kavramlara dair algıları ise "incentive" yani dışarıdan dürtülerek güdülenmeli olarak meydana getirilmiş güdümlü kavramlardı.

Kendi toprağında oluşmamış, kendi ülkesinin iç dinamiklerince hazmedilmemişti.

Avrupalılaşmak, Avrupa ile bütünleşmek için Batı Avrupa'nın ve sermayenin dayattığı ne varsa açıklardı.


Benzer refleksi Türkiye'de de görmek mümkün. Çıplaklık özgürlüğü, porno özgürlüğü, eşcinsel özgürlük vb. türevi onca özgürlük için ses yükseltilirken dünyada dramları ile tüm BM oturumlarının öznesi haline gelen masum milletlerin hiçbir özgürlük sorunu bu gençlerin kulaklarına gitmiyor.

Kabul edelim.

Gençlerimiz tiyatro etkinlikleri yapmıyorlar. Okullarda tiyatro dersinin olması bile önemlidir.

"Niye?" derseniz, topluluklar önünde mikrofonla konuşabilmek, size uzatılan bir mikrofonda düzgün cümle kurmak ve konuya göre tonlama yani entonasyon zenginliğine sahip olmak için tiyatro dersleri alırsınız.

Almadınız mı? Okulda almış olmanız lazımdır…

Gençlerimiz ne müzik aletleri ile tanışıktır ne de tiyatro ile. Yabancı dil ise belirli mahallelerde doğmamış olan çocuklarda nadiren söz konusudur.

Bunların her biri gençlerin dünya ile bütünleşmelerine manidir. Herhangi bir dünya görüşlerinin olması ise ya muhalif ya da iktidar yanlısı olmaları veya uzatılan mikrofonda hükumete harika eleştiriler yapmasıyla ölçülmüyor.

Dünyadaki sistemlere dair kitapları okumaları, belirli bir gözlem becerisi, belirli birkaç sistemi karşılaştırmalı olarak etüt etmeleri ve en önemlisi, dış dünyayı tanımaları ile mümkün.

Siz eğer "Ben muhafazakârım" diyorsanız neyi muhafaza ettiğinizi sorgulamanız gerekir.

Misal, beyaz gelinlik giyiyorsanız bunun eski bir Hristiyan âdeti ile yayıldığını bilmelisiniz. Hem muhafazakârım hem de tesettürlü gelinlik ile evlendim diyemezsiniz.

Türk muhafazakârlığının da içi ekseriyetle boştur; çünkü kavramın kendisine dair okunan, bilinen hiçbir şey yoktur.

Muhafazakârlık, kendisini giyinişte, müzik tarzında, kullanılan dilde, dünyaya bakışta, hatta yemek kültüründe ve eylemde belli eder.

"Muhafazakârım ama çocuğumu ABD'ye yolladım."

Değilsin.

"Muhafazakârım ama çocuğumu Malezya'ya eğitime gönderdim" diyebilirdin oysa.

Muhafazakâr olup çocuğunu dünya liberalizminin ve kapitalizminin 'kâbe'sine gönderirsen; o vakit 'beraberinde sen de gittin mi?' diye bakılır.

Gitmemiş ama çocuğunu denizin ortasına salmışsın Tevfik Fikret'in Haluk'u saldığı gibi.

Muhafazakârlıkta aynı zamanda muhafazakâr terbiye kültürü de vardır ve çocuk 18 yaşına gelene dek şekillendiği bu kültür ortamında muhafaza edilir.

Çocuğunu muhafaza etmeyi kenara atıp muhafazakârım demen inandırıcı olmaz. Rezidans dairede oturup duvara astığın birkaç pahalı hat yazısıyla da muhafazakâr olmazsın.

Muhafaza ettiğin kültürde yaşayarak muhafazakâr olursun. O dünya görüşü senin evinin dışından bile okunmalı.

Mesela Mehmet Şevket Eygi tam bir muhafazakârdı.


Sürekli vatanseverlik ve muhafazakârlık taslayan bir tanıdığımın, dedesinin firari olduğunu ortaya çıkarmıştım. Benimle ilişiğini kesmişti.

Karma havuzlu otellere gelen muhafazakâr çiftleri anlayamam mesela. Otele gelen kadın kuru kuru şezlonga uzanıyor, güneşten teri akıyor, beyi havuzda yatağa uzanıyor sırt üstü keyif yapıyor. Sorsan Antalya'ya tatile gittik diyecek.

Kadının tek avantajı yemek yapmadan geçen 1-2 hafta. Sorsanız bunlar da muhafazakâr…


Sadece "muhafazakâr" kavramında değil, birçok kavramda bu kargaşa durumu var. Sağ, sol, muhafazakârlık vs. birçok konuda bu böyle.  

"Laikim" veya "Atatürkçüyüm" diyen kızımız Atatürk'ün katıldığı 5 savaşı sayamaz. Onun eserini okumamıştır ama üzerinde Atatürk imzalı bir rakı kadehini sosyal medya hesabına koyduğu zaman "fast food dünya görüşü" kazanmış oluyor aklı sıra.

Yani hiçbir şeyini okuyup anlamadığı bir şeyi sembol yaparaktan cehaletini kapatıyor.


"Milliyetçiyim" diyenlerin çoğu Ziya Gökalp, Yahya Kemal veya Ömer Seyfettin okumamıştır.

Türkiye'de muhafazakâr yoktur, öyle olduğunu sanan kültür cahili milyonlar vardır. Kültürsüzlüklerini kapattıkları tek kelime "muhafazakâr" olduğu için buna sığınılır.

Gelinlik kültüründen başlayalım. Katolik âdetidir beyaz gelinlik. Vura vura öğreteceğiz bugün.

Muhafazakârlık bir ekoldür. Geleneksel ve sosyal adet ve kurumları korur ve mimariye dek bir inatla görünümünü muhafaza eder.

"Muhafazakâr" dediğinizde, akla dünyadaki en muhafazakâr toplum olan İngilizler gelmelidir.

"En dindar" demiyorum dikkat edin. Çünkü bizde algılanış bozuk. Neyi ne kültürden aldığınızı bilmeden kabul etmemektir muhafazakârlık.

Eski görüntüyü, kurumları muhafaza etmek, geliştirmek ama muhafaza ılığı birinci önceliğe almaktır.

Bu çift, Osmanlı'nın son dönemindeki ermeni Katolik bir çifttir. İlk beyaz gelinlikli resimlerdendir bu.
 

 

Muhafazakâr? Neyin muhafazakârı? Çocuklarına Cavit adı koyan, Dilruba adı koyan kaç muhafazakâr biliyorsunuz?

Oğluna Müşfik, Sadun, Mihri ismini koyan kaç muhafazakâr gördünüz? Talha Can, Ömer Asaf, Ömer Faruk, Enes Can, Rabia Nur gibi alışıldık kalıplarla muhafazakâr olmazsın, ezberci olursun.  

Dünyada muhafazakâr birileri varsa, İngiltere'dedir onlar. Hayvan pazarına sığır almaya giderken bile bazısı hala ekoseli takım elbiseler ve papyonlarla giden İngilizlerdir.


Londra'da taksilerin hala değişmemiş olması ve eski model taksilerin kullanılması bu sebeptendir. Yeni taksiler bile eski görünümlü olarak üretilir. Otobüsleri bile bu şekildedir.

Muhafazakâr ruh, şehirciliğe de yansımıştır. Şehir görünümünde özellikle evlerde eski tarz korunur.

Uyduruk sentetik hâkim giysileri ve yine uyduruk avukat cübbesi değil, baktığınızda ülkedeki bir kurumun yüzlerce yıllık geçmişi olduğunu size hatırlatan başlıklar takar İngiltere'deki hâkimler ve Barrister'lar yani avukatlar.

Budur işte muhafazakârlık. Uyduruk gelinlikler değil. Beatles çıkış yaptığında en yadırganan yanı, muhafazakâr bir ülkede müzik kültürüne aykırı sözlerle şarkı yapan ve enteresan tavırları ile yaramaz çocukları andıran grup üyelerinin bu şöhreti yakalamış olmasıydı.

Hala da İngiliz yaşlılar Beatles'ı sevmez ve kültürlerini bozduğundan yakınır.


Ülkedeki "uyduruk kültür" bir şekilde kendisini yeni nesle klonlayıp semirerek devam ediyor. Sırf bu gelinlik âdeti sebebiyle bindallı kültürü yok oldu ve ustaları neredeyse bitti.

Kadınlarımızı aptal pamuk şekerleri ve saten topları haline getirerek yok ettik kendi adetlerimizi.

Eski gelinliklerin aksesuarlarından olan telkari bile bitmek üzeredir.

Tabiattaki bir canlıyı yok ettiğinizde beraberinde ona bağlı hayat süren onlarca tür yok olur.

Kültür de böyledir. Toprak oluşumu gibi yüzlerce yılda oluşur ve şekillenir. Birini alırsanız diğerleri biter.

Bu beyaz gelinlik kültürü, Katoliklikteki Meryem Ana'ya öykünmekten doğmuştur. Günahkâr doğan kadının, vaftizle arınması ve pisleneceği diğer gün (gerdek) Meryem Ana'nın saflığına sığınması gibi bir mantığı vardır.

Yani bunu uzun uzun araştırıp konuştuğunuzda bu sonuca çıkıyor. Neden beyaz? Buymuş.

Oysa Doğu kültüründe beyaz olmaz gelinlik. Ya hep ya kısmen kırmızı veya parlak renklerdir. Türkmenlerde halen gelinlik kırmızıdır. Hintlilerde de kırmızıdır. Azerbaycan'da da kırmızıdır.

Buna isterseniz sığır değil maymun kültür de diyebilirsiniz zira taklit ediyorsunuz resmen. Ama aldık ve bitti. Maymunlaştık.

Taklitçi kültürler, maymun kültürü gibidir. Karşısındakini taklit eder. Tıpkı Çek Cumhuriyeti'ndeki delikanlının "Özgürlükçüyüm, evet, sıralayayım; LGBT..." dedikten sonra susması gibidir bu.

Taklit ettiğinizi bilmezsiniz çoğu kez ama o algılar size ezberletilir veya doğarken ön kabulünüz olur.


Başını da kapatsanız, kuyruk da taksanız, topuz da koysanız, üzerine ayetler de yazsanız o sizin değildir, muhafazakâr da değildir.

Oysa kendinize ait olanı geliştirebilir ve bu günlere taşıyabilirdiniz. Cahil toplumlar, yaşadıkları günü, geçmişleri gibi sanırlar.

Dedeleri de kolbastı oynuyor sanırlar oysa o tepinmenin yeni olduğunu bilmezler. Anadolu'da daha 50'lerde terk edilen (DP dönemi) kırmızı gelinlik âdeti, Balkanlarda gariptir ki bazı yerlerde 80'lere dek var olmayı başarmıştır.

Katolik İskoç âdeti olan beyaz gelinlik yerine kaç muhafazakâr kırmızı giyer?

İlk olarak Kraliçe Mary ve Victoria giymişler bunu. Bizim kültürümüzde gelinlik kırmızı değil miydi?

Beyaz da neyin nesi? Bunu neden hiç bir muhafazakâr sorgulamaz?

Çünkü muhafazakârlık BOŞ EZBERDİR!

Bu sebepten muhafazakârlık bizde kökünden kopanların ezberidir. Köksüz ağaç ise odundur.


Gelelim mi cehaletin diğer boyutuna? Çocuğuna sahillerin (Lara, Alara, Patara) adını koyanla Arap yarımadasından Hira, Sefa, Merve dağ ve tepelerinin adını koyanın fazla bir farkı yoktur.

İki taraf da kendi kültürünün zır cahilidir! Ama birincinin muhafazakârlık iddiası yok zaten.

Garip olan şu ki İslami ve laik kesim diye beliren ayrışmada olan kültürümüze olmuştur.

Lütfüler, Şükrüler, Rauflar eski ilkokul sıralarında rastladığımız karakterler olarak kaldılar.

"Abd" ile başlayan isimler ise lanetlidir sanki. Verilmez. Çünkü kulluğun yönü de değişti.

Zaman makinası ile 100 yıl geriye gitseydiniz. Baştan aşağı beyaz gelinlikle dünya evine girmek istediğinizde "Ermenilerin âdetine neden meraklandın?" diye tepki duyarlardı size (fotoğraftaki).

Şimdi ise tesettür gelinliklerin vazgeçilmezidir. Muhafazakârlık yok, hiç olmadı ki… Şaban ismi ise neredeyse unutuldu.

Allah'tan bu ismi yaşatan sevgi dolu bir "Şaban" karakteri var hala eski filmlerde. O filmlerden dolayı çocuğuna Şaban adını koyan bile olmadı. Sanıyorum kolay kolay olmaz da.


En can alıcı soruya geliyor ve yazımı bitiriyorum.

Şehirlerimizin iğrenç görüntüsüne ve müsebbibi olan kimisi "Cumhuriyetçi", kimisi "milli iradeci" beton aşığı partili müteahhitlere hiç girmiyorum.

Şimdi bana kendini Osmanlıcı ve "muhafazakâr" olarak tanıtan kişilere tek sorumuz şu olmalıdır:

Çocuğunuzun adını ne koydunuz?

Geçmişte Türk tarihinde bu ismi kimler koymuş veya koyan var mıydı?

Atatürkçü olup kızının adını Zübeyde koyan hiç kimseye rastlamadım mesela ben.


İşte Türkiye'mizdeki en büyük problemlerden biri de budur. Ezberletilmiş dünya görüşleri.

Şimdilerde de bir garip Netflix âdeti ile bazı dünya görüşleri dayatılır oldu. Buna karşı Avrupa'daki gençlerde ciddi bir direnç yokken Türk gençliği genellikle sorguluyor, direniyor ve bazı şeyleri kabullenmiyor.

Bunda pek tabii ki dışarıdan güdümlü bazı fikirlerin buradaki şubesi olan şahsın hapiste olmasının da katkısı var ama gerçek bu.

Gençliğimiz yeni fikirlere kapalı ortamlardan geldikleri için kendileri fikirlere açık olsalar dahi ciddi bir rezervle yaklaşıyorlar.

Bu da gençliği bir nevi koruyor ama korunurken Dünya ile bütünleşebilmek, ülkenin hikâyesini ve vizyonunu, uğradığı haksızlıkları dünyada iyi anlatabilmek önemli.

Almanya'da doğup kapalı ortamdan gelmesine rağmen, etrafındaki sosyal ortamı geniş olan gençler çoğunlukla çevre tarafından şekillendiriliyor.

Orada toplumumuzun minör parçası olan aile, direnen konumda iken, Alman sosyal hayatı ile devleti ve medyası ise bu tür göçmen toplumlara saldıran konumda. 


Bir Çek ve Slovak, bir Macar genci gibi gitar, flüt, kontrbas çalamıyor olabiliriz. Ama kendimize ait fikirlerimizin ve dünya görüşümüzün olması ve bunların tecrübe ve yaşanmışlıklarla yoğurulması mühim.

Okullarda özellikle Üniversite çağındaki gençlere servis dersi olarak verilen Edebiyat dersi onların Türkçelerini geliştirmediği gibi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap tarihi dersi de onları Atatürkçü yapmaya yetmiyor.

Bu dersler olsun ama ilaveten tiyatro, fotoğrafçılık, resim, karakalem tarzı dersler de olsun.

Eski bir coğrafya hocamız, üstatlardan biri ne derdi bilir misiniz;

Bir coğrafyacı, karakalem kullanmayı, şehrin bir ara sokağında bir mahallenin görüntüsünü veya hâkim tepeden bir şehrin görünümünü çizebilmelidir.

Coğrafyacı kendi etrafında 20 kez döndükten sonra bile yönleri hatasız gösterebilmelidir. Fotoğrafçılık bilmelidir, siyaset bilmelidir ve mümkünse Latince bilmelidir.

Çünkü siyaset bilimi, Latince ile iç içedir ve coğrafyanın içerisinde siyaset mutlak az veya çok vardır.


Bunlar olsun, kalmaya devam etsin. Hatta içeriği de artırılsın ancak uygulamalı şeylere ihtiyaç vardır artık.

Fotoğrafçılık, resim çizme becerisi, Mors alfabesi, telgraf etiğimi, izcilik eğitimi gibi onca şey öğretmeliyiz bu gençlere.

Her açıdan donanımlı olmazlarsa kültür savaşı denen, mermisi de silahı da, siperi de savaş alanı da insanın beyninden kaynaklanan bu savaşta maalesef kaybederiz.

Gençler betonlaşmış bir şehirde gezilecek yeşil alanlar yoksa ne yapsınlar?

"İstanbul'daki yeşil alanı artırdık, denize dolgu yaptık" demekle olmuyor bu işler.

Denize yapılan dolgu, birçok yere 20 kilometre mesafede ise ortalamada İstanbul'un yeşil alanı istatistiki olarak artmış olabilir ama dünyanın tüm yumurtalarını oraya koysanız Türkiye daha fazla yumurta yiyemez ki?

Bir şeyi şehrin belli bir yerinde toplarsanız ona ulaşmayı güçleştirirsiniz.

İstanbul dâhil her şehirde birkaç mahallenin yıkılarak Central Park benzeri yeşil alanlar meydana getirmemiz gerekiyor.

İnsan doğası yeşil ile mavi ile kodlanmış ve beton ortamlar bizleri travma tize ediyor. Oysa yeşil ve mavinin sakinleştirici yanı birçok deneyle de kanıtlanmıştır.


Bu gençliğin Doğu Avrupa gençliğinden fazla bir eksiği yoktur. Sadece yaşadıkları ortamlar organize değildir ve çoğunlukla estetiksiz, muhafazakârların muhafaza edemeden betonlaştırdığı semtlerden ibarettir.

Muhafazakâr bir gencin "kanun, kudüm, ut" çaldığını görürsek, San'at müziği sevdiğini, evindeki eşyasından yediği yemeğe ve evlilik törenine kadar "muhafaza edilmiş bir usule göre" yaşadığını görürsek evet muhafazakâr budur diyebiliriz. 

Bu ülkede "muhafazakâr ateist" bile vardı. Aziz Nesin böyleydi mesela.

Notlarını ölene dek eski yazı ile Osmanlıca harflerle tutardı. Tam bir muhafazakârdı. 

Muhafazakârlık ve laiklik, Atatürkçülük birbirinin zıttı olmadığı gibi birbirlerine alternatif de değildirler.

Neyi ne için kabul ettiğini iyi bilmelidir gençler. Çünkü hemen her dünya görüşünü okuyup anlayacak kadar hayatın başındalar.

Hayatı başa almanın imkânı yoktur ama hayatın başında alacaklarınızı alırsanız, sonrasında başa almaya gerek kalmaz.


Ah son olarak unutmadan belirtmeliyim. Türkiye'de gerçek manada "sol" olmadığı gibi "muhafazakâr" da yoktur.

Franklin Roosevelt'in bir deyişi, bu konuda gerçek muhafazakârlığı açıkça anlamamıza yeterli gelebilir. 

Bir muhafazakârı kızdırmak için ona yalan söyleyin. Bir liberali de kızdırmak için ona gerçeği…


Ne var ki günümüzde muhafazakârların refleksleri bizde farklıdır. Zira bilakis bizde gerçeklere kızar oldular.

"Lozan'da gizli madde yok" diyorsun, "Var" diyor.

"Kıbrıs'ı evliyalar kurtardı" diyene;

"Baf'ın ne günahı vardı? En çok Baf'ta Türk yaşardı niye Baf'ı da kurtarmamışlar? Hadi Baf'ı da unut, Larnaka'da Peygamberimizin sütannesinin mezarı vardı. Turistik tatil yerlerini Girne'yi, Mağusa'yı kurtaracağına Larnaka daha iyi olmaz mıydı?" diyorsunuz; yine ses geliyor.

'Kore'de evliyalar savaşıyormuş.'

Niye savaşsın abi? Kore ile ne alakası var evliyanın?

E hadi savaştı? Kuzey Kore'yi niye almadı?

Ya Selanik?

Türbesinden kan damlayarak mezarına giren evliya, Selanik'i niye seyretsin?

Onca cami yıkıldı, tepesine haç dikildi. Onca insan aşağılandı, onca tecavüzler oldu.

İnandığı hikâyeleri muhafaza eden şeye Türk muhafazakârlığı demek istemiyorum. Zira bu başka bir şey. Adını koyamadım daha…


Zannedersem ülkemizde muhafaza edilen başlıca şey, cahil özgüvenidir.

Keşke gerçek bir muhafazakâr Türk ekolü olsa. Keşke olsa da evvela şehirlerimizi, dantel gibi mükemmel Türk evlerini muhafaza edebilse idik.

Türk şehirlerini çevreleyen ormanlar olsa… Almanya'daki gibi tavşan, ceylanlar olsa ve insanımız sayısız konforu cennete ertelemeden bu dünyada bir parça yaşasa ve bu yeşil ile mavi onların stresini alsa…

Batı'dan Fransız Mimar Henry Prost'u getirip şehrin ortalarına büyük ana arterler açtırmakla, sayısız yıkımlar yapmakla da olmuyor modernlik.

Eski yapılara çivi bile çaktırmadan çürümeye terk etmekle de olmuyor muhafazakârlık.

Ama bunlar da yaşanacakmış. Gelecekte inşallah öyle günler görürüz ki biz köyden kente göç edenlerden oy almak için rezalet halde çığırından çıkarılmış şehirlerde yaşamış bir millettik.

Kıymetini bilin, diyebilelim. 

Muhafazakârlık bir yana, ülkemizde gerçek bir sol olsa, gerçek bir demokratik renklilik içerisinde olsak çok farklı olabilirdi.

1923'ten beri bu kadarı oldu.

Kısmetse bir sonraki yüzyıldan ümitvarız…


Selamlar.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU