Çelebi vakası ve 12 Eylül Atatürkçülüğü

Dr. Onur Alp Yılmaz Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: TRT World

Bu ülkede kimse Atatürk'ü gerçekten tanımak istemiyor. Okuduğu-dinlediği her şeyde 12 Eylül eğitim sisteminin kurguladığı yarı-tanrı Atatürk figürünü farklı hikayelerle güçlendirmek istiyor.

Ömrü dogmalarla mücadeleyle geçmiş bir insanın kendisini bir dogma hâline getiriyor.

12 Eylül'den beri Atatürk'ün devrimciliği, kalkınmacılığı, çağcıllığı, entelektüel yanı, cumhuriyetçiliği, medeniyetin bütünlüğüne olan inancı, barışçılığı... yerine 12 Eylül'ün simgesel yarı-tanrılaştırılan Atatürk'ü, sanki bir heykelmiş gibi donuklaştırılıp konuşuluyor. 

12 Eylül'den 2000'lere uzanan süreçte elbette herkes bu Atatürkçülük yorumuna teslim olmadı. Örneğin Nadir Nadi, "Ben Atatürkçü değilim" kitabıyla bu yeni yoruma isyan eden şu satırları yazdı: 

Atatürkçülüğü kuşaklara anlatmakta öyle bir basmakalıplığa düştük ki (…) Atatürk, 'Beni kalıplaştırın. Yontularımı döküp, kent, kasaba alanlarına dikin, arada bir önümde esas duruşa geçip selamlayın, sonra da bildiğinizi okuyun' mu demişti?


Nadir Nadi'nin bu isyanı 12 Eylül'ün her yere Atatürk heykeli dikip, Atatürk'ü simgesel olarak fetişleştirerek onun düşüncelerinin içini boşaltan uygulamalarına karşıydı.

Bu, ilerici Kemalizm'in resmi olanından istifasıydı.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

1990'lardan 2000'lere uzanan süreçte ilerici olan Kemalizm'i temsil eden Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy, Necip Hablemitoğlu gibi entelektüellerin ardı ardına katledilmesinin ardından Atatürkçülük yorumu günden güne tekleşti ve ilerici olan, yani iktisadi eşitsizliklerden toplumun İslamizasyonuna kadar uzanan geniş bir skalada toplumsal sorunların nasıl çözülebileceğini tartışan yorum, resmi olan tarafından yutuldu.

Bunun ardından ise ordu, siyasi partiler ve Tanıl Bora'nın "Cereyanlar"ında Yılmaz Özdil için söylediği, "ulusalcılığın ikonik değerlerinin hazcı bir tüketicisi" olan popüler figürler üzerinden görünür kılınan tehditkâr ve belagatli bir hothotçulukla saldırgan bir Atatürkçülük yorumu tekelleşti. 

Bu yorum, 1960'lardan o günlere kadar uzanan bir tartışma birikimini, ciddi bir çabayı ve geniş bir literatürü de yok sayıyordu: Sol-Kemalizm.

Peki, neydi bu sol-Kemalizm?

Genel olarak sol-Kemalizm'i iki kategori altında toplamak mümkün: Avcıoğlu-YÖN çevresi ve Ecevit-Ortanın solu çevresi. 

Doğan Avcıoğlu, "Türkiye, yüz elli yıla yakın bir zamandır bir çağdaş uygarlık savaşı" verdiğini ifade ettikten sonra Namık Kemallerin vatanı kurtarmak için çabalarından, İttihat ve Terakki'nin üniformalı-üniformasız bürokratik "zinde güçler"e dayanarak imparatorluğu ayakta tutma gayretinden ve Kemalistlerin tam bağımsızlığı sağlama başarısından söz ettikten sonra tüm bunları "yüz yıllık yanlış bir modernleşme politikası" olarak belirtmiştir.

Çünkü ona göre, anayasa gibi, hürriyet gibi üstyapı devrimlerine odaklanan bu inanç, "Alt ve üst yapısıyla feodal olan bir düzen üzerine, buhar makinesi ve lokomotifiyle medeniyeti ithal edip yerleştirmenin mümkün olacağına" inanmak anlamına gelmekteydi.

Avcıoğlu'nun bu düşüncesi, Marksizm'in üstyapı kurumlarının egemen sınıflara hizmet edeceği düşüncesinin bir uzantısıydı.

Ki o, "Toprak reformunu bile gerçekleştirememiş geri sosyal yapılı bir toplumda, klasik parlamenter sistemin tutucu güçlerin egemenliği"ne hizmet etmekten başka bir işlevi olmayacağını ifade ederek 27 Mayısçıların parlamenter demokrasiye hızlı bir biçimde dönmesini ve gereken altyapı devrimlerinin gerçekleştirilmemesini eleştirmiştir.

Yön hareketinin özel sektöre mutlak şekilde karşı olmayan, ancak kapitalizmle arasına mesafe koyan, ülkenin iktisadi altyapısını emekçiler lehine bir biçim kazanması gerektiğini savunan düşünce yapısına göre, bu kapsamlı dönüşümü sağlayacak olansa "zinde kuvvetler"dir.

Bu zinde güçler, asker-sivil bürokratlar, mülkiyeliler, tabipler gibi aslında Osmanlı modernleşmesinden itibaren modernleşme hareketlerine öncülük eden gruplardı.

Avcıoğlu, "ara tabaka" olarak gördüğü bu grupların kendilerine tarihten beri yükledikleri üstyapı devrimlerine odaklanarak modernleşme çabalarının aksine, bu defa altyapı devrimlerine odaklanan bir dönüşüme odaklanarak gerçek dönüşümü gerçekleştirebileceklerini vadediyor ve onlara toplumsal dönüşüm anlamında kamçılayıcı bir rol biçiyordu.

Avcıoğlu'nun belki de en Kemalist yanı burasıydı. O, Türkiye'de gelişmiş bir proletarya olmadığını ifade ederken, bunun aksini iddia edenleri de şöyle nüktelemişti:

Proletarya ile en ufak bir bağlantısı olmayan birçok aydınımız, Fuzuli'nin soyut Leyla'sı, Namık Kemal'in soyut 'hürriyet'i gibi soyut bir 'proletarya' sevdasının şampiyonluğunu yapıyor.


Dolayısıyla o, bu ahval içinde ancak ve ancak Kemalizmin de yaptığı gibi "zinde güçler" ile ileriye doğru bir atılım yapılabileceğine inanmış ve Weberyan ve Marksist bakışlara Trimberger'in itirazı gibi, Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerde bürokratların zorunlu olarak bir statik ya da geri güç olmadığını, hatta ileri olanı temsil ettiğini ifade etmiştir.

Sonuç olarak Avcıoğlu, esastan Ortodoks Marksizm'e ne kadar yakınsa usulden de Kemalizm'e de o ölçüde yakındır.


Avcıoğlu'nun yukarıdan aşağıya doğru şekillenen bu altyapısal dönüşüm talep eden düşüncelerine itiraz ise sol-Kemalizm'in ikinci ayağı olarak kabul edilebilecek, Avcıoğlu'nun parlamenter ve demokratik düzen içinde dönüşüme inanmaları dolayısıyla "cici demokratlar" olarak tanımladığı ortanın solu hareketinden gelmiştir.

Bu hareket, Kemalizm'in yukarıdan aşağıya toplumu ve kurumları modernize eden devrim metodunun tarihsel bir gereklilik olduğunu ifade etmekle beraber, Türkiye'nin o günlerde geldiği durumda böyle bir devrim yöntemine, halkı edilgen bir noktaya indirgemesinden kaynaklı olarak vatandaşların sorumluluklar ve hakları arasında, hakları için hiç mücadele etmedikleri ve hep haklara tepeden sahip oldukları gerekçesiyle bir kopukluk yarattığı gerekçesiyle karşı çıkmışlardır.

Dolayısıyla Avcıoğlu grubunun yukarıdan aşağıya devrim yöntemini benimsemeyen bu gruba göre, özel sektör istisnai olarak kabul edilmeyip, aksine, Türkiye'nin sosyalizme gitmemesi için mülkiyetin tabana yayılmasına ve sosyal eşitliğin sosyal adaletle ikame edilmesine, yani gelirini "halk kesimleri"yle paylaşmaya hazır olan, çağı yakalamış bir "sorumlu sanayici" grubu ortaya çıkacaktır.

Onlar, bir yandan özel sektör verimliliğiyle hareket eden bir devlet sektörü, diğer yandan da kendi sınıfsal çıkarları için devlet sorumluluğuyla hareket eden bir özel sektör tasavvur etmişlerdir.

Bunun yanında, özel sektör ve devlet sektörünün yanına bir de "halk sektörü"nü ekleyen bu ortanın solu-demokratik sol ekibi, "halk sektörü"nü köylülerin kooperatifler yoluyla örgütlenip üretim ve yatırım yapabilecekleri, bu vasıtayla devletin desteğiyle üretim araçlarına sahip olarak fabrikalar kurabilecekleri ve bir yandan aracı-vurguncu gibi haksız kazanç elde edenleri aradan çıkarırken, diğer yandan da mülkiyetin tabana yayılacağı bir model olarak tanımlamışlardır.

Dolayısıyla ortanın solu ekibi de tıpkı Yön hareketi gibi Türkiye'de bir sosyal adaletçi, halk lehine dönüşüm olması gerektiğini ifade ederken, Yöncülerin aksine bu kez bunun aşağıdan yukarıya doğru aşamalı bir şekilde gerçekleşmesinin gerekliliğine yaptıkları vurguyla Yöncülerden ayrışmışlardır.

Ayrıca, onların böyle bir dönüşümün itici gücü olarak "zinde kuvvetler" yerine, "bozuk düzen"den tüm çekenleri, esnafından sanatkârına, işçisinden çiftçisine kadar olan "halk kesim"leri olarak tabir ettikleri grubu görmeleri de onları yine Yöncülerden ayıran bir diğer yanları olmuştur.


Özetle, sol-Kemalistlerden Yöncü kadro, kendi sosyalist argümanlarına Kemalizm üzerinden meşruiyet sağlayarak Kemalist tabandan destek ararken, ortanın solu hareketiyse Kemalizm'i modernize etme projesine sol üzerinden meşruiyet arayarak solun etkisi altında kalan kitleleri yeniden CHP'ye kazandırma amacını gütmüştür.

CHP kadroları, "Türkiye'yi faşizme de komünizme de götürmeyecek" yegane yol olarak gördükleri toplumsal adaletçi ortanın solu-demokratik sol hareketlerine rağmen sağ-Kemalistlerin "komünistlik" suçlamasından nasiplerini hem sözlü hem de fiziki saldırılarla almışlardır.

Yön ve ortanın solu hareketini en çok yakınlaştıran unsur, ikisinin de yerelden evrensele varma kaygısı olmuştur.

Doğal olarak, bugünlere yönelik çıkarılması gereken ders de Türkiye gibi nevi şahsına münhasır bir demokratikleşme, modernleşme, dünyevileşme… hikayesi yazan bir ülkede yaşadığımız bu bumerangtan her hastaya uygulanabilir olduğu iddia edilen hazır reçetelerle değil, bizlerin yazacağı sosyal adalete dayanan, en az ortanın solu hareketininki kadar kapsamlı bir demokratikleşme projesiyle çıkabileceğimiz gerçeğidir.


Bugün gelinen noktada, Çelebi'de somutlaşan 12 Eylül'ün sembol fetişisti Atatürkçülük yorumunun tüm bu sorulara cevap vermektense Atatürk zırhını bedenine geçirip, sanki Atatürkçülüğün beratını dağıtma yetkisi kendilerine bahşedilmiş gibi, onu bunu Atatürk düşmanlığıyla suçlamayı tercih ettiğini görüyoruz. 

Bu akıl öyle bir akıldır ki, Atatürk'ün kurduğu şeker fabrikaları özelleştirilirken çıkarmadığı sesi, CHP İstanbul İl Başkanı, "Mustafa Kemal" dediğinde çıkartır. 

Yahut sanki Atatürk, "Bir toplum, bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça, diğer kısmı göklere yükselebilsin!" dememiş gibi İstanbul Sözleşmesi iktidar tarafından feshedilirken sesini çıkarmayıp; CHP, tezkereye "hayır" deyince "Atatürkçülükten saptı" diyerek kıyameti koparır. 

Çünkü onların yaptıkları şey, Mustafa Kemal Paşa'ya değil Kenan Evren Paşa'ya sahip çıkmaktır.

Çünkü onlar, kıymeti kendinden menkul bir Atatürkçülük tekeliyle kendi siyasi beklentilerine meşruiyet üretme çabasındalardır.

Öyle ki, Çelebi vakasında deneyimlediğimiz üzere, vaktiyle Berkin için attığı tweeti silip, Eren Bülbül için attığı tweeti profiline sabitlemekten bile geri durmazlar.

Yani bir çocuğun ölüsünün üstünde tepinip, diğerinin kefenini bedenine zırh yapmaktan bile çekinmezler beklentileri uğrunda. 


Dolayısıyla Atatürkçülüğün tekelini taşıma iddiasındaki insanlara sorulması gereken sorular şunlardır:

70 milyondan fazla insanın açlık ya da yoksulluk sınırının altında yaşadığı bir ülkede, bu sorunları gidermekle ilgili projeniz nedir?

11 yıldır anlamsız bir çatışma durumunda bulunan Türkiye'ye dönük barışçı bir dış politika vizyonunuz var mı?

Ya da çağdaş bir eğitime ulaşmanın ancak özel okullarla mümkün olduğu bu ülkede kamucu bir eğitim politikanız var mı? 

Çünkü Türkan Saylan'ın da dediği gibi, Anıtkabir'e gidip gelmekle ve sürekli "Atatürk" demekle toplumsal ve iktisadi sorunlar çözülemez.

Atatürkçülük üzerinden siyaset üretmek isteyenlerin, tıpkı 1960'lardaki tartışmalar gibi, güncel toplumsal ve iktisadi sorunlara da yanıt üretmeleri gerekir.

Aksi durum, Atatürk'ün birilerinin siyasi çıkarları için araçsallaştırılmasından başka bir şey değildir. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU