"Boj na Kosovu" (Kosova Savaşı)
1989'da, Yugoslavya daha bitmeden birkaç sene önce yapılmıştı bu film. 1389 yılında Osmanlı orduları ile savaşan Sırp Krallığının işlendiği ve Miloş Obiliç'in Sultan Murad'ı hançerlediği sahnenin gösterildiği bu film, Yugoslavya'da bir tabunun yıkılmasıydı.
O güne dek, 'Sırp, Hırvat, Boşnak yoktur, hepimiz Yugoslavız' kafasındaki Yugoslav Sosyalizmi ile harmanlamış nesil, bir anda bu filmle karşılaşmıştı.
O günün bütçesi ile hayli devasa denebilecek 8 milyon dolara yakın bir para bu film için harcanmıştı ve filme Yugoslav olarak giren biri, filmden etnik olarak ayrışmış bir Sırp şeklinde çıkıyordu.
Filmde Miloş'u öldürme görevi, Mustafa adında bir Boşnak'a veriliyordu ve ona bu görevi veren Türk şöyle diyordu:
Eee Mustafa artık bu zanaatı öğrendin. Ne de olsa kan Türkün bileklerinde ise devşirmenin dirseklerindedir. Haydi, yap işini.
Savaş başladığında daha Boşnaklığının farkında olmayan ve "Yugoslav'ız" diyen, ama daha 1989'daki film çıkışında sadece Müslüman olduğu için dayak yiyenlerde de "Boşnaklık" ruhu ve "Türklük" bu filmin de katkısı ile zamanla canlanacaktı tabi.
Ne de olsa kimliği ortaya çıkaran 3 soru vardır. Bunlar; "Kimsin?", "Ötekin kim?" ve "Ötekine göre sen kimsin?" sorularıdır.
Yugoslavya sadece bu filmle yıkılmadı tabii. 'Nož' yani 'Bıçak' filmi gibi bir dizi film de etkilidir.
Bu filmler, Sırp ruhunu canlandıran, Müslüman (Boşnak) ve Hırvat milletlerini ihanetle ve düşmanla işbirliği yapmakla özdeşleştiren filmlerdi.
Ülke filmlerle yıkılmadı ama ülkeyi bir arada tutan ruhun dibi bu filmlerle dinamitlendi.
'Bıçak' adlı filmde "Sırplık" merkezinin etrafında Ustaşa Hırvatlar ve köküne dair kafası karışık bir Boşnak genç ve ona hem mentorluk ve hem de kasabanın imamlığını yapan ve diğer yandan arada haç çıkaran bir imam efendi gibi son derece çelişkili tiplemeler mevcuttu.
Filmde bir iç hesaplaşma ve isyan aşamasına gelen genç, en sonunda Sırp olup çıkıyordu. Bir adres gösteriyordu bu filmler: "Sırp ol kurtul!"
Bunlar gibi çok filmler vardır daha. Hiç de az para harcanmamıştır bu filmlere. O dönemlerde milyon marklara, dolarlara mal olmuşlardı.
6 ana kurucu devletten ve daha fazla sayıda milletten oluşan ülkenizdeki her insanın cebinden çalıp diğerlerini aşağılamanın ve bir diğerinin geçmişini yüceltmenin filmini yapıyordunuz.
Filmlerle tarihi yeniden kurguluyor, o tarihle insanları kendi güncel siyasi emellerinize yönlendiriyordunuz. Tanıdık geldi mi? Gelsin ya da gelmesin bu bir yöntemdir.
Düşünün. Bir Sırp kökenli Yugoslav'sınız. Komşunuz ise bir Boşnak veya Hırvat. Bu filmleri izledikten sonra nasıl bakarsınız?
İnsanları yönlendirmenin sanatıdır bu filmler. Onlara rahat yataklarını unutturup savaşmaya yüreklendirerek bunun ilk adresi olarak komşusunu düşman gösterecek ve kendi tarihini yüceltip, hakkı yenmiş, mazlum millet olduğuna inandıracak filmlerdir.
Bu filmler, Belgrad Radyo Televizyonu tarafından karşılanan ancak finansına dair farklı yerlere de ucu dokunan uzun bir yazının konusudur.
Yugoslavya'nın artık bitme zamanı gelmişti ve herkes geçmişteki rollerine dönmeliydi. Batılı abileri Yugoslavya gibi son derece zahmetli bir devleti ayakta tutmanın gereksizliğini kavradı çünkü Sovyetler çözülmüş ve Varşova Paktı da dağılmıştı.
Ne gerek vardı ki artık Sovyetlerin sıcak denize inmemesi için çakma bir sözde sosyalist Frankenstein ülkeciğe?
Sırplar Sırp Krallığına öykünürken Hırvatlara Hırvatlık, Boşnaklara da "Türklük" kalıyordu. Bu, onların istediği bir şey değildi.
Bilakis onlara dayatılandı. "Kimsin?", "Ötekin kim?" sorularına dair Boşnaklar "Müslümanım" ve "Ötekim yok" derken en çok "Ötekine göre kimsin?" sorusuyla yeniden millet haline geldiler.
Bir savaş çıkmadan önce o savaşın cepheleri hazırlanıyor ve o cephelerde birbiri ile savaşacak milletler ayrıştırılıyordu.
Dağılan bir çatı tam dağıtılmalıydı. Zaten 45 küsur yıl ayakta kalmıştı ve 2 kuşağın olgunlaşması için bile yeterli bir süre değildi.
Olay sahnelendi ve tüm dünya izledik… Savaşların nasıl çıktığını, savaşanların hiçbir şey kazanmadığını…
Yine benzeri şekilde "Kod adı Kılıç Balığı" adlı ABD yapımı filmde ikiz kulelere yönelik terör saldırısı işlenmişti.
Bu sözüm ona "İslamcı terör" daha 1980'lerde "Geleceğe Dönüş" filminde Dr. Emmett Brown'u öldürmeye çalışan nükleer silah peşindeki Libyalılar karakteriyle işlenmişti.
1980'lerden beridir ABD'de bir yandan Araplar ve diğer yandan ise Türklere (Geceyarısı Ekspresi) karşı yapılan filmlerde hep "Gelişmemiş, medenileşmemiş, vahşi, terörist, medeniyetsiz Müslümanlar" algısı işlendi.
Bunun istisnaları ise yine ABD'nin desteklediği Afgan savaşçılardı ki Rusların Hint Okyanusu'na çıkmaları demek ABD'nin ve Batı'nın can damarı olan Arap körfezinin tehdidi demekti.
Bu noktada da Afgan cihadı desteklendi. Rambo, Afganlarla omuz omuza savaştı ve ortak düşman Ruslara karşı en azından filmde galip geldiler.
Bu medeniyetsiz "Müslümanlar" ABD'nin çıkarına olduğunda "iyi"; ama kendi çıkarına olduklarında "kötü" oluyordu.
Daha sonrasında ise evvelce filmlerde işlenen "İkiz kulelere saldırı" gerçekten (her nasılsa) oldu ve ABD, Afganistan'a girdi.
Büyük ölçekli bu saldırı için bin yıl aradan sonra ilk kez "Haçlı Seferi" kelimesi kullanıldı ama nedense çabucak üzeri örtüldü ve unut(tur)uldu.
Bu yaklaşım aslında Romalılar döneminde Romalı olmayan "Barbar" kavimler ve "Roma yurttaşları" anlayışının da bir tezahürüydü.
Zamanla bu Engizisyon Katolisizmi ile birleşti ve "Tanrının çocukları" ve "Dinsiz Müslümanlar" algısına dönüştü.
Bir süre sonra ise coğrafi keşifler ile birlikte başlayan "Efendi" ve "Köle" algısına…
Bunun dönüşümü ise şüphesiz kolay olmadı. Batı, bu algısına aslında kendisini merkeze oturttuğu her dönemde "biz" ve "diğerleri" olarak devam etti.
Bu "biz" algısında o kadar ileri gidildi ki "diğerleri" de o kadar medeniyetsiz gösterildi ki artık bir İslam ülkesinden gelen insan "Ortadoğulu" damgası yememek için batıda ülkesini söylemek istemiyordu neredeyse.
Belçika'da katıldığım bir Workshop'ta adı Mahdi olan Ürdünlü genç, "Nerelisin?" sorusuna 2 kez Akdeniz'denim demişti. Ürdün'ün Akdeniz'e kıyısı hiç yoktu oysa…
Çünkü algılarda bir zafer kazanıldı ve Müslüman toplumlara "kendilerinden utanmak" öğretildi.
Bu, şüphesiz uzun süren savaş dönemlerinde Müslüman ülkelerde sürekli kültür ve eğitimin düşüş seyri izlemesiyle de alakalıdır.
Savaşırken var olma savaşı verirsin ve o var olma savaşında varlığının sebeplerine teorik ve felsefi olarak inmek çoğu kez ihmal edilir.
Uzun süre savaşan milletlerde okullaşma, bilim, branşlaşma hep körelmiştir.
Osmanlı coğrafyasının 1700'lerde seyyahların anlattığı şekildeki mamur görüntüsünden harabe ve yıkık dökük evlerden oluşan çamurlu sokaklar haline gelmesi de ardı arkası kesilmeyen savaş dönemlerindeki "var oluş" savaşımızın bizden götürdükleridir…
Her kurtuluş, her var oluş mücadelesi sizden bir şeyleri götürür. Kurtuluşun ardından uzun süren bir barış ve yeniden inşa dönemi yazmazsanız silinir gidersiniz.
Afganistan gibi Rus işgalinin ardından birbirini yiyip hala asfaltı delik deşik olmamış 200 metrelik yolu olmayan ülkelerden olursunuz.
Kurtuluşu gerçek manada kurtuluş yapan da sonraki inşa sürecinin huzuru ve kültür oluşturma ortamıdır.
O ortamda millet eğitilir, okullaşma ve kendine gelmeyi, kendisini görmeyi başarır.
Ne olduğunun derinliklerine iner, araştırır, bilir. Günümüzde Türklüğümüzle alakalı birçok şeyin miladı 1923'tür.
Bu yüzden de 1923 bizim için özeldir ve özge, biriciktir.
Bizim "biz" olduğumuz ve bizliğimizin farkına vardığımız andır.
Biz algısının "diğerlerine" karşı zaferini başaran Batı'ya karşı "biz" olarak var oluşumuzun miladıdır.
Ve şu anda o "biz" aidiyetini kendi "bizlerine" dahil etmedikleri Türklerle güvence altına almaya çalışıyor aynı Batı dünyası.
NATO'nun Rusya'ya karşı ileri karakollarından olan Türkiye'ye ne açıkça dost ne de açıktan düşmanlar.
Tarihi algılar ve skolastik bakışın değişmediği kesin bir yerler görmek isteyen için hala var bazı izler…
Biz o izlerde doğudan gelen "barbar" kavim olmaya devam edeceğiz. Çünkü kendilerini "biz" olarak konumlandırdıkları ve bir "birlik" oldukları sürece bizler o birliğin dışındaki "ötekiler" olacağız.
Ötekine göre kimlik inşası ne kadar gelişmiş bir ekonomi ve demokrasi bilincine sahip olsalar da, hümanizmin ne kadar beşiği olsalar da Batı dünyasının içerisinden asla çıkamayacağı bir sarmaldır.
Nitekim dünyada farklı "biz" algıları da mevcuttur. Japonların "bizi", Çinlilerin "bizi" gibi.
Biz algısına sahip olmanız için o "bizi"in öncesine dair bir benlik hissiyatınız olmalıdır.
Roma İmparatorluğu bitmiş ve Hristiyanlığı kabul eden Frankların liderleri kendilerini Roma'nın ardılı olarak görmüşlerdi.
Merovenj ve Karolenjlerin İmparatorlukları hem kendilerini Roma'nın devamı görürken hem de Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nu da kuracak enerjiyi bu şekilde ortaya çıkarıyorlardı.
Daha Hristiyan olalı birkaç yüz yıl geçmiş ya da geçmemiş olan toplumlar, dini bir büyük imparatorluk yaratmak için marş motoru olarak kullandılar. Bir nevi başlangıç vuruşu için gerekli enerji…
Şarlman, Kutsal Roma Germen İmparatorluğunu kurarken Papa'nın takdisini aldıktan sonra Roma İmparatorluğunun devamı olarak yeni İmparatorluğunu kurmaya girişmişti.
Bir otoriteyi geçmiştekine öykünerek papanın temsil ettiği Hristiyanlık kutsalında sorgulanamayan ve otoritesine karşı gelinemeyecek bir kurumsallaşma üzerine oturtuyordu.
Ülkesi farklı din, dil ve geleneklerde insanlarla doluydu ve öncelikle yazı yazmayı öğrendi ve kendisine özel hocalar tuttu.
Sosyal ve fen bilimlerini öğrendi ve bilim adamlarını etrafında topladı. Çünkü bir kral asla cahil olmamalıydı ve bilgeliğin alametleri "bilmek" olmalıydı.
Roma'ya öykünen birisinin öncelikle okuma yazma bilmesi ve bilimle arasının olması şarttı.
Geçmişten bir kadimlik devşirmezsen gelecekteki büyük rüyalara soyunamıyorsun. Böyle oluyor bu işler genelde.
Ölmüş gitmiş İmparatorlukların devamıyım dediğinde "Bayrak bende düştü, bende kalkar" demiş oluyorsun aynı zamanda.
İşte Avrupa, II. Dünya Savaşı'ndan sonra bu miras algısını devam ettirdi.
Devam ettirirken kendisini eski Yunan, Roma, Karolenj, Merovenj, Kutsal Roma Germen ne varsa hepsinin mirasına dayandırdı.
Ama bu mirasın da üzerinde sesi az çıkan, çok çıkan unsurlar vardı ve Almanlar ile Fransızların tamamen külledikleri düşmanlıkları bir ortaklık rekabetine ve kazan kazan ilişkisine dönüştü.
İngilizlerin birlikten çıkmasıyla da bir nevi kader birliğine dönüştü. Günümüzde ise Fransa, kendilerini Roma mirasının ardılı sanan bir kafa tarafından yönetilmekte.
İsmen Alman, etnik bazda Kelt, dilde Latin ülkesi olan Fransa'nın Yunanistan'ı bu derece sahiplenen ve onu bir nevi Türklere karşı milli bir mesele haline getiren eğiliminde bunun da yeri vardır.
Çünkü Roma'yı sahiplenirsen onun bir öncesindeki Yunan kültürünü de sahiplenmen veya ortada bırakmaman gerekiyor.
Haçlı Seferlerinin olduğu dönemde savaşlara katılan toplumları eğer günümüz milletlerine göre bir tasnife tabi tutacak olsaydık şüphesiz Fransızlar en kalabalık topluluk olurlardı.
Günümüzde bile Lübnan'daki Maroni denilen Arapça anadilli Arap Hristiyanlarının çoğu, soylarını Fransa'da bir yerlere bağlamaktadır.
Avrupa'da Hunların doğudan gelip sahayı istila etmeleri ile birbirlerinin topraklarına yürüyerek tam bir mozaik halini almış ve iç içe geçmiş yüzlerce kavmin oluşturduğu ve Hristiyan-Roma karışımı bir feodal skolastiğe sıkışmış derebeyliklerden oluşan bir düzen şekillenmişti.
Bu derebeylikleri de otoritelerini büyük krallara tabi olmaktan alıyordu ve büyük krallar da kilise tarafından takdis edilmiş olan ana otoritelerdi.
Yani Hristiyanlık o dönem insanları yönetmenin bir basit aracıydı. Krala veya onun altındaki derebeylerine isyan etmek, Tanrı'ya isyan etmekti ve onların altında ezilen insanlar için refahı getirecek iki şey vardı.
- Müslümanlardan alacakları kutsal topraklar ve Tanrı'nın vadettiği cennet,
- Bu yolda ölürlerse Tanrı'nın vadettiği cennet.
Bunların çoğu bu motivasyonla gitti savaşa. Emrinde çalıştıkları ve kazançlarının çoğu kez yarısından fazlasını alan derebeylerin emri altında yarı aç yarı tok yaşayan bu insanlar, kutsal vaatlerle giriştikleri savaşlarla İslam dünyasını yorgun düşürdü.
Müslümanlar galip geldi ama iki yüzyıl kaybettiler.
Haçlıları tam temizlemişken ise Müslümanlar bu kez Moğollarla karşılaştı.
Uzun süren savaş dönemlerinin ardından İslam dünyasındaki tüm bilim ve entelektüel düşünce üretimi yavaşladı ve hayatta kalma derdi başladı.
Bir yandan savaşırken diğer yandan eğitiminizi, sanatınızı, okullaşmanızı geliştirmeniz zordur.
Kültürel açıdan zirve olmak ve zenginleşmek için bir nefes arası lazımdır. 1718-1730 arasındaki Lale Devri gibi…
Devlet bu ara dönemde tek şeyi başardı bilirsiniz. Savaşmamayı. Savaşmadı ve ülkede sanat aldı yürüdü.
İşte İslam dünyasının ihtiyaç duyduğu şey bu savaşsız dönemdi. 1090'lardan 1272'ye dek haçlılarla uğraşan İslam dünyasında ana motivasyon "Hayatta kalmak" veya "karşı koymak" oldu.
Bu hayatta kalma ve karşı koyma gailesi içerisinde daha önceleri efsaneler yaratmış oldukları bir yığın alanda bilimsel bazda eski hız kesildi ve Hint dünyasından daha nihilist ve daha soft inançlar girdi bünyeye.
"Dua et" veya "zikir çek"; "düzelir" şeklinde bir inanış, akıl dünyasına hakim oldu. Artık tasavvuf, bilime galip gelecekti.
İnsan vücudunda kan pompalamaktan öte hiçbir vazifesi olmayan "kalp" organına "akıl" ile özdeşleşmiş "beyinden" daha fazla bir önem atfedildi. Kalp, kalp, kalp…
Kalbime ilham oldu dedikten sonra ne dersen sorgulanamazlık alıyordun öyle de oldu.
Yavuz Sultan Selim'den (Allah kendisinden razı olsun) sonraki dönemde İmparatorluğa getirilen "İslam Alimlerinin" İmparatorluğun ana enerjisinin ve motivasyonunun çok farklı bir yöne evrildiğini ve bu evrilmenin zamanla taassup ve yeniliklere karşı bir zümreyi de meydana getirdiğini söylememe bilmiyorum herhalde gerek yoktur.
Bünyemize aldığımız geniş coğrafyayı etkileyecek büyük bir nüfusumuz olmadığı için o coğrafya ve ona hakim olan inanışlar da haliyle bizleri etkiledi.
Değiştik, değiştik ve hala da değişmekteyiz.
Selçuklu da hep mücadele ile geçirdi bu dönemleri. İlmen en büyük atılımlar ve kültür üretimi ise Haçlılardan uzak bölgelerde Asya'nın merkezine yakın karasal kısımlarda üretildi.
Asya'nın bu iç kesimlerine çekildikçe de Türkler Hint mitolojisi ve doğu inanışları ile karışmış tasavvuftan etkilendi. (Buhara, Semerkand, Merv, Taşkent vd. Şehirler hep buralarda idi...)
Büyük Selçuklular ve ardılı Anadolu Selçukluları ise Haçlılarla uğraşmakta ne kadar başarılı olsalar da sonraki bela olan Moğol istilasında bitişin resmini çizdiler.
Ancak Moğolların bir kültür toplumu olmaması sonucunda Anadolu'ya gelen Moğol ve onlarla bağlaşık pagan Türk kavimleri İslamlaştı ve Türkleşti.
Osmanlı devletlerinin yücelmesi ile başlayan dönemde de karşı atak başladı ve Osmanlı, önceki kadim Türk devletlerinin ve hatta İstanbul'un fethi ile Doğu Roma'nın ardılı olduğu iddiası ile devam etti ve geriye İslam Dünyasının lideri olmak kalıyordu.
Bu iddiada olayı tek bozan, Memlük Devletiydi ve Hilafeti elinde bulundurması sebebiyle Osmanlı'nın İslam'ın bayraktarlığını yapma iddiası havada kalıyordu.
1500'lerde Osmanlı bunu da başardı ve kutsal topraklar ile kutsal emanetler ve tabii ki Hilafet artık Türklere geçti.
İşte şu anda da mesele bunun kavgasıdır. Kendini neyin ardılı olarak gördüğün ve bunu çevrene ne derece inandırdığına bakıyor Dünyadaki siyaset.
Rusya'nın lideri Vladimir Putin de kendisini muhtemelen Kiev Rus Knezliğinin kurucusu I. Vladimir Svyatoslav'a benzetiyor ya da ona öykünüyor olmalı.
Ruslar ile Ukraynalıların bir nevi atası diyebileceğimiz 1. Vladimir, Kiev ve Novgorod prensliklerini birleştiren biriydi.
Yani daha açıkça söyleyecek olursak, günümüz Ukrayna'sı ile günümüz Rusya'sının çekirdek devletlerini birleştirmişti. İşte bu yüzden de ona Büyük Vladimir dendi.
Büyük yani I. Vladimir hakkındaki tarihçilerin notlarında "namuslu ve mütevazı, cesur ve girişken, dindar ve merhametli bir kimse" olduğundan bahsedilir.
988'de Hristiyanlığı benimsiyor ve 980 ile 1015 arasında tam 35 yıl hüküm sürüyor.
Aslında Hristiyanlığı sonradan benimsemişti. Daha önceden pagandı ve sarayında 200'den fazla karısı olduğu söylenir.
Dini arkasına bir güç olarak almak ve diğer tüm klanları "sorgulanamaz dini otorite ile Tanrı adına birleştirmek" için kendisine din seçeceği gün ramak kala Hristiyanlığı seçtiği söylenir. Sanıyorum o hikayeyi bilmeyeniniz yoktur.
Tıpkı I. Vladimir gibi, Vladimir Putin de Yeltsin döneminin sonlarına doğru "namuslu, rüşvet yemeyen ve maaşı ile geçinen" birisi olduğu için Yeltsin'e tavsiye edilerek Petersburg'daki Belediye görevinden devlet başkanlığına getirilmişti.
Şimdi ise Vladimir Putin, tarihin kendisine yüklediği bir misyon olduğuna inanarak Kiev ve Novgorod'u yeniden birleştirmenin derdinde.
Belki 35 senelik hüküm süreceğine bile inanmış olmalı. Artık reenkarne liderler dönemindeyiz.
Lider reenkarnasyona inanmasa bile yanındaki şakşakçılar sürüsü onun otoritesinin sorgulanamazlığı altında kendi yetersizlikleri ile koltuklarına yapışmak için lideri kutsallaştırmak için ne yapacaklarını şaşırıyorlar artık.
Bu sabah bir haber kanalında Abdülhamid'i izledim. "Payitaht" filminden karelerin ve acıklı film müziğinin gösterildiği bu programda bir anda mesele Muhalefete ve Cumhurbaşkanımıza bağlanınca şaşırdım.
Ardından Gaziosmanpaşa Üniversitesinden biri, İttihatçıların zafiyeti ve Abdülhamid'in faziletlerini anlatmaya başladı.
Sonra tekrar güncel politiğe döndüler. Sonra tekrar Abdülhamid ve tekrar günümüz muhalefeti. Bir kare siyah beyaz ve bir kare renkli bir garip program…
Derken bu böyle birkaç kez, yüzelli yıl geri, yüz elli yıl beri şeklinde devam etti. Kanal, tarihi karakterleri günümüze reenkarne ederken de aynı yukarıda anlattığımız "kendini geçmişe dayandırıp oradan kadimlik ve asalet devşirmek" meselesinin aynısını yapıyor ve belki de koltuğunu garanti altına almak için lideri yüceltiyordu.
Bunu pek de başarısız ve göstere göstere yaptığı için de saygı görmek yerine tepki görüyorlar tabi.
Çünkü algı yönetiminde Türkler çok geride başlamıştır staja. Bir meseleyi ufaktan ufaktan usulüyle yedirmek yerine adeta muhatabın gözüne sokarcasına vermekte o kadar pervasız kanallarımız var ki sözüm ona iktidarını sürdürmelerini istedikleri kişiye aslında en ciddi zararı veriyorlar.
Bunun telafisi yok. Çünkü bu kanallardaki metin yazarlarının ne entelektüel kapasitesi var ne de kayda değer dünya bilgileri. Hal böyle olunca da kanalın kitlesi de aynı kalmaya devam ediyor.
Bu da kültürlü ve eğitimli insanları hükumetten soğutuyor. Soğuyan kimseler ise hükumetin her icraatına muhalif olabiliyorlar. İyi de yapsa kötü de yapsa mutlak kötüdür onlar için.
İşte bu yanılgı her iki tarafı da besleyen bir yanılgılar silsilesini de meydana getiriyor. Devlete inanan ve hükumetlerin iyi ve kötü icraatları da olabileceğine inananlar seslerini daha az çıkarıyorlar.
Benim gibiler arada bir bazı şeyleri desteklediklerinde "yandaş" itiraz ettiklerinde de "muhalif" olmaktan korkabiliyorlar mesela.
Oysa bir entelektüel kapasiteyi geçmiş ya da geride bırakmış kimselerin hemşehricilik ve partizan bilinçleri olmaz.
Onlar ne bir tarikatın ne bir cemaatin ne bir partinin adamı olabilirler. Ne de bir adamın adamı…
Bu sebepten koltuk da alamaz ve mahallenin delisi gibi doğruları söyler kenara, ait oldukları guşe-i uzletine çekilirler.
Ortadoğu'da entelektüelin iki kaderi vardır. Ya köyün delisi olmak ya da ortalık şeysi olmaktır. Saygı görmeyi unutun.
Halka bir şeyler vermek için cahil yücelticiliği ile başlamanız lazımdır. Ecdad muhabbeti ve milli dehleme ile de sonlandırmanız…
Bunlara oynamıyorsanız yeriniz bellidir. Avrupa'da ise daha eleştirel ve daha kurumsal bir mantık vardır.
Kendi içerisindeki sorgulama ve kurumsal kültür içerisinde insanların sivrilmesini ve liderleşmesini engelleyecek mekanizmayı başarmıştır Avrupa. Ama diğerleri için bunu istemez.
Çünkü parçalı idarelerden geçinmek en makulüdür. Roma'da olduğu gibi barbar krallara hediyeler gönderilir ve onların düşmanları sürekli desteklenir.
Roma ise hep kazanır ve kazanmalıdır da…
Demem o ki; bunu Avrupalılar da yapıyor, Ruslar da yapmakta, bizimkiler de...
Küresel güçlerle rekabet edemeyecek kadar kısıtlı kaynaklarınız varsa geçmişin mirasına sahip olduğunuz iddiası ile etrafınızda bir "tabiiyet alanı" yani teba olanlardan oluşan bir kutsalı koruyan çevre meydana getiriyorsunuz.
Şarlman'ın Papa'nın takdisinin ardından Roma Cermen İmparatorluğunu kurması gibidir bu bir nevi.
Bunun ne derece tutacağını ya da global ölçekte ne derece ciddiye alınacağımızı da bilmiyorum ancak günümüzün yükselen trendi artık bu.
Lakin ülkedeki yükselen ve Suriyeliler özelinde giderek dillerde temsil bulan "Arap karşıtlığı" ki aslında bu daha çok Afgan ve Pakistanlılara karşı ve bence daha da derinde iktidarın anlaşılamamış ve kendisini ve maksadını anlatamamış politikalarına karşı bir karşıtlıktır, şimdilerde tüm Araplara karşı bir dile dönüşmeye başladı bile.
Arap coğrafyası çok geniştir. Moritanya'dan hatta Batı Sahra'dan başlar ve Umman Sultanlığı'na dek iki okyanusun ve kuzeyindeki milletler denizi olan Akdeniz'in arasını olduğu gibi kaplar.
Türkler ise bu Arapların az bir kısmı ile muhataptır. Fas, Tunus, Cezayir'den oluşan Mağrıb arapları ile pek tanışık değildirler.
Tarihte de sınırlı temasları olmuştur. Libyalılarla da her nasılsa geçen yüzyılın sonuna dek bir irtibatı kalmıştır.
Günümüzde ise Türklerin literatüründeki Araplar arasında çok kısıtlı bir algı vardır bu ülkelere karşı. Çünkü mesafe en başta algıya manidir.
Ümmügülsüm ve Abdüssamed olmasa Mısır'ı da pek bilecek değildir Türk toplumu. Ne yalan söyleyeyim ben de Amr Diab şarkılarından başka pek bir şey bilmezdim.
Coğrafi kopukluk yaşadıktan sonra aynı imparatorluğun milletleri arasında bir rabıtasızlık oluşur ve bu rabıtasızlık ve etkileşimsizlik sonraki asırlarda daha da gelişir ve derinleşir.
İşte bu rabıtasızlık üzerine önyargıları kurmanız ve kurgulamanız çok kolaydır.
Bir toplum bir diğer topluma karşı fazla bir algıya sahip değilken elinde telefon ile fotoğraf çeken iki Afgan, tüm Afganların imajını yerle bir etmeye yeter.
Sonrasında kim takar dünyaya mal olmuş bir Afgan bilim adamını ya da sanatçısını? Merak etmezsiniz. Merak yoksa algı da kapatılır o mefhuma.
Buna ek olarak Arap karşıtlığını besleyen her şey, Türkler arasında hayli popülerleşmekte.
Satın alınan mülkler, yatırımlık bina, devremülk, kanal arazisi ve benzeri şeylerden araplar mı sorumludur? Kanun yapıcılar mı? Bunu düşünmez kimse.
Düşünmez ve ayrıca hükumetin de insanların doğru düşünmesini sağlayacak adımları attığını sanmıyorum.
Troller ordusu ve son derece gerçekten kopuk bir medya ekibiyle halkın geneline inandırıcılığınızı kaybedersiniz.
Bu ekibi kim nereden topladı bilmiyorum ama aklı başında insanların bu medyayı ciddiye alacağını sanmıyorum.
"Açın pencereleri açın, sonuna kadar açın kaloriferleri" diyen zibidinin halkın cebindeki para ve ocağına düşen ateşi göremediğini bilmek zor değildir ama bu adamların "faydalı olduğunu" düşünen kimselerdir hatalı olan.
Yoksa ciddiye almayı bırakın sicime sürülecek akılları yoktur bu trollerin. Bir cihan devletinin saygınlığı ve görkemini ve onun bıraktığı misyonu sahiplenecek bir yönetim kadrosunun şüphesiz daha ciddi ve vizyoner kimselerle olmasını bekliyor insan.
Böyle kahvehane tipleri ve at hırsızlarından oluşan internet trollerini görünce bu aklın devlet meselelerine dair "derin bir akla sahip olması" ve tabi "derin politikalar yürütme becerisine sahip olması" ihtimalini de sorguluyor insan haklı olarak.
Şaka gibi tiplere rağmen ben yine de hükumetlerin içerisinde iyi ve faydalı, vizyoner kimselerin olduğunu görüyor ve o insanların sesinin fazla çıkması için dua ediyorum.
Çünkü şu yıllar zor yıllardır ve her bir günü değerlidir. Tek bir kayıp bizi asır geriye atar ve bu lüksümüz yok. Bu sebepten benim gibi insanlar ne bir hükumetin düşmanı ne de şakşakçısı olabiliyor.
Doğruyu takdir, yanlışı tenkit. Yolumuz budur aslında destekçinin de yolu bu olmalıdır ama destekleyenlerin kendilerini teba değil vergi yükümlüsü bir "birey" hissetmesi ile alakalıdır bu biraz da.
Araplar demiştik ve Arap karşıtlığı. Bitirelim bu kısmı.
Araplar arasında son dünya savaşında Türklerle birlikte savaşan ve günümüz Suudi Arabistan'ının kuzeyinde yer alan Şammari aşiretini yani Cebel Şammar emirliğini de pek az kişi bilir.
Halen Ayyıldızdır bunların bayrağı. Suudi Arabistan içerisinde kendi bölgelerinde kendi bayrakları dalgalanır. Kırmızı üzerine sarı bir Ayyıldız… El Hail şehri de merkezleridir.
Bir kez bile Türkleri satmamışlardır. Ama ne yazık ki tarihte kaybedenler ne kadar kalabalık olsalar da unutulmaya yüz tutar hikayeleri.
Maalesef bazıları için "Arap demek, petrol demektir, petrol demek, görgüsüz ve parasıyla her şeyi alacağına emin olan kişi demektir."
Eliyle yemelerini bile bir medeniyetsizlik olarak abartmayı sevenleri biliyorum. Bunu bir kültür farklılığı olarak kabul etmek çok mu zor?
Medeniyet kelimesinin bile "uygarlık" kelimesini türetene dek Arapçadan aldığımız halde bir milleti tamamen medeniyetsizlikle suçlamak akıl karı değildir.
Onları sadece Peygamber çıkarttıkları için "Necip millet" veyahut Peygamberin Milleti olarak görmek ve olduklarından fazla ve üst bir noktaya koymak da kendimize ve onlara zulümdür.
Ne vakitler kimin için söylendiği belirsiz "ne Şam'ın şekeri ne Arabın yüzü" kelimesini bile son ayda beş kez duyar oldum.
Bunun Bosna'da, Arnavutluk'ta bir karşılığı yok tabi. Bunun Almanya'da, İsviçre'de de bir karşılığı yok. Bosna'da halkın en sevdiği turistler, iyi harcadıkları ve pazarlık yapmadıkları için Arap turistler.
Boşnaklar arasında böyle Xenofobik ifadeler görmüyorum. Boşnaklara göre çok daha laik ve dini kimliği geride olan Arnavutluk Arnavutları arasında da bu tarz bir şeyi görmüyoruz.
Türkiye ile çok yakın ilişkileri bulunan Katar, Libya ve bizlere daha nötr bakan Kuveyt ile emir kısmen Türk kökenli olduğu için gayet olumlu ilişkilere sahip olduğumuz Umman gibi 4 Arap ülkesini en üst seviyede ilişkiler içerisinde olduğumuz ülkelerden sayabiliriz.
Türkiye ile yakın dönemde ilişkileri bozulan ve gerilen Suriye, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan ve Mısır gibi ise 3 ayrı arap ülkesi bir diğer yandadır.
Hepi topu 8 ülke insanların algılarına oynayan ana aktörler oldu son 10 yılımızda. Kimse bilmez Sudan'da neler olmakta?
Kimsenin umurunda değildir Yemen'deki Husi ve Koalisyon güçleri arasındaki savaşın sebebini ve taraflarını. Kimse bilmez Moritanya gibi bir Arap ülkesinin olduğunu.
"Yemen nasıldır?" deseniz pek kimse bilmez; çünkü algıları kısıtlıdır bu coğrafyaya dair. "Onlar da arkadan vurdu" diyenler olur.
İdrisilerin Osmanlı'ya asi gelmeleri ve İngilizlerle işbirliği yapmalarına karşın İmam Yahya'nın Osmanlı'ya son ana kadar bağlı kalmasını ve "tek ekmeğim olsa bile vallahi sizlerle paylaşırım" diyecek kadar safını belli ettiğini ve son ana dek kader birliği yaptığını ise maalesef pek az kimse bilir.
Nitekim İmam Yahya, sonraları Kuzey Yemen'in kralı olmuştur.
Algıların geniş bir alana oturması adına coğrafya bilgimiz ve ülkelere dair algılarımız çok geniş olmak zorundadır.
Türk insanını geniş coğrafyalara dair doğru algılarla donatmadan cihan medeniyetinin misyonunu yükleyemezsiniz.
Bu dar algıları ve önyargıları ile bu şekilde basmakalıp önyargılarla onları dünyaya salacak olursanız olmadık çamlar devrilir.
Daha bütüncül, daha kapsayıcı ve daha da geniş bir coğrafya eğitimi şarttır.
Artık hafızalardan silinen coğrafyalara dair "hain millet", "sadık millet", "düşman", "dost", "köle", "efendi" algıları ile dünyaya bakılmaz. Avrupa da bakamaz.
Tüm bunların değişeceği bir yüzyıla girerken artık bir çehre ve vizyon dönüşümü şarttır. Bu kabuk değişiminde en büyük şart ise geçmişten bir misyonu kendi üzerimizde reenkarne görmemek.
Ne bizler İslam dünyasının lideriyiz ne de Araplar Muaviye devletinin ardılları. Ne onlar hain ne de hepsi sadık kardeşlerimiz. Hepsi insan. İçerisinde iyisi, kötüsü, her renkten insanı olan kalabalık bir dünyadır…
I. Dünya Savaşı'nın hengamesi içerisinde hayatta kalmak için İmparatorluklar çok büyük bir savaş verdi.
Bu savaşın sonucunu ise okullaşmada ve sanayide en başarılı olanlardan Avusturya Macaristan bile kat kat küçülerek yaşarken Türkler yine nispeten daha iyi bir boyuta düşerek kapadı.
Avusturya Macaristan şimdi kendisinden ayrılan Macarlar için "hain" diyor mudur? Sanmıyorum.
Çekler, Slovaklar, Hırvatlar için de dediklerini duymadım. Günümüz dünyasında "hain" millet tanımı yoktur.
Bir milletin tümünü "hain" görmek veya tüm Pakistanlıları "ümmet" görmek de benzer bir hatadır.
Tüm Afrikalıları Bilal Habeşi görmek, tüm meyveleri Elma sanmak, tüm Ruslara "moskof" demek bunlar hep dar algılar ve geçmişin dar kavramlarına sarılmanın adlandırmalarıdır.
Mantar toplamadaki hüneri insanlara yaklaşırken de göstermelisiniz.
Bilmediğiniz milletlere dair "zehirli" dememek ama zehrini bünyenize alabileceğiniz ihtimalinden hareketle onu tanıyana dek de onunla fazlaca iç içe girmemek ve diplomasinin, ulusal normların ve ülke kanunlarının çerçevesinde kalmak en doğrusudur.
Geniş bir perspektif olmadan geniş bir vizyonla bakılmaz ve genişleme (coğrafi açılım) yapılamaz.
Kapsayıcılık ve milletlerin en başta "masumiyetine" inanmak önemlidir.
Ermenistan'ın masumiyetinden bahsetmem ama Ermenilerin masumiyetinden bahsedebilirim. Bir milletin tamamı mı Türk kanı içmiştir? Tamamı mı suçludur? Tabii ki hayır.
Onlar da evvela bizler için olumlu anlamda benzer bir empatiyi yapacaklar ve Türkleri suçlamaktan "Türkler" diye başlayan cümleler kurmaktan vazgeçecekler.
Yunanistan'ın masumiyetinden bahsetmem ama Yunanların masumiyetinden bahsedebilirim. Tüm Yunanlar mı Türk kanı içmiştir? Bana sorarsanız kullanılmış ve halen de kullanılmakta olan bir millettir bunlar.
Hem Ermeniler hem de Yunanlar, Türklerin şu anda global arenada rakipleri değildir.
Ermeni, Yunan diyerek veryansın gitmek de milletimizin şanına yakışmaz. Klas ve klasman farkı, alt ligi diline dolamayı engeller demişti bir öğretmenim.
Kapsayıcılık iddiamız varsa yapmamız gereken budur.
Ülkeleri halklarından ayrı düşünerek bir halkı toptan genelleyici ifadeler olmadan ama o halkın ülkesini konjonktüre ve politikalarına göre elbette eleştirecek ve yeri geldiğinde siyasi ve askeri tedbirler ile o ülkeye karşı ne tasarrufumuz varsa kullanacağız.
Gerektiğinde ama "gerektiğinde" tarih sahnesinde olmaması gereğini görüyorsak o ülkeyi tarih sahnesinden de kaldıracağız.
Ama milleti ve toplumu genellemeden. Tarihte ortadan kaldırdığımız onca ülke oldu ama halklarını kendimize kardeş yapmadık mı?
Bosna Krallığını ortadan kaldırdık, Boşnakları kendimize kardeş yaptık. Arnavutları kendimize kardeş yaptık. Memlükleri ortadan kaldırdık, Araplarla daha bir "aynı yurt içerisinde" kardeş olduk.
Demek ki kardeşliğe etki eden en önemli sebeplerden biri de ortak çatının tesisi. Din farkı ise o kardeşliği oluşturmasa da en azından ortak kültür alanı içerisinde birbirine yaklaştırıyor.
Bugün Tel-Aviv'in Bat-Yam mahallesinde yaşayan Türkiye'den gitme Musevilerin evlerinden halen Zeki Müren, Muazzez Abacı ve hatta İbrahim Tatlıses şarkılarının geldiğini duyarsınız.
Kolay değildir aynı çatının altında uzun yıllar yaşamak… Milletleşmek için büyük bir iştir bu çatıyı tutmak…
70 senelik Sovyet dönemini birlikte yaşayan ve şu anda yaşları 45-50 civarında olan insanlardan Özbek, Kazak, Moldovalı ve Rus, çoğu kez oturup konuştuklarında birbiriyle konuşacak ortak meseleler bulabilmektedir.
Çatının bir olduğu 70 yıllık dönem onlarda bir kültür birliği dönemi ya da ortak alışkanlıklar meydana getirmiş. İşte bu alışkanlıkların yeniden tesisi adına ortak çatının kurulması için mutlaka hilafet ya da bir imparatorluk şart değildir.
Eşitler arası federasyon ya da olmuyorsa konfederasyon ve gümrük birliktelikleri lazımdır. Avrupa bunu başararak bir şekilde Roma'ya öykünmekte ve aslında Roma'ya en başarılı şekilde öykünen ABD'nin elinden bunu almaya çalışıyor.
Biz ise daha bu konularda yeni sayılırız. Evvela içimizdeki genelleyici ve ön yargılayıcı kısımları atmamız gerekiyor.
Araplar, İngilizler, Portekizliler, Tibetliler, Mozambikliler, Filipinliler bunların hepsi bağımsız ülkelerin yurttaşları.
Hiçbiri bir kötü örnekle kötü olmaz, bir iyi örnek de hiçbirinin tamamını iyi yapmaz. Dost ülke de asla yoktur. Çıkarların kesiştiği ülkeler vardır.
Coğrafya bilmek de yetmiyor artık. Sosyoloji, Tarih, ve Felsefe bilmek ve bir parça dünyayı tanımak lazım.
Mevcut olanaklar ile ülkemizi zor geziyorken dünyayı tanımak sanıyorum bir 5-10 sene daha bizden uzaklaştı.
Dünyayı ayağımıza getirmek ise turizmle mümkün. Turistik bir ülkeyiz. Güzel bir coğrafyamız ve maalesef rezalet şehirlerimiz var.
Buna rağmen geliyor yine turistler. Çünkü hizmet ucuz ve kaliteli. Ülke olarak bu ülkedeki tüm katma değer ürünlerin "ederi" ne ise onları her alanda ve özellikle nitel bazda artırmak gerekiyor.
1 Dolar 17 Türk Lirası iken istediğimiz kadar "lider ülke", "oyun kurucu ülke" veyahut "Allah'ın vazife verdiği millet" iddiasında olabiliriz.
Ancak liderlik günümüz dünyasında "diğer" ülkelere karşı hassas bir hakarettir. Hiç kimse haz etmiyor bundan.
Orta Asyalı Türk devletlerinin idarecileri bile haz etmiyorlar. Bağımsız hiçbir ülke teba olmayı kabul etmez bu devirde. Liderlik yok, ağabey ülkelik de yok. Eşitler arasında "modern ve güçlü partner" olmak en güzelidir.
Oyun kurucu da değiliz ama yeni yeni oyunları bozmaya başladık. Oyun bozmak, kendi oyununun başrolüne inanmanın ve karar vermenin ilk safhasıdır. Biz de bunu yapabilecek kapasitedeyiz.
Gelelim Allah'ın vazife verdiği millet miyiz? Evet. Allah'ın ilk verdiği vazife "Oku!" emridir ve bu vazife ile her insan muhataptır.
Yenmemiz gereken ilk ve en büyük düşman olarak bize cehalet,
alacak ilk vazife olarak ise Oku emri yeterlidir. Bizler de yazdık ki okuyasınız diye.
Selam ve saygılarımla.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish