Düşünme meselesi yıllardır kafamı kurcalıyor. Zaman zaman içimden düşünür, tartışır, bir sonuca varmaya çalışırım. Kendi kendime zihnimdeki tahtaya yazar, çizer, sonra da silerim.
Buna rağmen düşündüklerim kısme zihin tahtamda kalır, kimisi uykuya yatar, kimisi bir süre sonra yeniden beynimde belirir.
Hatta yıllar önce düşündüğüm, unuttuğum bir ayrıntı bile bazen kendiliğinden ortaya çıkar.
Sanırım bu hemen hemen her insanda olan bir durum. Bana özgü değil. İnsan beyninin ve düşünce denilen enerjinin devinim sürecidir kanımca.
İnsanı diğer canlılardan ayırt eden bu enerji, aslında hayatın şekillenmesine neden olur ve insan düşünce ile varlığını korur.
Yani düşünce insanın özüdür, uygarlığın kök hücresi, kültürün de temelidir.
Toplumlar, coğrafyalar, diller, inançlar, yaşam biçimleri bir farklılık disiplini barındırır.
Bazı şeyler farklı, bazı şeyler farklı olmaktan öte özgündür. Bunun bir ayrılık değil, ayırt etme ile ilgili olduğunu düşünürüm.
Çünkü insan doğduğunda kendi rengini, dillini, inancını, coğrafyasını seçemiyor.
İçinde yaşadığı toplum, aile ve çevre neyse kişi de onun yansıması oluyor. Az ya da çok kendi toplumuna benziyor.
Bazı kalıtsal ve coğrafik özellikler, toplumsal ilkeler, yaşam biçimleri adeta kodlanıyor, insanla birlikte yaşamına dahil oluyor ve bir kişilik oluşuyor.
Düşünce dünyası ne kadar güçlü ise, insanın varlığı da o kadar güçlü oluyor. Buna belki kültür demek mümkün bence.
Başka tanımlar da var tabii. İşin uzmanları, filozoflar ve antropologlar kültürü çok daha doğru tanımlıyor.
Bendeki tanım böyle şekilleniyor ve uygarlıkla/kültür arasında bir çizgide duruyor…
Düşünce medeniyet, medeniyet kültür, kültür ise insanı var ediyor.
İnsan bütün canlıların en karmaşık sosyal varlığı da olsa, sonuçta geçmişiyle var oluyor, kök salıyor ve geleceği zamanı damıtarak yaratıyor.
Yani düşünme yetisi, konuştuğu dil, inancı ya da taşıdığı kültür onun varlığını oluşturuyor. Tek başına canlı olmaktan öte düşünsel bir mekanizma oluyor.
Duygulardan oluşan, iyi ile kötüyü ayırt eden, düşünce üreten ve diliyle yaratan bir varlık.
Bu nedenle her toplumun, her insanın düşünce biçimi, yaşama bakışı, düşünsel üretim süreci, dili farklıdır.
Bu aslında kültürel dokunun kendisidir. İnsanı insan yapan, varlığını değerli kılan kültürel dokudur...
Varlık olmanın ana rahmi kültürdür. Dil ise, kültürel varlığın ana rahminde büyüyen bir ağaçtır.
İnsana, topluma dair ne varsa bu rahimde filizlenir, gelişir, kök verir, büyür.
Tıpkı ölümsüz bir ağaç misali… Her dalı, her yaprağı değerli olan bir ağaç gibi…
Kök toprağa kendini saldıkça, dallar serpilir, yapraklar daha bir yeşillenir.
Ağaç yıllarca yaşar.
Su, toprak ve yeterli ısı varsa ve genetiği yaşamaya müsaade ediyorsa ağaç büyümesine devam eder.
Kültür ise insana bağlıdır. Yaşaması, toprağa kök salması insana bağlıdır. Tabii ki yaşama süreci de.
İnsan kültürel dokusunu, varlığında yaşatıp, taşıyorsa kültür büyümeye devam eder.
Yıllar, asırlar, çağlar boyu yaşama devam ederek, binlerce yıllık enerjiyi geleceğe taşımaya devam eder.
Ağaçtan ötedir yani. Kökleri derine indikçe etkisi artar.
Bugün yaşantımızda var olan kültürel dokuların yaşının peşinde koşan antropologlar her araştırmada yeni bilgilere ulaşıyor.
Çünkü kültür tarihle eşdeğerdir, yaşıttır ve iç içedir, insanlık sürecidir.
Burada bir nokta koymam gerekiyor.
Belki yazımda çelişkiler olacak, yanlış tanımlamalar ve belki dağınık bir zihnin izleri olacak.
Biliyor ve buna rağmen yazıyorum…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish