Mezopotamya genelinde var olan bostan kültürünü, çocukluğumdan hatırlıyorum.
Siverek'in güneyine düşen, kentin hemen kıyısındaki arazilerde bolca marul ve yeşillik ekimi yapılırdı. Biz buralara 'bahçe' derdik.
Kentimizin sebze, özellikle de yeşil sebze ihtiyacı buralardan karşılanır, yıl boyunca onlarca aile geçimini bu bahçelerden sağlardı.
En çok da marul yetiştirilirdi. Niye bolca marul ekilirdi bilmiyorum. Belki de ekimi ve yetiştirilmesi en kolay sebze marul olduğu içindi.
Yazın yetişen marullar, iyice büyüyüp yağlandığında bayağı ucuz bir fiyata tarlada satışa sunulur, bitmezse geri kalan marullar da at arabalarıyla mahalle mahalle dolaştırılarak her eve girmesi sağlanırdı.
Böylelikle kentin marul, maydanoz, yeşil soğan ihtiyacı buralardan karşılanır, diğer sebze ve meyve ihtiyacı ise genellikle Fırat kıyısında yer alan köylerden karşılanırdı.
Şehir kıyısında bostan kültürü ne zaman başlamış, kimler tarafından organize edilmiş tam olarak bilinmiyordu o tarihlerde. Kimsenin sorduğu, araştırdığı da yoktu zaten.
Buna rağmen toprak yapısı ve uğraşanların geçmişleri, buradaki tarımsal faaliyetlerinin çok eskiye dayandığını gösteriyor.
Bahçecilikle uğraşan bazı ailelerin üç, beş nesil bahçe işleriyle uğraştıkları; aldıkları soyadından ve yörede kullanılan lakaplardan anlaşılıyordu.
O yıllarda kentin kıyısında ya da köylerde yapılan tarımsal faaliyetlerde her sebzenin bir zamanı vardı. Ne erken, ne geç.
Zamanı geldiğinde, "Dindar Salatalığı" gelirdi pazara. Aynı şey "Mısêb Kavunu" ve Fırat'ın billur suyunda yetişen isot için de geçerliydi.
Fırat Vadisi'nde yetiştirilen domates, patlıcan ve daha değişik sebzeler kamyonlarla kente taşınır, satışa sunulurdu.
Dediğim gibi, ne geç, ne erken; her sebze ve meyvenin bir vakti vardı. Sıcaklık bastırdığı zaman, çeşit çeşit meyve Mevlaxane dediğimiz hal pazarına ya da köylülerin tanıdığı dükkanların önüne indirilir, kocaman tahta sandıklarda satışa sunulurdu.
Tahmin edeceğiniz gibi, o yıllarda yetiştirilen sebze meyvelerin tamamıyla organik olduğunu belirtmeme gerek yok sanırım.
Zira bahsettiğim tarihlerde bizim buralarda tarım henüz ilaçla, gübre ve hormonla tanışmamıştı.
Mezopotamya tarım kültürünün temelini oluşturan ve daha çok bir ya da iki ailenin ihtiyacını karşılayacak büyüklükteki tarlalarda, sebze ve meyve ekimi yapılırdı.
Elde edilen ürünün bir kısmı kış için kurutulur, fazlası da satış için şehre, çevreye, akrabalara, dostlara gönderilirdi.
Satışı komisyonculara bırakmak istemeyen birçok aile, yetiştirdiği sebze ve meyveyi değiş tokuş yöntemiyle kente yakın akrabalarının evlerinde satışa sunardı.
Çevreyi haberdar etmek için toprak damlara çıkan orta yaşlı kadınlar -zaman zaman da çocuklar- yüksek sesle çığırarak meyve ve sebzelerin trampa yöntemiyle satışa çıkarıldığını haber verirlerdi.
Aynı şeyi çerçiler, köylerde dolaşarak yapar, sebze ve meyvenin az yetiştiği ova köylerinde buğday, arpa, mercimek karşılığında satış yaparken; dağ köylerinde ise daha çok kap kacak, şeker çay karşılığında kurutulmuş meyve, sebze ve yumurta alınırdı.
Bu yöntemin yıllarca sürdüğünü belirtmek gerek. Kent büyüdükçe xas dediğimiz marul bahçeleri yavaş yavaş arsaya dönüştü ve imar edilerek, betonlaştı.
Aynı hikaye Diyarbakır Hevsel Bahçelerinde, Urfa Bahçalarında görülür.
Eski Diyarbakır'ı çevreleyen Surların, doğusuna düşen ve Dicle kıyısında asırlardır var olan Hevsel Bahçeleri, Diyarbekir kentinin sebze ve meyve ihtiyacını karşılıyordu.
700 hektarlık verimli arazi hem kent içinde bir orman, hem de kent bostanlarına iyi bir örnekti.
Bugün hala varlığını sürdüren kent bostanları arasında yer alan Hevsel Bahçeleri, 2015 yılında UNESCO tarafından "Dünya Kültürel Miras Listesi"ne alındı.
Bütün dış etkilere ve yok edici politikalara rağmen, halen en canlı şekilde varlığını koruyan, değişik sebze, meyvenin yetiştirildiği, farklı türde çok sayıda hayvanın yaşam sürdürdüğü alan, bugün bile kentin sebze ve meyve ihtiyacının bir kısmını karşılıyor.
Halk arasında karahöbür olarak bilinen; Zazaca remtu yani karadut, asırlardır Hevsel Bahçelerinin simgesi olmuş durumda.
Birçok kentte karadut yedim ama hiçbir karadut, Hevsel karahömürlerinin yerini tutmadı. Kendine has tadı ve aromasıyla Hevsel karahömürlerinin damağımda unutulmaz bir tat bıraktığını söylemek durumundayım.
Bu nedenle ne zaman Diyarbakır'a gitsem gözlerim o karahömürleri, taze ceviz ve yeşil erikleri arar.
Asırlarca ipek böceğinin beslenmesi için dikilen dut ağaçlarının hala varlığını sürdürüyor olması sevindirici olsa da sayılarının giderek azaldığını söylemek gerekiyor.
Dicle ile beş kilometrelik Surlar arasında kalan, verimli alüvyonlu topraktan oluşan alanın, son yıllarda yanlış imar uygulamaları yüzünden yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu da burada vurgulamadan geçemeyeceğim.
Hem kum ocakları, hem de betonlaşma, Hewsel Bahçelerinin varlığını tehlikeye attı, atıyor.
Ayrıca, buralarda yürütülen gelenekselleşmiş tarım nesilden nesile geçmesinden dolayı, herhangi bir neslin bir nedenle tarımsal faaliyet zincirinden ayrılması yapılan tarım alanının kurumasına, giderek yok olmasına neden oluyor.
8 bin yıllık bir geçmişe sahip alanın korunması, aslında hem tarımsal faaliyetlerin sürdürülebilirliği açısından hem organik ziraat açısından önemlidir diye düşünüyorum.
Yine Urfa merkezinin doğu ve güneydoğusuna düşen bu günkü Gap Vadisi ve Kısas Yolu olarak bilinen alanlarda, asılarca sebze ekimi yapıldı.
Özellikle isot, patlıcan, domates ve yeşillik buralarda ekilerek kentin ihtiyacı karşılandı. Buralardaki bahçeleri, yaşı 50 olanlar çok net bir şekilde hatırlar.
Urfa merkezden geçen bir dere var. Karakoyun Deresi derler. Ama asıl adının Desan (Daisan) Çayı olduğunu çoğu kişi bilmez.
Bir zamanlar temiz suyun aktığı Desan Çayı'nın önce adı değişiyor, sonra giderek kirleniyor.
Kentin ortasından geçen Karakoyun yani Desan Çayı sayesinde bahçeler sulanıyor, değişik bitki türleri yetişiyordu.
Bahçe pancarı, marul, maydanoz, nane ve Urfa için vazgeçilmez olan isot, patlıcan ve domates buralarda yetiştirilip, kentin ihtiyacı karşılanıyordu.
Ne zamanki kent büyüdü ve Desan Çayı lağım sularıyla akar oldu, işte o zaman hem de bahçelikler yavaş yavaş imara açıldı, Urfa genelinde beton bloklar yükseldi ve ekim alanları iyice daraldı.
Uzunca bir süre lağım sularıyla yapılan sebze ekimi önemini kaybetti, halkın buralardan gelen sebzeye iğretiyle bakmasına neden oldu.
Halen dar bir alanda yapılan ekim ise artık ekonomik olmaktan çıkmış durumda. Yani Urfa daha susuzken bahçalarında yeşillik eksik olmazken, bugün bostan kültürü yerini daha modern tarıma bırakmış, daha çok pamuk ve mısır almıştır. Sebze ve meyve yetiştiriciliği ikinci plana düşmüştür.
Sanırım aynı süreç Mardin, Batman, Siirt, Van ya da Antep'te de yaşandı, yaşanıyor.
Bostan kültürünü hangi şehir, ne kadar sürdürüyor, bilmiyorum. Bildiğim şu; geçmişte kentlerin, kendi ihtiyaçlarını karşılamak için kent bostanları kültürünü yaşattıklarını biliyorum.
Halen bu kültürü az da olsa sürdüren kentler varlığı da ortada.
Süreç, bostanları giderek yok ederken; her alanda olduğu gibi tarımda da olağanüstü değişiklikler, yenilikler yaşandı.
Eski yöntemler terk edilerek, daha çok ürün, yani kâr elde etmenin yolları arandı, aranıyor.
Hem tarımda tekelleşme süreçleri yaşanıyor, hem de organik tarımın yerine daha karmaşık GDO sistemleri alıyor.
Artık hormonun, ilacın, GDO ve hibrit tohumlarının girmediği alan yok gibidir. Dünya kocaman bir GDO sera tarlasına dönmüş durumda.
Bu alanda yetkin ve uzman olmadığım halde, çarşı pazarda gördüklerim durumu anlatmaya yetiyor.
Çarşı pazar sera ve GDO'lu ürünlerle dolu. Kışın ortasında tezgahlar hiç düşünemediğim kadar domatesle donatılıyor.Keza biber, patlıcan ve değişik sebze ve meyveler de oldukça çok.
Yarım asırdır artık her şeyin serası var. Kocaman karpuz, kavun ve aklıma gelmeyen her türlü gıda, yılın 12 ayı tezgahları süslüyor.
Parası olan için bir sorun yok. Her türlü gıdaya ulaşmak için mevsimini beklemeden mutfağına taşıyabiliyor, tadına bakıyor.
Mesele, sera malı sebze ve meyvelerin tatsız ve lezzetten uzak olması. Domates, domates tadı vermiyor; karpuz artık kabak tadında bile değil. Bütün ürünler şekli restorasyona uğruyor, albenisi oluyor ama tadından hızla uzaklaşılıyor.
Eski tadı koruyan tarım uygulamaları yok mu?
Var, elbette var. Az da olsa gerçek tada uygun tarım yapanlar var. Ama bu ürün hem çok pahalı, hem de ulaşa bilirliği çok zor. Her pazarda satışa sunulmuyor, sunulsa da herkes satın alamıyor.
Yani fakirlerin tükettiği organik gıda değil, tamamıyla ilaç ve hormonla çoğaltılan meyve sebze oluyor. Kendi parasıyla oldukça da fahiş fiyatlarla hastalık yapan ürünler satın alıyor.
Artık ilaçsız, hormonsuz, GDO'suz gıdaya ulaşmak için iyi bir gelire ve bütçeye ihtiyaç var.
Hibrit tohum, GDO'lu meyve ve hormonlu sebzeye rağmen dünya genelinde bir gıda krizinden bahsedilmeye başlaması gelinen noktayı açıkça ortaya koyuyor.
Savaş ve iç çatışmalar gıda krizini daha da derinleştiriyor, yoksullara ölüm, tarım şirketlerine yeni olanaklar yaratıyor. Tıpkı ilaç sektöründe olduğu gibi.
Ne diyelim, nasıl yorumlayalım bilemiyorum artık...
Temel gıdanın ateş pahasına dönüştüğü bir dönemde zihnim eskiye, eskinin şimdikiyle kıyaslamasında gel gitleri yaşıyor.
Çocukluğumda nasıl yaşıyorduk, şu an nasıl yaşıyoruz?
Tüketim ne seviyede, temel gıda maddeleri ne durumda?
Deli sorular... Zihnim allak bullak…
Neyse ben yine kent bostanlarına dönerek yazıyı noktalamak istiyorum.
Mezopotamya genelinde kendi sebze ve meyvesini yetiştirme kültürü vardı. Bu nedenle nehir kenarlarında, dere boylarında bahçelere rastlamak, buralarda şehirler için sebze ve meyve yetiştirmek yaygındı.
Diyarbakır'da Hevsel Bahçeleri, Urfa'da ve çevresinde Kısas, Siverek'te eski marul bahçeleri, Antep'te Sam Köy civarı bunun örnekleridir.
Yüzlerce yıllık bir kültür ve çabanın sonucu olarak bahçe yetiştiriciliği kentlerin sebze ihtiyacını karşılamış, başka bir yere muhtaç olmadan koca kent nüfusunu büyük oranda doyurabilmiştir.
Urfa'da üç beş nesil bahçecilikle uğraşan ailelerin bir kısmı çoktan bahçe işlerini bıraktı. Bazıları uğraşsalar da eski ilginin kalmadığı açık.
Ama anlatımları adeta tohum niteliğinde. Hani şu an eski tohum bulmak altın bulmuşa benziyor ya aynen öyle.
Uzun yıllar bahçecilik ile uğraşan fakat sonraları farklı bir mesleğe yönelen Urfalı eski bir çiftçi, şunları anlatıyor:
Babam, dedem, dedemin babası, onunda da babası ve çok daha öteden gelen mirasla bahçecilikle uğraşıyorlardı. Dedemlerden kalma arazilerde domates, patlıcan ve biber yetiştirirdik. Her yıl araziyi sürer, ekime hazır hale getirir, hayatımızı toprağa göre ayarlardık. Fideler toprakla buluştuğunda ilk maşalayı yani evleği konu komşuya dağıtır, sonrasını satışa sunardık. Yazın sonuna doğru ise kalan son maşala ise tohum için bekletilirdi. Domatesler, patlıcanlar, biberler kartlaşınca tohum ayırma işine dönerdik. Ne olursa olsun bu sistematiği değiştirmez, dedemlerden kalma geleneği sürdürürdük.
Annem tüm bu işlerin yanında bambaşka bir iş yapardı. Yılsonunda elde edilen tohumları kaldırır, saklar, korur, komşulardan biri istediğinde sakladığı sandığından çıkararak gözü gibi baktığı tohumları tane ile dağıtırdı. Bu yıllarca sürdü. Hatta bahçacılığı bıraktığımız yıllardan çok sonra bile sandığında tohumları sakladı, isteyenlere verdi. Bu gün artık o tohumlar yok, varsa da gözden uzak diyarlarda. Varsa yoksa hazır tohum, tohum paketlendiği gün o eski gelenek gözden düştü artık. Oysa tohum yaşamın devamı anlamına geliyordu. Bizdeki patlıcanların tohumu üç beş asır hiç değişmedi. Yıllarca aynı tohumları ektik ve müthiş ürünler aldık. Oysa şimdi elde edilen tohum yeşeriyor ama meyveye dönüşmüyor.
Geçmişin doğal toplumu kendine has bir yaşam modeli yaratarak insanlarını doyurmayı bildi. Bir maşala kadar yerden yıl boyunca bir aileye yetecek kadar sebze üretimi gerçekleştirdiği anlaşılıyor.
Azla yetinerek, tüketme kültüründen çok paylaşmayı esas alan ve ideolojik aygıtlardan uzak yaşamı sürdürmüş.
Ne zaman işin içine kâr hırsı ve doymak bilmeyen çarklar girdi, işte o zaman kent bostanları giderek imar edilme sürecine girerek hayatımızdan çekildi, çekiliyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish