Sosyoloji ve lider inşası

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

Dikkat! Bu yazı başlarda sizi sıkabilir ancak son kısımda neyi ne için yazdığımı anlayacaksınız.

Sabırla, mümkünse bana sövmeden okursanız sevinirim. Sövseniz de çok da dert… Ben anlatacaklarımı anlatayım da öven övsün, söven sövsün.

Arkadaşlar bu haftaki konumuz sosyoloji ve lider inşasıdır.

Sosyoloji diye bir bölüm var dünyada. Bir alan, bir bilim.

Türkiye'de ise bu, maalesef "bölüm" olarak kalır. Hatta çoğunlukla "Felsefe grubu dersleri" içerisinde bir derstir.

Oysa sosyoloji, milletlerin DNA'sını inceler. Sosyal farklılıkları, sebeplerini, bunun sosyal davranışlara etkisini, sosyal davranışların devletlere etkisini, sosyal olaylara etkisini araştırır.

Sosyal hiyerarşinin ve sosyal hayatın ve sosyal güç olgusunun birbiriyle ilişkisini ayrıca inceler ve ortaya kor.

Coğrafya bilmek nasıl savaşmak ve mekânsal, siyasal hâkimiyet için gerekli ise, sosyoloji de beşere hâkim olmanın bir gerekliliğidir.

Tarih geçmişi, coğrafya mekânı ve mekânsal ilişkileri, sosyoloji ise onun üzerinde yaşayan insan ve meydana getirdiği sosyal ortamı inceler.

Bu bilim dalı gereksiz olmadığı gibi diğer bilimlerden de daha az önemli değildir.


Sosyoloji, bir insanın doktora gitmeden önce vücudunu okuması gibi bir şeydir. Sen kendi bedenini tanırsan doktora gitmene gerek kalmaz ya da az bir lüzum duyarsın.

Sana neyin faydalı neyin zararlı olduğunu, neyin alerji yapacağını bilirsin. Sen bunları bilmez de başkaları seni senden iyi tanırsa sıkıntı orada başlar. 

Bir ülkede toplumsal olayları meydana getirmek için sosyolojik incelemeler yaparsınız.

Bizde kendimize yönelik araştırmalar pek azdır. Aleviler hakkında burada bir araştırma yapsanız "toplumsal fay hatlarına dokunan adam" olursunuz.

Ama Alevileri Alman devleti çatır çatır çalışır, onları bir kültür grubu veya mezhep grubu olarak önce onurlandırıp kurumsal olarak örgütlenmelerini sağlayıp, ardından "dini grup" olarak ayrı bir din halinde dönüştürmeye dek planlar yapar.

Sonuçta bir bakmışsın birkaç bin kişi, ayrı bir din olarak bunu kabul eder çıkar. Proje başarılı olur. O kadar başarılı olur ki kimi kendini bilmezler "Alevilik, İslam'ın dışındadır" diye açıklama bile yapar olmuştu geçenlerde.

İşte bu hale getirilen bir Aleviliği sosyalizm ile de, Marksizm ile de eklemlemek zor değildir.

Benzeri Sünniler için de geçerlidir. Sünni bir grubu nasıl birkaç senede şeriatçı, selefi hale getirir, onu da kaç senede "politik Selefi" hale getirirsiniz işte bu da sosyoloji üzerine çalışanların birer mühendisliği ile mümkündür.

Sufi cemaatler ve tarikatlardan topal mollalar ve kesnizani tarikatı benzeri işbirlikçiler yapmak, Selefi (Vahhabi) insanlardan DEAŞ'ı oluşturmak, son derece ılımlı bir gruptan Husileri meydana getirmek de zor değildir.

Son örnek aslında bir parça İran'ın başarısı olsa da bunun planlama ve gelişiminde Yemen'deki süreci okursanız sadece İran'ın etkili olmadığını görürsünüz.

İnsanlar, toplumlar değişir. Değişim devinimseldir ve kaçınılmazdır. Ama değişime dışarıdan bir el uzatılırsa değişimin sosyo-kimyasal süreci o an bozulur.

Yani bu değişim hızlandırılmamalı, manipüle edilmemeli, bir yere sürüklenmemeli ve bir maksada yönelik "birilerince" kullanılmamalı.

İşte bunun olmamasını istiyorsan, tutunacağın bilimdir sosyoloji.

Her kurum, hayatımızda bireysel bir role sahiptir. Ordu, aile, evlilik, akrabalık, din, eğitim gibi sosyal müesseselerin her biri bir insanın ömrü boyunca sosyal etkileşimlerini şekillendirir ve farklı oranlarda etkili olur.

Bunlar da bireysel kimliklerimizin oluşumu ve bizim toplumda birer "meczup" ya da "cazip" kişi halinde olmamızı etkiler.

Doğuştan ömrümüzün sonuna dek kurduğumuz her sosyal etkileşim, bireysel kimliğimizin oluşmasına etki eder ve bizleri laik, muhafazakâr, milliyetçi, politik, apolitik hale getirir.

Birey bütüne ne kadar katkılı olur? Ne kadar olmalıdır?

En eğitimsiz insanın bile o toplumdaki katkısı ne ölçüdedir?

Eğitimli yığınlar ve eğitimsiz yığınlar nasıl manipüle edilir?

Alternatif tarih saçmalıkları ile insanlar geçmişinden nasıl soğutulur?

Bunu planlayanlar sosyolojiyi bilen kimselerdir. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Alman vakıfları ile fonlanan kimselerin yaydığı fikirler, "Zulüm 1453'te başladı" yazan kafalar, "Kurtuluş savaşı olmadı" diyen, "Lozan zafer değil hezimettir" diyenler, eline bir çay bardağı geçirip arkasına koyduğu Osmanlı amblemi ile konuşanlar ve yaydığı fikirler hep bir amaca hizmet eder.

Sizi köksüzleştirmek ve değiştirmek. Sosyokimyasal değişim sürecine uzatılan el tam da budur. Hayatı boyunca İngiltere ile iltisaklı olmuş birinin fikirlerini "belgeli" dediği için inananların pek azı o belgeler ne derece belgedir; merak edip araştırır.

Çok az kimse bir FETÖ gazetesinde uzun süre ekmek yemiş bir sözde tarihçinin yazdıklarını araştırır. İnsanlar popüler kimselere inanmak eğilimindedir.

Ama tüm insanlar değil. Türkiye gibi ülkelerde bu böyledir sadece. Nüfusunun çoğunluğu "eğitimsiz" veya "eğitimsiz ana baba" ile büyümüş insanlarda okuma alışkanlığı değil, dinleme alışkanlığı yerleşmiştir.

Bizler Allah'ın evi bildiğimiz camilerde hutbeleri çıt çıkarmadan dinlemeye alışmış bir milletiz. Hutbedeki kişi niyeti bozup Arapça olmadık şeyler de söylese "Amin" deriz.

Çünkü biliriz ki hutbe ve kürsüye çıkanlar boş adamlar değildir ve onların dedikleri mutlaka faydalıdır. Aksakallılar deriz yaşlılarımıza.

Pir, şıh, mele diyerek saygı gösterilen insanların çoğu, geçmişte bir köyden çıkıp hac yolculuğu tecrübesinden başka bir geçmişi olmayan kimselerdir.

Medrese eğitimi alıp bir molladan dersli olanları ise "büyük alimdi" diye anlatılan adamlardır.

Anadolu'nun kültürel çölleşmesi maalesef uzun bir süreçtir ve bunlar elde bulunan nadir malzemelere verilen değerdendir.

Bir insanın Anadolu ve Rumeli kırsalından çıkıp da Allah için çok uzaklara doğru uzun süreli bir yolculuğa çıkıp Hacca gitmesi, Bilbo Baggins'in gezileri ve maceraları gibidir.

TV'nin olmadığı bir çağda bu tür gezilerden dönen insanların anlatılarıyla şenlenirdi sosyal ortamlar. Bu insanların anlattıkları ile şekillenen imgeler ve bu imgelerle oluşan algılarla insanların dini hayatları canlanırdı.

Öyle üzücüdür ki sanayi devrimini kaçırmamız… Öyle üzücüdür ki sanayi devrimi öncesindeki coğrafi keşifler dönemini kaçırmamız… Öyle acıdır ki tüm tarihimizin savaşlarla geçmesi…

Savaşmaktan geliştirmeye fırsat bulamadığımız köylerimiz, kasabalarımız ve onların bu güne dek sakladığı ve muhafaza ettiği kemikleşmiş cehalet… Bu bizim yaramızdır. O cehalete oynayan kazanıyor işte.

Cehalet kelimesini bile kullanmamanız lazımdır zira cehalet demeniz bir yasak sözcüğü ihlal etmeniz gibidir. Kalabalık topluluklara boş cesaret, boş özgüven vermeniz lazımdır. Çünkü millet bunu ister. Bu tür topluluklar bunu ister zira insanlar kendisini önemli ve büyük görme eğilimindedir. 

Bizler pirleri ve aksakallı dedeleri dinleyerek büyümüş bir nesil ya da o neslin evlatlarıyız. Dinlemeye eğilimliyiz. Araştırmak ise "anlatanın dürüstlüğünü sorgulamak" gibi gelir bize.

"Yahu yalan mı söylüyor adam?" demişti bir arkadaşım bana bir defasında. "Hayır" dedim "yalan söylemiyor ama yalana inanıyor."

Araştırmak nedir bilir misiniz? Eline verilen bir ufacık altın parçası ile yetinmeden madeni de bir göreyim demektir. O maden damarını bulup kazıp kurcalamaktır.

Ama bu milletin, Anadolu'nun kodlarını bilenler, kürsüye hürmet kültürüyle, yaşlıya, alim bilinen kişilere hesapsız hürmet ve inançla önünde diz kırıp dinleme kültürüyle büyümüş olanları tam da onların dinleyeceği ve inanacağı kişilerle manipüle eder. 

Sosyolojini sen tanımasan da başkaları tanıyor işte.

Tek yaptığı cahil gazlamaktan öte olmayan adamcığın birine sosyal medyadan kaç kez "Seninle bildiğini iddia ettiğin dillerde konuşacağız. Var mısın?" dememe rağmen bir kez bile cevaplamadı. Görmemiş olması imkânsız çünkü binlerce kişi de onun etiketli olduğu mesajıma yorum yaptı.

Ekranına en az 500 kez düşmüştür o mesajım. Görmemiş gibi yapacak ki daha fazla imaj kaybetmesin. Bu tipler itibar için yaşar. O itibarı kaybetmemek için sıklıkla başkaları ile tartışmaya gelmez, kendi mahallelerinde konuşmayı tercih ederler.

Ama kişisel sayfasına Sırpça, Boşnakça, Hırvatça yazmasını biliyor. Yalan, küllüm yalan. Hiçbirini de bilmiyor ama ona "üstat" diyen gençlere acıyorum sadece. Adamın Sırpça okuması yok ki bilsin dili… Ama insanlar unvana bakıp inanabiliyor.

Bir katile, tecavüzcüye, hırsıza "babam" diye hürmet gösteren çocuğun düşeceği durum gibidir bu adamcıklara inanan gençlerin hali.

Adamcık diyorum çünkü "adam" olmak, ademliğin hakkını vermekle mümkündür. Bizim kültürümüzde gavurcuk gibi kelimeler de vardır… Sadece küçümseme değil acıma ifadesidir de bu… 

Onlara da acıyorum çünkü bu dünyada itibar için saçmaladıkları sürenin bitiminde toprağın altında döndürüle döndürüle muamele görecekleri bir dönemde ne yapacaklar merak ediyorum.

Bu insanların vergileriyle maaş alıp onlara saçmalıkları anlatan herkes için de aynı acıma duygusunu taşıyorum ama acımamız onlarla mücadeleden geri koymamalı bizi.

Türk bilimsel hayatını kontamine eden ve bilimi ayağa düşüren bu gibi adamlarla savaşmak aslında bizim için ek bir zahmet ve enerji kaybıdır.

Otur oturduğun yerden doçentliğine, profesörlüğüne kastır bre adam. Ama hayır! Bela arıyoruz bazen. Belanın içine içine at sürmek gerekiyor ki o bela toplumu bir veba gibi istila etmesin, sarmasın.

Bu sebepten konfor alanımızın dışına çıkıp zaman zaman ileri atıldığımız oluyor. Sataşmak değil, maksatlı ve örgütlü cehalete sessiz kalmamak içindir bu.

Sosyal dokumuzu trolleyen, bozan, yaptığı, söylediği, yazdıklarıyla nelere hizmet ettiğinin bilincinde olmayanlar, bir üst bilincin kurguladığı oyunun figüranlarıdır. Bunu burada bırakalım ve devam edelim. 


Fallding sosyolojiyi, "Temel bir disiplin olarak herkesin genel eğitiminde yer almalıdır. Ancak, sosyoloji çalışmaları beşeri faaliyetlerin düzenlenmesi ile ilgili olan kişilerin mesleki eğitiminde özellikle önemlidir. Eğitim, hukuk, bürokrasi, tıp, gazetecilik, radyo ve TV programcılığı, kütüphanecilik, sosyal hizmet, gençlik çalışması, tarımsal programlar, şehir ve ülke planlaması ve şu anda çok çeşitli iş alanlarında yönetim, kamu hizmeti, yerel yönetim, sosyal hizmet, koloni hizmetleri ve hastane askeri hizmetler ile hapishane organizasyonu gibi bu yaşam alanlarından herhangi biri için mesleki eğitim, genel sosyoloji kapsamı olmadan ölçülemeyecek kadar fakir olurdu" şeklinde ifade edilmiş.

Bizde maalesef felsefe okuyanlara "Filozof mu olucan la?" diyenlere rağmen sosyoloji daha farklıdır. Çünkü sosyoloji okuyanlara bir yakıştırma bile yapamayacak kadar toplumdaki algısı sıfırdır sosyolojinin.

En azından filozofun felsefe ile alakalı olduğunu bilen halkımızın çoğunluğu, sosyolojinin ne ürettiğini ve sosyologların neyin üretimine katkıları olduğunu bilmez.

Gerçekten de çıktısı hemen tüketilebilecek bir şey değildir sosyoloji. Yazarsın ama o yazdığın olgunun sırası bazen 50 sene sonra gelir. Sosyal olaylar her zaman bir kronolojik seyri takip etmez.

Bedene verilen zehrin etkisi ile bedene verilen elektriğin etkisi farklı bir süreçte hızlı veya yavaş olabildiği gibi her olayın toplumdaki etkisi de yavaş veya hızlıca gelişebilmektedir.

Her toplumsal olay bir sonraki nesle miras kalan bir sosyal hafızaya oturur. Bazı acılar ise sosyal yaralardır. Madımak olayları ve Başbağlar katliamı gibi olaylar bir sonraki kuşağa taşınan ve habis güçler tarafından rahatlıkla "sosyal fay hattına" dönüştürülebilen olaylardır.

Gezi Parkı olayları gibi olayların da benzer etkileri olduğunu söylemek mümkündür. Bu tür bir olgunun safında ve karşı safında duranlar için bir "ayrışma" ve fay hattı sebebidir.

Bu meselelere oynayan büyük fonlara sahip yabancı vakıflar ve o vakıfların ülkemizdeki temsilcilerinin yaptıkları sosyal çalışmaların da basit bir STK çalışması ve yine basit bir sosyal proje olmadığını bilin.

Sosyoloji, toplum mühendisliği için kullanılabilecek bir bıçaktır da. Bıçakla ekmek de kesebilirsiniz, hastalıklı yarayı kesip atabilir veya birini de yaralayabilirsiniz.

Bıçak imal eden birinin durumu gibidir sosyoloğun yaptığı iş. O bıçağın hangi elde olacağına karar vermek de sosyolojinin değerini bilen ülke yöneticilerinin bileceği iştir.

Bu sebepten herhangi bir Türk evladının gelecekte bu ülkede bakan veya cumhurbaşkanı olması durumunda "önemini bilmediği bir bilimi" küçümsememesi ve onun hakkını vermesi için sosyoloji bu ülkede layık olduğu yere oturtulmalıdır.

Televizyonda sıklıkla gördüğümüz tarihçilerin yanında sosyologları da görmemiz gerekiyor. Maalesef çoğunun halka inebilme becerileri de bir sosyalleşme eksikliğinden dolayıdır.

İşini yapan insanları halkın seviyesine inmiyorlar diye eleştirmek de doğru değildir elbette ama biz yine de söyleyelim.

Tarihçi YouTuberlar olduğu gibi sosyologlar da olmalıdır. Burada anlattıklarımın daha fazlasına dair insanlara işte biz de bunu yapıyoruz diyebilmelidirler.

Bu bilimi iyi kullanırsanız cinsel yönelimleri, bir bölgedeki sosyal değişimi, vatanseverlik düzeyini ve bu düzeyin zamanla değişimini, sosyal kaymaları, bir toplumun zamanla sosyalizme ya da faşizme, ırkçılığa kaymakta olup olmadığını; henüz bir sosyal patlama olmadan görebilir ve gerekli önlemleri alabilirsiniz.

İnsanların kültürleri, gelenekleri ve davranışlarını inceleyen bu bilim, hava cıva bir şey olmadığı gibi, okullarda rehberlik öğretmeninden ibaret bir memuriyet koluna indirgenmeyecek kadar da önemlidir.

Kişinin farklı inançları ve uygulamaları, ibadetleri anlamasına ve bir diğerinin yaşam hakkına saygı göstermesini, değerler eğitimini verecek olan bilim de din kültürü ve ahlak bilgisi değil, sosyoloji verir.

Birlikte yaşamanın önemi, değeri ve kurallarını da bu bilim öğretir. Gençleri dik kafalı madde kullanan kekolar ya da araştırmacı dinamik, sporda ve düşüncede başarılı, tartışmacı ve mücadeleci bir hale getirmenin de farkını bu eğitim belirler.

Çeşitli kültürel ve milli yaşanmışlıklarımız arasında oluşan farklılıklar ve benzerlikler hakkında bilgi ve farkındalık sağlar.

"Osmanlı bizimdi Safevi de bizimdir. Sünni bizimse Alevi de bizimdir" diyebilme imkânı sağlar.

Şemsiyenin örttüğü kişileri, altında saf tutacak kişileri öğretir ve toplumu inşa eder.

Gençleri ve toplumu yönlendirir, farklılıklara en etkili ve insanları pozitif bilgiyle besleyici ve inşa edici yollarla aracılık ederek bir diğerini "öteki" görmeden toplumsal uçlarımızı törpülememize olanak tanır.

Ulusal olduğu kadar uluslararası sorunların gelişimi ve çözümüne de katkılar sunar.

Gelişmiş ülkelerin sınai açıdan mı yoksa petrol satışı yoluyla mı geliştiklerini, endüstriyel, bilimsel ve teknolojik gelişmeler sayesinde ilerleme düzeylerini, aynı toplumun bir yarısının bir rejimle, diğer yarısının bir başka rejimle idare edildiği takdirde ortaya çıkacak sonuçları araştırır.

Bölünmüş ülkeleri, toplumları, bölünmüş kaynakları, kaynakların ve çıkarların çatışma sahalarını ve olasılıklarını, kriz bölgelerindeki olası yeni krizleri belirler.

Yoksa o krizleri yaratır varsa dindirirsiniz. Arabuluculuk yapabilmek için o arabuluculuğun gerektirdiği çıkar ekseninde her iki gruba da eşit mesafede olabilmek için etkili dış politika yapabilme enstrümanlarını ortaya koyar, o ülkelerde politikalarınızın medyada ve halkta nasıl karşılık bulduğunu ölçersiniz ve bunu da sosyologları sahaya vererek gözlemleyebilirsiniz.

Aynı zamanda kamu politikaları oluşturma, uluslararası yasaların oluşturulması ve ticari yasalarda da çatışmadan uzak bir ortamın sağlanmasında sosyolojiden faydalanılır.


Bunun yanında marjinal toplulukların geçim kaynaklarının doğasına dair farkındalık da verir.

Sınır kaçakçılığı yapan, fuhuş yapan, kadın ve çocuk ticareti yapan, uyuşturucu ticareti veya üretimi yapan toplulukların, varoşlarda yaşamak durumunda kalan toplulukların, patlamaya hazır getto mahallelerin nabzını sosyoloji tutar.

Bunlara dair araştırmaları milyarlarca dolar bütçelere sahip yabancılar gelip ülkemizde yapacağına bizler yapmalıyız.

Tüm bu araştırmaların sonuçları, toplumların yaşadıkları çevredeki sosyoekonomik durumları, sosyal adaletten nasibini ne ölçüde aldıkları, sosyal refah düzeyleri ve sosyal adaletsizlikleri kabul etme veya buna karşı tavır alma tutumları, tavır almıyorlarsa biriken tepkileri ve bu tepkinin patlama noktasına dair olası tahmin ve analizler sosyoloji ile götürülür.

Bunun için araştırma projeleri ve bunun çok değerli sonuçları hükumetlere ve buna ihtiyaç duyan enstitülere ve araştırmacılara sunulur. Bazısı mahrem ve bazısı da açık bilgiler olarak ilgili yerlere aktarılır.


Sosyolojiyi tercih edecek ve geleceğin sosyologları olmaya aday kimselerin de "rehberlik öğretmeni olurum işte" kafasıyla bu bölümü okumak üzere gelmemeleri gerekiyor ayrıca.

Hayır, arkadaşım sen bir gazoz kapağı üretmek için değil, uzay mekiği inşa etmek için tutuyorsun elindeki metali. O hafife aldığın bilim, çok yönlü bir bilimdir.

Buna ilaveten antropoloji denen bir diğer bilim vardır ki bu da bir başka yazının konusudur. Sosyoloji ile sıklıkla paslaşan çok güzel ve tadından yenmeyecek araştırmaları yapan antropologların da hakkı maalesef ülkemizde yeteri kadar verilmemiş, bu bilim de layık olduğu yere oturtulmamıştır.

"Antropoloğum" desen kız mı verirler ülkede sana? Bir arkadaşıma babası bunu demişti. Gitti ABD'ye ve bir kuruluş adına adamı Arap ülkelerinden birine gönderip ajan yaptılar.

Sosyoloji, tüm sosyal bilimlerle eşit mesafedeki belki tek bilimdir. Somut ve soyut olan kavramlara dair araştırma, anketleme becerisi sunar ve doğru soruları sorarak toplumsal krizleri, gelişmeleri vaktinde görür ve analiz eder.

Küçük insan topluluklarından, büyük bürokrasilerin inşasına dek sosyoloji devletlere bir politikanın işe yarayıp yaramadığını da gözlemleme fırsatı verir.

Mesela insanların üzerine hediye fırlatmanın halktaki tezahürünü sosyologlar daha bu eylem yapılmadan görüp aktarabilirler ve lider hiç böyle bir gaf yapmadan gezilerine devam edebilirdi.

Liderin liderliğinin mutlak kabulü yanında sorgulanmaya başladığı an da toplumsal olaylar ve bu olaylara dair tavır ve tutumu ile belirir. Bunu da sosyoloji inceler.

Kişisel bazda ise sosyoloji, hayatımızda rolü bulunan çeşitli sosyal, kültürel ve kurumsal zorluklara karşı bir anlayış ve tutum belirlememize yarar.

Sosyal sorunlarla başa çıkabilmek, toplumun içerisinde sivrilebilmek, ön plana çıkabilmek ve onu fikirlerinle sürüklemek istiyorsan, sosyolojiye mutlaka ilgi duymalısın arkadaşım.

Sosyoloji bir yerde de ideal toplumu, Thomas Moore'un ütopyasını inşa edebilmek için "sosyolojik hayal gücünü" gerekli kılar.

Mills'in kurduğu bu terim aslında toplumun daha büyük olayları ile karşılaştıkları bireysel sonuçlar arasındaki direkt bağlantıyı tanımlamak için kullanılmıştır.

Ama bireysel ve toplumsal olaylar arasındaki ilişkinin farkında olmak ve bir sosyolojik tahayyüle erişmek için de olguların farkında varmak, ana kavramları bilmek, değişkenleri (ekonomik, sosyal, kültürel, dini, afet ve fiziki faktörler, gelenekler, medya vb.) hesap etmek bunların gelişimimiz ve fikirlerimizi etkilediği noktaları bilmek gerekir.

Gerekir ki insanlarımızı eğitmek için ve toplam hasılada toplumumuzun refahını ve yaşam kalitesini, milli kalitesini yükseltmek için katkı sunabilelim.

Kültürün bir sonraki kuşağa aktarımı, dinin milli birlik ve beraberliği "ayrıştırıcı" değil, "birleştirici" noktada konumlandırılması, din adamlarının hangi konulara değinerek saygı görebilecekleri de ilahiyat sosyolojisi ile alakalı çalışmalar yapan bu iki disiplini de incelemiş ilahiyatçıların veya sosyologların ilgilenmesi gereken konulardır.

Aksi halde Arap yarımadasının batısındaki Hicaz'ı Arabistan'ın ortasında sanan bir akılsız çıkar ve başı açık tüm kadınları dinimize küstüren bir açıklama yapabilir.

Din adamlığının izzet-i nefsine, onuru ve ağırlığına yakışmayan bu gibi kimseleri de sosyoloji bilmeyen veya sosyalleşememiş palas pandıras konuşan kemçük ağızlılar olarak toplumumuz hiç bilimez, bu dongozlar da Türk toplumunda adı duyulmayan ve bilinmeyen kişiler olarak kaybolur giderler.

Bu gibi kimseler de böylece sivrilmez, hiçbirimiz duymamış oluruz. Ne toplumumuz gerilir ne de asabımız bozulur. Görüyorsunuz oluyor bunlar ülkemizde.


Tüm bunlara ilaveten demokrasinin sürdürülmesi, insanların fikirsel verimliliğinin artırılması, toplumsal farklılıkların zenginlik olarak görülmesi ve ayrılıkçı eylemlerin daha başlamadan, sokağa inmeden, insan beyninin daha ışın bile girmediği noktasına erişerek sorular, anketler ve mülakatlar yoluyla baştan bir problemin çözümü için sosyoloji bir gereklilik, bir şarttır.

Ülkeye kayıtsız kuyutsuz giren Afganistanlı genç, İstiklal Caddesi'ndeki gencecik Merve'yi taciz etmeden önce, bu adamların topluma sokulmadan önce "Bize ne getirir? Ne götürür?" muhasebesini de yapan yine sosyolojidir.

Bu muhasebeyi yapan, bu tür sosyal risk analizlerini yaparak raporlandıran kimselerin değerli çalışmaları ile Ortadoğulu bir toplumun Türk toplumuna entegrasyon düzeyi ve karşılaşılacak küçük ve büyük tüm problemler "gelecekte ne olacak?" sorusu ile sorulup projeksiyonlandırılmadan sınırdan içeri erkek köpek bile alamayız aslında.

İşte sınırdan kimin alınıp kimlerin alınmaması sorusunu da soran yine sosyolojidir. Katolik Slovakya ülkeye Müslümanları almak istemiyor, sadece Katolik Suriyelileri onu da 500 kişi kadar almayı kabul ederken aslında ayrımcılık değil, toplumuna entegre edeceği "sosyal açıdan uyumlu olabilecek insan grubunu" ve hazmedebileceği rakamı seçiyordu.

Sosyoloji devletlerin istihbarat birimlerine iş düşmeden binlerce ve on binlerce veriyi sunabilecek tek alandır efendiler. Bunu biling, işiding ve duyurung!  

Sosyoloji bir şemsiye bilimdir. Öyleyse onu gereği gibi kullanabileceğimiz ve toplumu kapsayıcı şemsiye politikalarla yönetişimle insanları ve kurumları yaşatabilmek için gereken en önemli araçlardan biridir.

O şemsiye gözümüzde açılmadan önce eğer ki tepemizde açılmasını ve bizleri türlü yağmurdan, doludan ve fırtınadan, yakıcı güneşten korusun istiyorsak bu sistematik inceleme ve araştırmaya dayalı şemsiye bilimin değerini bilmeliyiz.

Bu bilim dalının bünyesinde çok sayıda araştırma alanı vardır ve asimilasyon araştırmalarından tutun, politik, dini, kültürel ve uluslararası ilişkiler ile iktisat ve coğrafyaya değin yüzlerce alan ve alt alana katkı sunar sosyoloji.

Coğrafyacı olmasaydım sosyolog olurdum derim hep. Zira inanıyorum ki iyi de bir sosyolog olabilirdim çünkü hayran olduğum ikinci bilim dalıdır.

İnsan topluluklarının doğasını ve karmaşıklığını analiz etmeye çalışan tek disiplindir ve gözlemler, anketler, mülakatlar, arşivleme, saha araştırması, deney ve kontrol grupları ve çok iyi tanımlanmış sorgulama yöntemleri ile toplulukları ve değişimlerini gözlemler ve bu araştırmaların sonuçlarını da garanti eder.

Bilimler arasında bence en başaklı bilimdir. O başağın hakkını verirsek tohumlarından çok buğday yeriz.

Örneğin;

Bulgaristan Türklerine yönelik politikaların bu seyirde devam etmesi halinde 20 sene sonra Türklerin ne durumda olacakları, Almanya'daki Türk toplumun gelecekteki asimilasyon durumlarının şimdiden nabzının tutularak öngörülmesi konusunda çalışmaları bu alan yapar.

Kırım'da Rusya'nın kontrolünün ardından Tatarların durumunun ne şekilde değişeceğini de siyaset sosyolojisi alanında çalışan kimseler inceler aslında.

40 milyonluk Ukrayna'nın egemenliği altındaki 250 bin Tatar Türkünün 145 milyonluk Rus egemenliği altındaki konumu ve değişmesi kesin yaşam seyri ve bunun geleceğe dair projeksiyonlandırılmasını da sosyologlar yapar, yapmalıdır.

Yunanistan'da kurulan Pomak derneğinde "Türk değiliz Pomakız" demeye alıştırılan bir avuç maaşlı kişinin sayısını önemsemeyebilirsiniz ama sosyologlar önemser.

"Türk değilmişiz abi biz Yunan Müslümanıymışız…" diyen çok az sayıdaki gencin uğradığı manipülasyonu da önemsemek ve gerekli çalışmaları başlatmak için devletlere rapor vermek yine sosyologların işidir.

"Yok öyle kişiler, varsa göster!" demekle olan biten yok olmuyor. Bir olgunun reddi, o olgunun devamını perçinler. Önlem alamazsın ve hastalık metastaz yapar. Böyleleri de var. Bir yerde bir grup gençteki değişimden bahsediyorum "Yahu hocam boşver, onlar çok az…" diyor.

Patrona Halil İsyanı da 3-5 kişiyle başlamış ve adamlar saatlerce Divan yolu ve Kapalıçarşı'da gezinmişler. Bir günün akşamına dek bağıra bağıra gezinen bu adamların sebep olacağı isyanı öngörmeyen ve vazifelerini yapamayanlar sayesinde binlerce insan sarayın kapılarına dayanmış.

Yunanistan'da, Bulgaristan'da ve Almanya'da devletler kontrolünde kurulan ve insanlarımız için açılan her STK'yı bu şekilde incelemek lazımdır. Senin kurmadığın bir yapı, milli bir yapı değildir ve muhtemelen gayrı millî amaçlara hizmet edecektir.

Çünkü böyle STK'lar tohumdur ve bir süre sonra o inşa edilen temelin üzerine çıkarılacak bina ile Batı Trakya Türklüğünü dinamitlemek öngörülmüştür.

Ben, ülkemde Balkanlarla alakalı yeteri kadar sosyoloji çalışması yapılmadığı için etno-kültürel coğrafyadan yürüyorum.

Deyimi yerinde ise doktorun olmadığı yerde veterinerlikle bir şeyleri yapmaya çalışıyorum oysaki Balkan, Kafkas ve Ortadoğu coğrafyalarını bilen, dil bilen, yordam bilen ve yetişmiş sosyologların sahada olması benim kafamdaki çalışmaları kanatlandırıp uçururdu.

Rodop Dağlarındaki Pomak köylerinde Bulgar devletinin yürüttüğü sistematik Hristiyanlaştırma ve Bulgarlaştırmalar üzerine en az 100 sosyoloji makalesi yapılmış olmalıydı.

Sadece Bulgaristan'daki Pomaklar değil Balkanların birçok yerindeki toplumların değişimi, Türkiye'ye bakışına dair birçok araştırma için bu şarttır.

'Bulgaristan' yazın YÖK tez arama sayfasına. Çıkan sonuçların yarıdan fazlası tarih konulu çalışmalardır… Belki yüzde80'i. Onlar da göç ve zulüm. Başka çok az araştırma görürsünüz.

Göç, zorunlu göç, bu sarmaldan kurtulamadı Türk akademiyası. Sosyoloji çalışması neredeyse yok. 1,5 milyon kadar Türk ve Müslümanın yaşadığı Bulgaristan'da sosyologların sahada araştırması neredeyse yok gibi.

Toplumların ihtiyaçları bilmeden hizmeti götüremezsiniz.

Bilmezseniz bolca mehteran takımını Balkanlarda fellik fellik gezdirir, bolca sünnet töreni yapar oldukça gereksiz iftar programları yaparak paraları harcarsınız.

Bu paralar harcanırken bölge halkı Avrupa ülkelerine çalışmaya gidiyormuş kime gam?

Bir Balkan ülkesindeki bankamızın yetkilisi o ülkedeki yerel halka kredi vermek için konulduğu o koltukta burnuna dek pisliğe batıyorsa sosyal manada ne verebiliriz o ülkelere?

Hele ki o yetkili, yeğeninin adı üstünden yine burnuna dek pisliğe batmış bir diğer elçilik görevlisi ile ortak olarak otel açıyorsa ve devletin paraları o otele gidiyorsa gönderdiğimiz insanların da o ülkelerin sosyal dokusuna neler yapacağını bir düşünün. Kendi ülkesinin insanını söğüşleyen başkasına ne yapmaz?

Nabzı tutulmayan halklara sosyal hizmet götüremezsiniz. İhtiyacını bilmeniz de yetmez. O ihtiyacı kısa vadede çözümleyebilir ama uzun vadede bölgenin kendi kendine yeterli olması için neler yapılabilir bunu da planlamalısınız.

Bunun için iktisat sosyologları ile de oturup konuşmanız gerekir. Tamam, görev vermeyin, koltuk vermeyin ancak bir oturtun, adamdan sayın şu insanları.

Sayın ki keyfe keder işler gitmesin… dert bu.

Mesela Batı Trakya'da çok parçalı bir toplum yapısı vardır. Türkiye'de eline her siyasi güç geçiren kişinin bir dernek kurarak müdahale ettiği Batı Trakya'da "birileri mutlaka Türkiye'de birilerinin adamı" olarak görülür.

Burada birilerinin adamı olmamanın alternatifi ise Yunan'ın adamı olmaktır. Çünkü bu tür minör topluluklar kendi coğrafyalarında "sahipsizlik" ve "azınlık" olmak gibi bir diğer sosyolojik gerçekliğe karşın "sahiplenilmek" refleksinde olurlar.

Bu parçalılığı 80'lerde Dr. Sadık Ahmet'i ön plana çıkararak gideren Türkiye, bu toplumdan bir lider meydana getirmişti. Rahmetli Sadık Ahmet bir lider haline geldi ise bu, Türkiye'nin desteği sayesindedir.

Siz bu tür toplumlarda bir lidere oynamazsanız eski bir bakan bir dernek kurar, yükseklerden birinin arkadaşı bir diğer dernek kurar, bir başkası bir diğer dernek kurar hepsi orada birbiriyle çatışır.

Rahmetli İskeçe Müftüsü Ahmet Mete geçenlerde toprağa verildi. O adam yaşarken kendisini koltuğundan indirmek için Türkiye'den faaliyet gösteren kimseleri bilirim.

Adamcağız vefat edince baktım rahmet okumuş sanki çok saygı duyuyormuş gibi davranmaya başlamışlar.

Ayıptır be! Ayıptır ama aynı zamanda da vefat tüm dünyevi hesapları kapattığı için doğrudur da…

Şimdi lidersizliğin sebep olduğu bu tür durumlar da giderilmelidir. KKTC'de Denktaş gibi bir lider "meydana getirilmese" idi ne olurdu?

Söyleyeyim. Şimdikinden daha parçalı bir KKTC siyaseti söz konusu olurdu.

Lider haline getirilen insanlar, toplumları için birer bayrak hükmündedir. O bayrak altında birleşir, lider ölürse onun hatırası ile birbirine kenetlenirler.

Türkiye Cumhuriyeti'nin bir şekilde Kosova Türklerinden bir "lider" çıkarması, Batı Trakya Türklerinden bir "lider" çıkarması, meydana getirmesi veya mevcut bir karakteri biraz ittirip ortaya atması gerekiyor.

Aynı şekilde Bulgaristan Türklerinden bir lider, Makedonya Türklerinden bir lider, hatta hiç sesi çıkmayan Romanya Türkleri ile Onikiadalar'daki Rodos ve İstanköy Türklerinden de birer lider çıkarması gerekiyor.

Türk toplumunun çoğunluğu tutup Batı Trakya neresi? Açıp okumaz. Rodos Türklerini okumaz, Doğu Makedonya Yörükleri nedir? Ne değildir okumaz.

Ama oralardan çıkan liderleri tanır. Çünkü bizler dinlemeye, diz kırıp "büyük adamları" dinlemeye alışık milletleriz.

Öyleyse bu toplumlardan birer "Büyük adam" meydana getirmek ve Türkiye'nin çıkarları için bu büyük adamları ittirmek, lider haline getirmek zorundayız.

Cemaatleşemeyen, camialaşamayan azınlık toplulukların sesi pek çıkmaz. Camia haline gelebilmek için ise bir lider lazımdır.

Liderlik özellikleri olan kimseler aranır mesela futbol kulüplerinin başına geçirmek için… Niye? Çünkü o camia bunu istiyor. 

İnsanlara heyecan veren, halkının gözünün içerisine baktığı, hitabeti güçlü, gözleri Türkiye'ye bakan, Türkiye'den emir alan liderler lazımdır.

O liderlerle o ufacık toplumları çekip çevirir, bir ana amaca, bir kutlu gayeye kilitlersin. Sen bunu yapamazsan ya da bunda gecikirsen hiç şüphen olmasın başkaları yapar.

Senin sürmediğin tarlayı bir başkası sürer. Ayrıca belirtmek gerekir ki her lider de ittirilmez, meydana getirilmez. Çoğu kez şartlar onları lider yapar.

Kosova'nın şu anki başbakanı olan Albin Kurti de 80'lerdeki öğrenci olaylarında Sırplara karşı yürüyüşler ve eylemlerde pişmiş bir liderdir.

Aliya İzetbegoviç, dünyanın izlediği Saraybosna Duruşmalarında adını duyurup liderleşmiş, Sırbistan'daki Sancak Boşnaklarının lideri Rahmetli müftü Muammer Zukorliç de karizmatik kişiliği, mükemmel hitabeti ve entelektüel ve akademik kişiliği ile toplumu arkasına almıştı.

Şimdi bölgedeki liderlerin birer birer elimine edildiğini ya da her nasılsa gencecik yaşta öldüğünü görmekteyiz. Oluyor böyle şeyler demek ki…
 

1.jpg
Eski Sancak Müftüsü Muammer Zukorliç, Kasım 2021'de 52 yaşında kalp krizinden vefat etti

 

Cumhuriyetimizin kurucusu Aziz Mustafa Kemal Atatürk de savaş meydanlarında pişmiş bir liderdi. Oldukça erken bir tarihte ölmesini de, siroz sebebini de zehirlenmeye bağlayanlar var; ancak ben bu zehirlenmeyi hayatı boyunca savaştığı ülkelerden birinin yapmış olabileceğini düşünüyorum.

Çünkü II. Dünya Savaşı başlarken ve Hatay'ı anavatana katma çalışmaları esnasında vefat etmesi ve Selanik ile Balkanların kaybettiğimiz kısımlarına dair planları olduğuna dair söylediği iddia edilen rivayetler, bu insanın cihan harbinde dengeleri değiştirebilecek biri olduğu için hedef seçildiğini düşündürüyor.

Bir ihtimal (ben bir şeye ihtimal diyorsam ona kendim de inanmıyorumdur ama ihtimal olarak aklımdan geçiyordur) Atatürk'ün zehirlenmesi, ondan sonraki ikinci adamın daha temkinli, inisiyatif almaktan uzak bir politika yapacağını bilenlerin tezgahı olabilir.

Zira İsmet İnönü, Milli Mücadele'nin çok değerli bir ismi olmasına rağmen vizyon açısından bir dahi Atatürk ile mukayese edilebilir biri değildi.

Atatürk, Rommel gibi bir askeri dehadan da daha fazlasıydı. Rommel, emrindeki ufacık bir kuvvetle Süveyş'e doğru yürüyen ve İngilizlerin birçok yerde boğazına demir leblebi olmuş biriydi.

Süper silahları olan her general savaşır ama kısıtlı kaynaklarla nadir komutanlar savaşır ve zafere dek çok daha azı gidebilir ve Atatürk gibi bir dehanın Almanlar veya İngilizler tarafından da zehirlenmiş olabileceği aklımdan sıklıkla geçmiştir.

Belki de yaklaşan savaşa dair öngörüsü ya da planları, düşünceleri, hangi durumda kimlerle ittifak edebileceğine dair bir dış istihbarat ile edinilmiş ve karşıt ülkelerce önlem alınmıştır.

Bazı şeyleri hiç bilemeyeceğiz. Almanlarla yakın durması ihtimaline karşın Rusya, Fransa ve İngiltere tarafından zehirlenmiş olabileceği gibi, İngiltere, Rusya ve Fransa ile yakın durma ihtimaline karşın Nazi Almanya'sı tarafından da zehirlenmiş olabilir.

Atatürk'ün son doktoru Mim Kemal Öke'nin gayet kıdemli bir mason olması ve Atatürk'ün mason localarını kapatan ve yasaklayan kişi olması da kafamı karıştıran ayrı bir meseledir.

Ancak bunu sadece bir sesli ve yazılı düşünce olarak bırakmak en doğrusudur ('Hoca, verdin giderayak zehri' diyeceksiniz biliyorum).

  
Neyse devam edelim.

Her zaman faydalı liderler ölmüyor ya da öldürülmüyor. Bazen ırkçıları arkasında toplama ihtimali ve potansiyeline sahip karizmatik liderler de öl(dürül)üyor.

Mesela Avusturyalı aşırı sağcı karizmatik lider Jör Heider'in ölümü de çok enteresandır.

Anne ve babasının Nazi döneminde saygın bir geçmişi olan ve bir Nazi aileden gelen Jörg Heider'in oldukça şaibeli bir trafik kazası sonucunda öl(dürül)mesi de muhtemelen birleşmekte olan Avrupa Birliği ideallerini dinamitleyebilecek bir aşırı sağ siyasetin istenilen hudutlarda tutulması adına bir önlemdi.

Avrupa aşırı sağa geçit vermiyor çünkü parçacıklı yapısını tutmasının tek yolu bu. Onların sosyologları da bunu öngörüyor zaten.

Sağ siyaseti serbest bırakırsanız Fransa ve Almanya arasında savaş sebebi olan Alsas-Loren (Türkçesiyle yazdım) bölgesindeki kavgalar yeniden başlar.

Fransız "Fransa'da kalalım", Alman ise "Hayır, Almanya'ya katılalım" der. Polonya'nın Opola bölgesindeki Almanlar problem yaratır. Burgenland Hırvatları problem yaratır.

Romanya'nın Transilvanya/Erdel yöresindeki Macarlar Macaristan'a katılmak, Slovenya'nın doğusu Macaristan'la birleşmek ister.

Hollanda'daki, Almanya ve Danimarka'daki Frizler devlet kurmak, İsveç'in güneyindeki Skone bölgesindeki Skonsk konuşan halktan tutun da Almanya'daki Lausitz Sorabları ve Kaşublara kadar onlarca millet, İspanya ve Fransa'nın Bask halkıydı yok Korsikalı İtalyanlardı derken parça pincik bir Avrupa ortaya çıkar.

Çünkü sağ sadece yabancı karşıtlığından beslenmez. En yabancı olanları kovduktan sonra daha az yabancı olanları hedef seçer. Mikromilliyetçilik ve etnik milliyetçilik de Avrupa'yı bitirir.

Rusya yüzlerce etnik grubu silah zoruyla bir arada tutarken Avrupa da "Avrupa idealleri" denen çoğulcu politikalar, sosyal devlet politikaları ve gerektiğinde Jörg Heider gibilerini de "haşırt diye" indirebilen bir derin devlet bilinciyle yönetiyor idaresindeki çok etnisiteli toplumları. 
  

2.jpg
Jör Heider / Fotoğraf: APA​​​​​

 

Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu'nun öl(dürül)mesi de bence dışarıda bir elin marifeti sonucudur.

Sonuçta hiçbir şekilde pislenmemiş ve kirlenmemiş bir liderdi. Biraz Menzil ve Fetullah'a yakındı ama o zamanlar kim yakın değildi ki?

Muhsin Başkan'ın helikopterinin düşürülmesi ve düşürüldükten sonra bölgede ayak izlerinin bulunması ve muhtemelen o ayak izlerinin sahiplerince öldürülmüş olmasını zannedersem yine ahirette HD olarak dev ekrandan izleyeceğiz.

Ahiretflix herhangi bir üyelik ve aidat olmadan bizlere o gün hayli film izlettirecek. Kuytudaki hatalarımı ve günahlarımı değil de bu soruların cevaplarını daha çok merak ediyorum doğrusu.

Günah mı? Koy gitsin yanarız hacı. Ben esas bu meselelerin gizemini merak ediyorum.

Rahmetli Sadık Ahmet de şüpheli bir şekilde trafik kazası olarak gösterilen bir olay sonucunda öl(dürül)müştü.

Kendisinin ölmesine sebep olan traktörü kullanan kişinin daha önce birkaç denemede bulunarak "Ben galiba Sadık Ahmet'i öldürdüm" diye polise teslim olması ve muhtemelen farklı kişileri kazara öldürmesi de ayrıca şaibeli bir durumdur.

Yazımızın kapak resminde Sadık Ahmet'i, yargılandığı mahkeme binasının önünde topladığı 20 bin kişilik Türk halkına konuşma yaparken görmektesiniz.

O konuşmasında "Bu akıllı adamlar bizim ırkımızı inkâr ediyorlar!" diyerek "Siz Türk değilsiniz" diyen Yunan hâkimi, kendisini dinleyen Batı Trakya Türk halkına şikâyet ediyordu.

Mahkeme binası önünde yaptığı o konuşmadan sonra hiçbir Batı Trakyalı Türk, bırakın 20 bin kişiyi, 2 bin kişiyi bile toplayabilmiş değildir. 
 

 

Nitekim Dr. Sadık Ahmet'in kapısı önünde konuşma yaptığı, onun ceddinin yaptırdığı ve inşa ettiği Gümülcine'deki Mahkeme binası, onun yargılandığı Yunan Mahkemesiydi de…  

Mahkemeye çıkarıldığı bu binanın kapısı önünde yaptığı cesur konuşmasının bedelini, üzerinden traktör geçilmiş ve içerisinde ailesinin de olduğu aracında oğlu ve kızının gözleri önünde canıyla ödedi. 
 

 

Dahası bu araç, Batı Trakya Türklerinin DEB partisi (Dostluk, Eşitlik, Barış) binasından da çalınmış ve bir topluma sembol olmaması üzere ortadan kaldırılmıştı. Bu olayın halen aydınlatılmamış olması da çok manidardır…

Yıllar geçti ve Dr. Sadık Ahmet'in yerine hala bir lider ge(tiri)lmedi ve lidersizlikle geçen her gün, aynı zamanda Batı Trakya için de çok çeşitli hak kayıpları ile devam etti.

Türkiye'ye gelen Batı Trakyalı sözde kanaat önderleri adeta ezberlenmişçesine "Yunan Hükumeti okullarımızı kapatıyor" derken okulların son 15 senede 60 kadarının öğrencisizlikten kapandığını da bilmiyorlardı tabi.

Sosyolojik hiçbir çalışma yapılmadığı için bizim yetkililer de görecek durumda değillerdi. Gidin ve görün Batı Trakya köylerine.

1 çocuk en fazla 2 çocuk. 3 çocuğu olanlar çok nadirdir. Nüfus artmadığı gibi Türkiye'de Tıp, Mühendislik, Mimarlık okuyan gençler de Yunanistan'a Batı Trakya'ya geri dönmüyorlar.

Köylerdeki okulların çoğunda in cin top oynuyor ve bazısı dökülmekte. Örneğin Fıçıllı köyündeki camiye bitişik azınlık okulu tamamen öğrencisizlikten kapalıdır.

Bunları benden başka kim dile getirdi? Hiç kimse. Çünkü Sezercik edebiyatı daima geçer akçedir. "Amca topumu çaldılar, anne bana çip diyorlar" demesine benzetirim Yunan şunu yapıyor bunu yapıyor deyip tek çocuğu olan adamı.

Evet, Yunan yapıyor ama okulların çoğunun kapanma sebebi öğrencisizliktir. Birinci çocuk aşkın meyvesi, aile olmanın zirvesidir. İkinci çocuğu birincisi yalnız kalmasın diye yaparsın, üçüncü çocuğu da emeklilik sistemi, üretim ve vatan savunması devam etsin diye yaparsın.

4, 5, 6 opsiyonel ama 3 çocuk bir demografik gerekliliktir. Yok, "Cumhurbaşkanı yatak odamıza giriyor" diyenler varsa bilsin, Cumhurbaşkanı kimseye pozisyon önermiyor. 3 çocuk da onun fikri değil bilimsel ve aritmetik bir gerekliliktir.

Ayrıca 3 çocuğa karşı olan kitlenin neden sürekli oylarının sabit kaldığı hatta düştüğünü de sorgulaması gerekir. İzmir'de bir teyze bana "Bir yandan AKP'liler sardı her yanımızı, bir yandan da Kürtler tavşan gibi çoğalıyor" derken ona; "Teyzem kaç çocuğunuz var?" demiştim. "İki" dedi. "Biri Vancouver'da yaşıyor biri de burada hemşire."

"İyi" dedim; "Biz 4 kardeşiz ve ben şikâyet etmiyorum çünkü tek çocuğum var ve topluma vazifemi yapabilmiş değilim. Sizse hiç şikâyet edecek durumda değilsiniz." 

Demokratik hayatın vazgeçilmezi olan partilerin oyları her zaman fikirlerin değişmesi ve insanlarda kanaat değişimi ile artmıyor. Demografi ile de artıyor.

90'larda yüzde 3'lerde olan bir etnik milliyetçi parti eğer şimdilerde yüzde 10'ları rahatça geçiyorsa bu, onların oylarını ikna veya projelerini anlatıp artırmalarından değil, oy kullanacak bireyleri artırmasından dolayıdır.

Projeymiş. Proje kim? Bunlar kim? Yola EYP yerleştirmekle, çocukları sokağa döküp polis taşlattırmakla, dağ kadrosuna adam göndermekle proje mi olur? Ama artıyorlar…

Eskisi kadar artmasa da artıyorlar. Artan adam, doğasının hakkını veriyor. Ha bu arada bakabileceğin kadar çocuk yap meselesi bir zırvadır arkadaşlar. Buna ayrıca bir yazıda değineceğim.

Çocuk yapıldıkça nüfus içerisindeki sektörler gelişir ve çeşitlenen sektörlerin müşterileri de oluşur. Sen bugün yaşlıların yaşadığı bir şehirde GYM salonu açsan, halı saha açsan, Playstation salonu açsan, binicilik, basketbol kulübü vs. şeyler açsan kim gider?

Ama genç nüfusun arttığı şehirde bunlar gırla gider. Bazı sektörler bazı yaş gruplarına hitap eder. Ben mesela paintball'dan zevk almam ama atış poligonuna gitmekten zevk alırım. Sadece benim yaş grubumdaki insanların gideceği 20 sektör sayabilirim.

10 bin Türkün yaşadığı bir şehirde genç oranı yüzde 10 ise bin kişilik nüfusla onca salon, spor ve ekmek kapısı dönmez.

10 bin kişilik şehrin gelişme potansiyeli ile 100 binlik şehrin potansiyeli farklıdır. Citta Slow şehirler ile metropollerin ekonomik dinamizmi arasındaki ana farklardan biri de budur.

Bakabileceğin kadar çocuk meselesi sofraya birkaç tabak koymakla alakalıdır. 8 çocuklu ailede doğup çok iyi yerlere gelen arkadaşlarımı biliyorum.

Çocuğunu antrkot ve dana nuar ile beslemez dayarsın tavuğu yine doyar. Olmadı mı? Ekmek arası bulgurla doyan milyonlarca insana bak...

Çocuk ailelerin süsü, çocuk geleceğin güvencesi, çocuk geleceğe bırakacağın ülkenin caydırıcılığıdır. 4,5,6 çocuk yapmalı demiyorum.

Üç arkadaşlar üç! ABD'de de halka çok çocukluluk özendirilir ama karıncayı sevip belini incitmeden seven ABD usulü gereğince bu olgu daha çok filmlerde işlenir.

Geçmişteki Cosby Ailesi, Charles İş Başında, Hayat Ağacı vb. gibi onca filmde çok çocuklu aileler gösterilir. Amerikan toplumu buna özendirilir.

Niye? Çünkü özendirmezler ise ABD 15-20 sene içerisinde bir Latin ülke haline gelecek çünkü İspanyol kökenli nüfus feci artıyor. 

Bakabileceğin kadar çocuk meselesi hepten yanlış değildir ama gereksiz yere ota bota kullanılmamalıdır.

Anne ve baba konforundan ve refahından feragat etmek istemiyorsa, bu sene Mikonos'a gittik, gelecek seneye Mısır'a gidelim diyorlarsa yapmaz tabi.

Çünkü zahmetli olur. Ama bu çocuk çombalak meseleleri Pakistan ve Bangladeş gibi çığırından çıkıp coğrafya ve ekümen araziye (yaşanılabilir arazi) ters orantılı şekilde de artmamalıdır.

Ayrıca belirteyim ki çok çocuklu ailelerde aile içi dayanışma ve çocukların eğitimi sonrasında kaynakların tek elde toplandığı birçok doğulu ailenin kısa süre içerisinde evini barkını alabildiğini ve yine kısa süre içerisinde tüm kardeşlerin ihtiyaçlarını gördüklerine şahidiz.

Evet, bazıları toz satıcısı bazıları dağ kadrosu elemanı olabiliyor ama Nobel Ödüllü Bilim adamımız Aziz Sancar da 8 çocuklu bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmişti. Her şey yetiştirme ile alakalı. 

Eğer bir tanesi Nobel ödüllü saygın bir bilim adamı olabiliyorsa diğer yedi tanesinin nerede olduğunu çok da merak etmiyorum. O gurur tüm aileyi geç, ülkeye yeter. 

Nüfus kendi üretimini ve sektörlerini inşa eder. İşsizlik nüfusla alakalı değil, hırsızlıkla, sosyal adaletsizlikle, rantçılıkla ve gelir adaletsizliği ile alakalıdır.

Aslında sadece vatansever ve zeki insanlar artsın isterdim eğer bana kalsa ama bana kalmıyor bu işler. Sosyologların kafa yorduğu ve sebepleri ile sonuçlarına onların eğildiği meselelerdir.

Ben de onların farklı yaklaşımlarını Coğrafyacının eğilebileceği bir perspektifle size sundum. Arada katıldığınız veya katılmadığınız yerler de olabilir. Kabulüm. Ama bilin ki nüfus demokrasiye doğrudan etki eder.

Zira nüfus, nüfuzdur. Yani etki gücü. Etki gücün yoksa, çekirdek aileyi anne baba çocuk yerine anne baba ve köpeğe indirgedi isen, kapında yal yiyip evini gözlemesi gereken ite "yavrum, çocuğum" diyorsan sen "Laik Cumhuriyet elden gidiyor" tatavası yapamazsın benim güzel teyzem.

İşte bu anlattığım şey de sosyal değişimdir ve sosyoloji bunları da analiz eder. Bu analizlerimin kiremit gibi sert olduğunu ve bazı kafaları inciteceğini de biliyorum. Çok da fifi diyorum ve devam ediyorum.


Evet, Batı Trakya'da Türkler artmıyor, Yunan da Türkleri sindiriyor demiştik.

Yunan yapıyor yapacağını ama bazı haklar da nüfusla kazanılır efendiler. Miloşeviç'e atfedilen şu söz önemlidir.

Biz UÇK'ya (Kosova Kurtuluş Ordusu) yenilmedik, Arnavut analara yenildik…

 
Her göç ettirme girişimine karşın çoğalan, her zulüme genç nüfusuyla direnen Kosova, savaştı ve başardı. Batı Trakya gibi bir coğrafya 100 yıldır aynı nüfusa nasıl sahip olabilir?

Türkiye bu 100 yıllık süre 8 kat artmışken Batı Trakya nasıl hala 120 ila 130 bin Türk nüfusla yerinde sayabilmiştir?

Nüfusunun çoğu yaşlılardan oluşan bir Batı Trakya ile hangi geleceği planlıyoruz?

Bir parti sürgünde Batı Trakya hükumetini kuracağız demiş. Romatizma ve siyatik ile İskeçe'nin Ahiriyan mahallesinde yokuşu bile çıkamayan yaşlılar, Gümülcine'de Çukurkahve'de takma dişleri ile leblebi yiyen dedeler eminim çok heyecanlanmışlardır bu habere.

Biraz bölge gerçeklerini bilin de ona göre siyaset yapın. Bu toplumu özerklik için heyecanlandırmadan önce evvela heyecanlanacak kitleyi doğum teşvik ve nüfus arttırma politikaları ile 40 sene öncesinden hazırlamanız gerekir.

Prostatından yürüyemeyen yaşlı dedeleri, beli bükülmüş nineleri Gümülcine Hükumet Konağına, William Wallace'ın İngiliz garnizonunu bastığı gibi gönderemezsiniz.

Mevcut gençleri de bir yürüyüşe göndermeniz zordur. Herkes anasının kuzusu, bir ailenin bir oğlu veya biricik kızıdır. 4,5,6 çocuğu olan bir aile çocuklarını zapt edemez, tutamaz çoğu kez.

Çocuk çocuğu sokakta görür, örgütlenir, sokakları şenlendirir, grafittiler ile duvarları boyar, mahallesinde teşkilatlar kurar, semboller çizer. Delidir o kan çıkacaktır mutlak açığa…

Cesaret de bulaşıcıdır korku da. Genç nüfusun çoğunlukta olduğu ülkelerde cesaret, yaşlı nüfusun çoğunlukta olduğu ülkelerde ise temkin ve korku bulaşıcıdır.

Bakın İskoçya referandumuna ne oldu? İngiltere'den ayrılmamayı seçtiler. Emekli maaşlarını tıkır tıkır ödeyen Kraliçe'den sonra geleceği şüpheli bir dönemin macerasına girmedi millet.

Batı Trakya hakkında konuşmadan önce burada bırakın sürgünde hükumeti, özerkliğin bile şimdilik hayal olduğunu bilmeniz gerekir.

Şimdi başlasanız o nüfusu oluşturmanız 20 sene sonra bile değil 40 sene sonrasıdır. En az 2 kuşakta başarılır nüfusun gençleştirilmesi.

Ayrıca böyle coğrafyaları sınırın bu cenahından idare edemezsiniz. Çokça kişinin çokça giriş çıkış yapması, çokça falso vermesine ve fazlaca pot kırmalarına sebeptir.

Batı Trakya'da sayısı fazlaca olan STK'lar arasında da sen çok yedin ben az yedim kavgası eninde sonunda sonra Yunan'ın kulağına gidiyor ve adamlara kendi ellerimizle kendi yöntemlerimizi ifşa ediyoruz. Hiç gerek yok…

100 tane ağacık beslemek yerine bir liderle muhatap olur onunla idare edersin insanları. Soruyorsunuz halka şu adam nasıldır?

"Ya bırak o Müezzinoğlu'nun adamıydı" veya "Yok o da Halit Aga'nın adamıydı" veya "Yok o adam Hasenecilerin (Saadet partisinin bir derneği) adamı" veya "FETÖ'CÜ" diyorlar.

120 bin kişilik halk, 120 parça… Böyle bir toplumu gören Yunan, bırak haklarını vermeyi, daha fazla gasp etmek için ağzının suyu akar ve cesaret bulur efendiler.

Ben Yunan olsam fırsat bu fırsattır mesela sömürürüm. Boşnakçada bir atasözü vardır. Okunuşu ile yazıyorum.

"Gde ye mnogo babitsa, tu ye dete kilavo!" Yani, ebenin bol olduğu yerde çocuklar sakat çıkar.

Bir doğumda birkaç kişinin el uzatması halinde bebeğin kolunun bacağının kırılacağını kastederek bir işe herkesin karışmaması gerektiği öğretilir bu atasözü ile. İşte Batı Trakya'da da olan biten budur.

Evet, konuyu bağlıyoruz ufaktan…

Minör topluluklar için lider şarttır ve gereklidir. 

Hasılı kelam, anlattıklarımın fazlasını merak edenler, saydığım konuları uzun uzun okuyabilir, fazlasına dair tartışmalar yapabilir ve kendi fikirleri ile sentezlerini geliştirebilirler.

Burada yaptığımız şey bir parça fikir fırtınası ve birer kapı açmaktır. Girip girmemek size bakıyor.


Sevgili dostlar, konumuza dönüyoruz.

Minör toplumlar kurumlarla yönetilmez. Liderlerle yönetilir. O lider varsa destekler, yoksa meydana getirirsin. Küçük toplumların niceleri vardır ki büyük insanlar çıkarır veya çıkaracakları nice potansiyel büyük insanlar hiç büyüyemeden kaybolur giderler.

Onlardaki ışığı bulup çıkarmak, onları parlatmak ise devletlerin elindedir. Eski bir KGB ajanı olan ve Leningrad belediyesinde gayet mütevazı bir pozisyona indirgenmiş bir memuru ortaya çıkaran ve Rusya'nın başına geçiren irade de işte bu sosyal akıldır.

Atış isabetlidir ve bence 12'den bir vuruştur.

Vladimir Putin işte böyle doğmuştur.

Şu anda karizmatik liderden yoksun ne kadar toplum varsa dikkat edin ya seslerini duymazsınız ya da bölgelerinde bir bütünleşme yoktur.

Bir güçlü kişinin güç yüzüğünü bu ufak tefek liderlere vermesi lazımdır ki o kimselerin etrafında kenetlensin bu toplumlar. Her biri Türkiye'den şuna buna, filan cemaate, falan danışmana yazmasın.

Minör toplumlar çoğunlukla kurumsallaşacak kaynaklara (insan kaynağı da dâhil) sahip olmadığı gibi bu kurumsallık liderin şahsında ve ekibinde temsil bulur.

Toplumların kozmik odaları lazımdır bilirsiniz. O kozmik odada o toplum için kararlar alınır ve bu ufak toplumlar için de kozmik oda, liderin ajandasıdır.

O ajanda liderin zihnindedir ve onunla birlikte ölür ama ölmeden tüm sırları kendisinden sonra gelecek olana teslim edilir.

Türk milleti ya bu şekilde yapacaktır ya da onun tarlasını başkaları sürecektir.

"Başka bayrakların altında yaşamak zorunda bıraktığımız asil milletin asil evlatları, sahipsiz değilsiniz! Sahibiniz, ait olduğunuz büyük Türk Milletidir ve ona gönülden bağlı olan sizden çıkmış bu evladınızla muhatabız ve artık size onunla size ulaşacağız. Kaybedilen kol ana gövdeye eklenene dek muhatabınız odur. Onun sözü devletin sözü, onun emri, devletinizin emridir. Sizler de önce Allah'a sonra ona emanetsiniz. Gölgesinden yoksun olduğunuz bayrağınız göklerinizde dalgalanana dek, bayrak bu kişidir. Onun etrafında toplanın ve ona sadık kalın."

İşte bu mesajı verebilmeliyiz tüm Türk coğrafyalarındaki insanımıza.

Bundan gayrı ne yaparsanız göze batacaktır. 

Ayrıca dikkat ettiniz mi bilmem, liderleri Tuna kıyısında doğmuş bir cemaat vardır. O cemaatin hiçbir yayını yoktur doğru dürüst.

Hatta cemaat liderinin yazdığı Kur'an elifbası dışında yayınlanmış çok bir şeylerini bulamazsınız yurtlarında ve kurslarında.

Çünkü tüm ajandaları kafalarında gezer. Tüm organizasyon yazısız da olsa plansız değildir. Çünkü bölgesel lidercikler, sorumlulara itaat ederler. Cemaatleşmenin sıkıntılı ve kontrolü zor olan bir kısmı da budur.

Düşman karşısında delil bırakmamak için kafanızda bir ajanda olması, kalbinizdeki kutlu vazifenizin bir gereğidir.

Tüm Türk toplulukları birer uçbeyi misali güvenilir, vasıflı, entelektüel kimsenin etrafında örgütlenmelidir.

Bu örgütlenmeyi inşa edecek ve doğru kişileri seçecek olanlarsa partililer değil, toplumların sosyolojisini bilen ve analiz edebilecek kimselerdir.

O kimseleri de şu veya bu partiden diye seçmeden sadakat mi? Liyakat mi? Diye düşünmeden liyakatle seçip bu kimseleri tek tek belirlemelisiniz. Şu anda Balkanlardaki yerel aktörlerin hiçbirisi de lider değildir.

Geleceğin liderlerini şimdiden inşa edeceğiz. O zamana dek idareten işi götürmesi gerekenleri de şimdilerde iyi oturup bir güzel belirleyeceğiz.

Sosyoloji iyidir…

Eşeklemesine okumayan ve kıymetini bilenler için… Yeter ki iyi kullanmayı bilin. 

Sosyoloji bilmek, kendi tarlanı kendin sürmen içindir. Yoksa "toplum" denen tarlanı başkaları sürer.

Zaafını, iyi ve kötü yanlarını, mahremini sen en iyi şekilde araştır ve bil ki başkası bilmesin.

Sosyolojinin önemine dair sözlerimi bitirmeye yakın şunları da belirtmek istiyorum.

Toplumdaki çok sayıda etnik, dini ve kültürel grup içerisinde kargaşalar, anlaşmazlıklar ve bunların yanı sıra, toplumdaki çeşitli sosyal sorunlar da doğal olarak ortaya çıkmaktadır.

Devletler, hiyerarşik sistemle tepeden ülkenin en ücra yerlerine dek teşkilatlanmış kurumlarıyla asayişsizlik, işsizlik, kıtlık, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yoksunluk ve hatta salgınları daha başladığı an öğrenir ve gerekli önlemleri alırlar.

Türkiye'de bu çoğunlukla başlangıç aşamasında değil, gelişme evresinde tespit edilir. Bu da yönetişimle alakalıdır. Ama devletlerdeki işleyiş üç aşağı beş yukarı budur.

Başkente bağlı valilikler, onlara bağlı kaymakamlıklar, bu mülki idarelere bağlı tüm kurumlar, afet, terör ve benzeri olayları önceden görüp acil önlemi alırlar.

Kurumsallaşmanın amacı da insanların ihtiyaçlarının yerinde karşılanmasıdır. Devlet kurumu bunun içindir.

Peki, başka devletlere terk edilmiş olan soydaşlarımız için devletin olmadığı yerde kurumsal hizmet nasıl söz konusu olabilir?

İşte bunun da cevabı buradadır. Kurumlaşamayacak veyahut kurumların alt birimlerini meydana getiremeyecek kadar ufak toplumlarda kurum, tek kişi ve ekibinde temsil bulur.

Bir lider ve onun başında olduğu birçok STK bu işi götürür. Liderin emrindeki afet ve yardım ekibi, liderin emrindeki eğitim ekibi, sosyal yardım takımı, liderin elindeki medya ekibi, basın yayın ve tüm sosyal ihtiyaçlara yönelik kimseler bir alet çantası gibi bulunur.

İnsanlar için o lider, ulaşması kolay, her an her yerde bulunabilen, herkesin "abi" veya "baba" bildiği biri olmalıdır. Bu tür küçük toplulukların büyük adamı bu kimselerdir.  

En son Sırbistan-Kosova gerginliğinde aslında gerginlikten hayli uzak duran Vuçiç'in gayet milliyetçi ve şahin bir söylemle Sırp şovenizmi noktasına varan "geri dönmeyiz, Kosova Sırplarını kimse mağdur edemez" türünden ifadeleri de aslında sosyolojik bir gerçeğin gereğidir.

Sırplar için Kosova, Türkler için Ötüken gibidir ve hatta daha da kutsaldır. Ama 40 yaşının altındaki Sırplar için daha az kutsaldır. Onlar Avrupa'yla, dünya ile bütünleşmek istiyorlar.

Onların derdi Hırvatistan'daki, Avusturya'daki akranları gibi yaşamak. Ama 40 yaşının üzerindeki Sırplar için hala Miloş, Kral Lazar, Arkan ve Draza Mihailoviç'in hatıraları ile yaşatılan ve Putin ile cesaret bulan ıslak rüyalar söz konusudur.

Sırbistan'daki genç nüfusun her yıl 35-40 bin kişi halinde Sırbistan dışına göç eğiliminde olması ve bunun 27 senedir devam etmesi de ayrı bir sorunsaldır.

Bu şekilde ülkenin sürekli genç nüfus kaybetmesi ve tabi genç seçmenlerin gidip elde bu çürümüş kokmuş 40 yaş üzeri milliyetçilerin hala ölmemiş ve çok sayıda "seçmen" olarak duruyor olması, Sırp siyasetinde milliyetçi söylem olmadan oy alınamayacağının da bir sosyolojik göstergesidir.

Şimdi Balkanlarda bunu da görmek gerekiyor. Genç nüfus oranı nispeten düşük olan Arnavutluk ile (Çünkü gençlerin çoğu ya İtalya'da ya da Yunanistan'dadır) Sırplarla ortak sınıra sahip olan ve savaş geçmişi taptaze olan Kosova arasındaki refleks farkını da sosyoloji inceler. Kosova'daki genç nüfus ise Arnavutluk'a göre çok daha fazla oranlardadır.

Sosyoloji gibi bir disiplinin ülkemizde olmaması demeyelim de hak ettiği yerde olmaması, bu sorunlara uygulanabilir çözümler bulmayı neredeyse imkânsız hale getiriyor.

Bu bilimin işleyiş ve amaçları ve mekanizmaları hakkında geçerli bir yoruma bile insanların sahip olmadığı bir ülkede toplumun açığını görmek ve onarmak zordur.

Sosyoloji burada önemlidir, çünkü konuyu incelemeye, sorunun kök nedenini ve soruna katkıda bulunan tüm dış ve iç faktörleri anlamaya ve derinine analiz etmeye çalışır; İşte ancak o zaman çözümler bulmaya devam edebilirsiniz.

Bir bölgede misyonerler mi var? Başarısız mı? Sebebi sosyoloji açıklar.

Bir bölgede misyonerler var ve başarılı mı? Sebebini sosyoloji açıklar.

Bir bölgede insanlar devletten nefret mi etti? Sebebi sosyolojide gizlidir.

Bu şekil çoklu sorulara çoklu araştırma yöntemleri ile araştırmacıların her soruna göre en uygun ve etkili çözümü tasarlamalarına olanak tanıyan sosyal sorunlara ilişkin açık ve kapsamlı bir anlayış oluşturulur. 

Vaktiyle bir devlet kurumunda yurtdışından gelen öğrencilere verilecek burslarla alakalı bir toplantıya davet edilmiştim. Kendilerine tavsiyem şuydu:

Şu kadar bin öğrenciye burs veriliyor. Bu çok güzel bir şey ancak öğrencilerin her hafta beş ila on soruluk, onları yormayan bir test çözümlemesi, üye oldukları bir web sayfasında dolduracakları kısa bir form olması lazımdır. Bir yılda 52 hafta vardır ve 200 ila 250 soruya cevap verebilirler. 4 ila 5 sene Türkiye'de okuyacak olan bir öğrenci, geldiği yere dair binlerce soruyu cevaplayabilir. Biz coğrafi araştırmalarımız ve saha araştırmaları için para harcıyoruz. Köylerde insanlara sorular soruyoruz. Bazı köylerin nüfusunu gittiğimiz ülkeler vermiyor bile. Bazı köylerde insanlara dinlerini, etnik aidiyetlerini soramıyoruz tepki çeker diye. Ama bunları 'Geldiğiniz ülkenin köyünden misiniz? Şehrinden mi?', 'gGldiğiniz köyde farklı dinler var mıdır?', "Tek bir din mi hâkimdir?', 'Geldiğiniz köyde azınlıktan mısınız? Çoğunluktan mı?' veya 'Ayrımcılığa uğradınız mı?', 'Ailenizde kaç çocuk var?' gibi sorular sorulabilir ve bunlar bize çok büyük bir veri bankası ve binlerce köy ve kasabaya dair bir bilimsel istihbarat kaynağı oluşturur ve birçok gereksiz projeye kaynak akıtan üniversiteler, araştıracakları basit verileri buradan edinebilir.  Hatta bu sistem, bir yazılım ile belli ortak soruları belli bölgelerden gelen öğrencilerin verdiği yerlere göre örtüştürüp gruplayarak bir bölgede basit bir konuda "gereksiz bir anket" yapmadan otomasyon sistemi üzerinden de anketler meydana getirebilir." 

Gerçi kurumun başındaki genç adam gayet olumlu ve iyi de biriydi. Önemsemiş gibi yaptılar ama kimse bu tarz bir şeyin planlamasına girecek ve bu kadar basit bir iş yükünün altına girmek istemedi herhalde.

Haliyle dediğimi ve önemini anlamadılar.

Siz anlayın ve her yerde anlatın olur mu?

Selam ve sevgi ile.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU