Türkiye-İsrail ilişkileri; tarihsel olarak kimi zaman stratejik seviyede kimi zaman ise çok alt düzeyde olmak üzere, sürekli inişli çıkışlı bir seyir izleyen karaktere sahip olduğu görülmektedir.
İsrail'den cumhurbaşkanı düzeyinde son ziyaret 2007'de Şimon Peres döneminde gerçekleşmiş, son dört yıldır da diplomatik ilişkiler maslahatgüzar seviyesinde sürdürülmektedir.
2009 Davos Zirvesi'nde "One Minute" ile başlayan ilişkilerdeki kırılma, Mavi Marmara baskını ile devam etmiş, Trump döneminde Kudüs'ün başkent ilan edilmesiyle birlikte stratejik ilişki, tarihinin en alt düzeyinde bir seyirle yoluna devam etmiştir.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog'un 9-10 Mart 2022 tarihinde Türkiye'ye yapacağı resmi ziyaret, Türkiye-İsrail ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı olacağı şeklindeki analizlerin yapıldığı böylesi bir ortamda, konuyu alanında uzman gazeteci, akademisyen ve büyükelçilerle konuşarak İsrail-Türkiye ilişkilerinin geleceğine dair bir projeksiyon tutmak istedik.
Bunun için aşağıda yer alan sorularla, Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşmeye mi zorunluluğa mı karşılıklı çıkara mı yoksa mevcut durumun devamının sürmesine mi evrileceğini anlamaya çalışacağız.
Bunun için de, Ortadoğu Araştırmacısı ve İstanbul Gedik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden Dr. Selim Sezer, Galatasaray Üniversitesi'nde Türk Yahudi Lobiciliği üzerine akademik çalışma yapmış olan gazeteci-yazar Denis Ojalvo, İslami Analiz haber sitesi yazarlarından Serdar Duman ve eski Tel Aviv Büyükelçisi Namık Tan'ın görüşlerine başvurduk.
Soru 1: İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog'un ziyareti, Türkiye-İsrail İlişkilerinde yeni bir sayfaya mı kapı aralamaktadır sizce? Bu ziyarete tarihsel bir anlam atfetmek mi gerekiyor yoksa sıradan bir ziyaret olarak mı okumak gerekiyor?
Soru 2: Türkiye-İsrail ilişkilerinin dinamiğini siz, karşılıklı çıkara mı zorunlu ilişkiye mi yoksa stratejik düzleme ya da tercihe dayalı bir ilişkiye mi dayanması gerektiğini düşünüyorsunuz? Türkiye-İsrail ilişkileri nasıl bir düzlemde seyr-ü seferini sürdürmelidir sizce?
Dr. Selim Sezer: İşgali sürdüren, uluslararası hukuku çiğneyen ve savaş suçu işleyen İsrail'e karşı, tecrit politikası izlemenin önünde bir engel yok
1- Kanaatimce Isaac Herzog'un ziyareti ve bu ziyaretin doğuracağı muhtemel sonuç için yapılacak en doğru tanım, hâlihazırda sürmekte olan bir normalleşme sürecinde yeni bir merhaleye geçiştir. Zira 2010 yılındaki Mavi Marmara saldırısı sonrasında bozulan siyasi ve diplomatik ilişkilerin onarılması yönündeki girişimler uzun süredir devam etmekteydi.
Bu doğrultudaki ilk girişim, 2014 yılında Roma'da gerçekleşen ve Türkiye tarafını Feridun Sinirlioğlu'nun temsil ettiği görüşmelerdi. 2017 yılında merkezinde doğalgaz projeleri bulunan daha kapsamlı adımların atıldığına tanık olduk.
Ne var ki aynı yılın son ayında dönemin ABD Başkanı Donald Trump'ın Kudüs'ü İsrail'in başkent olarak tanımasıyla, bu adımlar sekteye uğradı. Son dönemlerde ise her iki taraf da ilişkilerin onarılması lehine söylemler geliştirmeye başladı ve muhtelif düzeylerde görüşmeler de gerçekleşti.
Herzog'un ziyaretiyle birlikte 15 yıl aradan sonra bir İsrail cumhurbaşkanının Türkiye'ye gelmesi elbette sıra dışı bir gelişmedir. Ancak bu ziyaretin hemen sonrasında da ilişkilerdeki tüm pürüzlerin bir anda ortadan kalkmasını beklemiyorum.
Bir başka deyişle bu ziyaret, normalleşme sürecinin ne ilk adımı da ne de nihai adımıdır; söylediğim üzere devam etmekte olan bir süreçte yeni bir merhaleye geçiş adımıdır. Kişisel öngörüm en somut gelişme olarak çok yakında diplomatik temsil derecesinin karşılıklı olarak yükseltileceğidir.
"İsrail Cumhurbaşkanı'nın ziyareti, normalleşme sürecinin ne ilk adımı ne de nihai adımıdır"
2- Normatif bir değerlendirme yapmaksızın öncelikle var olanı tahlil etmek gerekirse, ilişkilerdeki mevcut dinamik karşılıklı çıkara dayanmaktadır. Türkiye tarafının beklentileri esas olarak Doğu Akdeniz'deki münhasır ekonomik bölgeler sorununun arzu edilen yönde çözümlenmesi ve ortak doğalgaz projelerinin geliştirilmesidir.
Daha açık bir ifadeyle, Ankara'nın bir süre boyunca izlediği, yalnızca Libya'daki Serrac hükümetiyle işbirliği temelinde Akdeniz'de kendisine geniş bir hareket alanı açma politikası başarısız olduğundan, İsrail de dâhil olmak üzere bölgedeki diğer aktörlerle pozitif ilişkiler kurma yoluna gidilmektedir. Ayrıca İsrail'in Avrupa'ya doğalgaz satma projelerine Türkiye'nin ortak olmak istediği anlaşılmaktadır.
İlişkilerin geliştirilmesinin İsrail'e sağlayacağı faydalar ise ticari yatırım alanlarının genişletilmesi, Hamas ve diğer Filistinli grupların Türkiye'deki hareket alanının sınırlanması, Türkiye'nin İran karşısındaki pozisyonunun değiştirilmesinin denenmesi ve İsrail'in "barışçıl ve yapıcı" bir dış politika izlediği algısının oluşturulması şeklinde sıralanabilir.
Türkiye'nin İsrail'le ilişkileri ne şekilde sürdürmesinin gerektiği ise, siyasi otoritenin tercih ve önceliğinin ne olduğuna bağlıdır. Bu noktada üç tercih ve buradan doğan üç sonuç tanımlanabilir.
Dar ulusal çıkarlar ve özellikle ekonomik çıkarlar doğrultusunda hareket edilecekse, İsrail'le normalleşmenin bazı önemli "getirilerinin" olduğuna şüphe yoktur.
Eğer Türkiye'nin bir tür bölgesel liderlik pozisyonuna gelmesi hedefleniyorsa, ilişkilerin dengeli, ölçülü ve sınırlı olması, başta İran olmak üzere bölgedeki diğer aktörlerle ters düşecek ve de aynı zamanda "Arap sokağını" yabancılaştıracak adımlardan kaçınılması gerekir.
Son olarak, Türkiye'nin Filistin davasının destekçisi bir pozisyonda olması arzulanıyorsa, her türlü normalleşmeden uzak durulması, tersine, son yıllarda giderek yükselen İsrail'i boykot ve yalnızlaştırma çağrılarına uyulması gerekir.
Ukrayna krizinin gösterdiği üzere, eylemlerini durdurması istenen bir devlete karşı boykot ve yaptırım uygulamak, yatırımları geri çekmek hem mümkün hem de meşrudur.
Yarım asırdan fazla zamandır işgali sürdüren, uluslararası hukuku sayısız kez çiğnemiş, pek çok savaş suçu işlemiş ve Filistinlilerin tarihsel haklarını tanımayan bir oluşuma karşı, sonuç alıcı bir tecrit politikası izlemenin önünde bir engel yoktur. Söylediğim gibi bu, siyasi otoritenin tercihine bağlıdır.
Denis Ojalvo: Jeopolitik gerçekler, Türkiye-İsrail stratejik ilişkilerini gerekli kılsa da, ideolojik tercihler daha ağır basmakta
İlk sorunuza değinmeden önce, Türkiye-İsrail İlişkilerinin tarihsel arka planına dair kısa bir tur yapmak faydalı olacaktır. Türkiye-İsrail ilişkileri en başından itibaren Türk-Amerikan ilişkilerinin bir türevi mahiyetinde tezahür etmiştir.
1950'lerin ortalarında alevlenen Kıbrıs olayları, Birleşmiş Milletler'de Arap ve Müslüman kamuoyunu davamıza kazanabilmek için İsrail ile olan açık/gizli ilişkilerimizin profilini düşük tutmamıza neden oldu.
1967 Arap-İsrail savaşı Türkiye kamuoyundaki "Korkak Yahudi" ve "Mazlum İsrail" imajının değişmesine sebep oldu.
İlişkilerin sorunlu bir mecraya girmesinin başlangıcını ise 1969'da Avustralyalı Hristiyan bir meczubun Kudüs'teki El Aksa Camii'ni yakma teşebbüsünün Yahudilere mal edilerek İslam Konferansı Örgütü'nün kurulmasına; Arap ve Yahudi ulusları arasındaki bir toprak davasının (Filistin Sorunu) millî düzlemden dinî düzleme kaydırılmasına tarihlemek mümkündür.
Türkiye kamuoyundaki İsrail aleyhtarı cereyanların Sol'daki kısmını ise Lübnan'ın Bekaa Vadisi'ndeki Filistin kurtuluş örgütlerinde militanlık eğitimi alan Anti-Amerikan gençlerimizin üniversite gençliği üzerindeki etkisine bağlamak mümkündür.
Oysa, İsrail'i ABD'den sonra hemen tanıyan ülkelerden biri Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) olmuştur. Bu ülkenin çiçeği burnunda İsrail'i tanımasının ve kurtuluş savaşında ona Çekoslovakya üzerinden silah yardımı yaptırmasının sebebini İsrail'in sosyalist temeline ve fiilen ulusal işçi sendikası Histadrut'un devleti olmasına bağlamak yanlış olmaz.
İleriki senelerde bu mukaddesatçı sağ ve Anti-Amerikancı sol eğilimler Türkiye'deki İsrail ve Yahudi aleyhtarı cereyanlara zemin sağlamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti 1986'dan itibaren Turgut Özal/Mesut Yılmaz yönetimindeki ANAP ve Süleyman Demirel /Tansu Çiller yönetimindeki DYP hükümetlerinde, bekamız için gerekli olan silah ve teçhizatı sorunsuzca temin edebilmek amacıyla ABD ile olan ilişkilerimize Kongre düzleminde ipotek koyan Rum/Yunan ve Ermeni etnik lobileriyle başa çıkabilmek için Amerikan Yahudi toplumu ve lobileriyle iş birliğine girdi. Bunların talebi Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi idi.
Bu da ilk başta dile getirdiğimiz, Türkiye-İsrail ilişkilerinin Türkiye-ABD ilişkilerinin bir türevi olduğu tezini güçlendirmekte.
"Doğu Akdeniz'deki enerji kaynakları, bölge barışına ve güçlü bölgesel işbirliğine olanaklar sunuyor"
Türkiye-İsrail ilişkilerinin tarihsel kısa turuna dair bu girizgâhtan sonra, şimdi ilk sorunuzu şöyle cevaplamaya çalışayım:
1990'larda Türkiye-İsrail ilişkilerini "stratejik ittifak" düzeyine taşıyan gelişmeler "tarihî" idiler. 20 Yıllık AKP döneminin ilk on yılı Davos "One Minute" ve Mavi Marmara olaylarıyla bu ilişkiden kurtulma gayretlerinin neticelendiği döneme işaret ediyor.
Takip eden on yıl ise Türkiye'nin Sünnî Dünyası'nın lideri olma gayretleri çerçevesinde İsrail ile olan siyasî ilişkilerinin dibe vurduğu dönem olarak tarihe geçti. Jeopolitik gerçekler her ne kadar Türkiye-İsrail stratejik ilişkilerini gerekli kılmaktaysa da ideolojik tercihler ağır bastığından bu ilişkiler 1990'lardaki canlılıklarına bir türlü dönemedi.
Günümüzde, Türkiye dış politikası bütün diğer alternatifleri denedikten sonra, İsrail ile iyi ilişkilerin menfaatine daha uygun olduğu kanaatine varmış görünüyor. Ancak bu değişiklik iktidardaki kadroların dünya görüşlerinin değiştiği anlamına gelmediği için, ideolojik değil pragmatik mahiyette ve şartlar değiştiğinde, iktidar değişmediği takdirde, aslına avdet etme istidadında.
2- Bu sorunuzun cevabı aslında kendi bünyesinde mevcut. Bunlar tabii ki hem konjonktürün dayattığı zorunluluklardan (ABD ve bölge Sünni devletlerle iyi ilişkilerde bulunmanın gerekliliği, İran etkisinin kontrol edilmesi ihtiyacı ve bunlara ilaveten Ukrayna'nın istila edilmesi yüzünden, Rusya'nın jeopolitik bir tehdit olduğunun bilincine varılması) hem karşılıklı çıkarların uyumundan hem de stratejik gerekliliğin icabı olarak tezahür etmekte.
Türkiye-İsrail ilişkilerinin kazan-kazan düzleminde gelişebilmeleri için üçüncü tarafların (Filistin konusu) ipoteğinden kurtarılmaları gerekiyor.
Doğu Akdeniz'deki enerji kaynakları, bölge barışı perspektifinde çok verimli ve güçlü bölgesel işbirliği olanakları sunuyor. Bu yeni imkânları kuruşlandırmanın ise siyasilere düşen bir görev olduğunu belirtmek isterim.
Serdar Duman: Uluslararası ilişkilerde çıkar değil, adalet esas olmalıdır
1- Herzog'un Türkiye ziyareti, medyamızda, Türkiye üzerinde Amerika ve Avrupa Birliği'nin ekonomik ve siyasi baskılarının yumuşaması için bir fırsat ve Doğu Akdeniz'de yeni bir açılım olarak değerlendiriliyor.
Ben bu görüşün büyük ölçüde hamaset içerdiğini, özellikle de bir terör devleti olan İsrail ile yakınlaşmanın Filistin halkı başta olmak üzere tüm Müslümanlara, tüm dünya mazlumlarına ihanet olduğunu düşünüyorum.
2- İki yüz yıllık dünya hâkimiyeti döneminde Batı'nın kendi kavram ve kurumlarını diğer halklara mutlak doğrular olarak dayattığı hepimizin malumudur.
"Uluslararası ilişkilerde çıkar esastır" söylemi de bu kapsamda batı aklının bir çıkarımıdır. Biz Müslümanların tabi olduğu İslam aklı açısından ise, "Uluslararası ilişkilerde adalet esastır" görüşü bizim vazgeçilmezimizdir.
İsrail'in bir terör devleti olduğu hem bu ülkenin Müslüman halkı tarafından hem de en yetkili siyasi ağızlar tarafından defalarca ifade edilmiştir.
Siyonistlerin 1917'den itibaren Filistin'de gerçekleştirdikleri katliamlar ve işgaller ile ilgili binlerce vesika gözler önündedir.
"İsrail'in gasp ettiği Filistin doğalgazını, Türkiye üzerinden Avrupa'ya ulaştırma aşkı mı bizi İsrail'e yaklaştırıyor?"
Bütün cinayetlerini ve toprak gasplarını dünya kamuoyunun gözüne sokarcasına gerçekleştiren, Birleşmiş Milletler'de aleyhine alınan onlarca karara uymayan bir zulüm makinasından söz ediyoruz.
İsrail'in Gazze'de savaş uçakları ile defalarca kez gerçekleştirdiği ve her seferinde binlerce Filistinlinin öldüğü ya da yaralandığı vahşet anları hepimizin zihninde ve gönlünde canlılığını koruyor. Mavi Marmara şehitlerimizi her yıl rahmetle ve minnetle anıyoruz.
Filistin'den her gün gelen şehit haberleri ile kahroluyoruz. Filistinli kadınlara ve çocuklara kadar uzanan katil Siyonistlerin helak olacağı günlerin hasreti ile yanıyoruz.
Bütün bu gerçeklere rağmen, hangi çıkar duygusu bizi İsrail'e yaklaştırıyor acaba?
İsrail'in gaspettiği Filistin doğalgazını, Türkiye üzerinden Avrupa'ya ulaştırma aşkı mı, yoksa normalleşme ile Amerika ve Avrupa ilişkilerinin yumuşama ihtimali mi bizi İsrail'e yaklaştırıyor?
Ya da İsrail ile normalleşme ile batılı para spekülatörlerinin ülkemize sıcak para akışına yeniden yol vermeleri mi hesaplanıyor?
Bütün bu çıkar muhasebesinin temelinde önümüzdeki yıl yapılacak seçimler mi var?
Aksi takdirde adalet gibi bir temel değer bu kadar ayaklar altına alınmazdı herhalde!
Aksi takdirde bu denli vebale girerek ahiret hayatı riske edilmezdi herhalde!
Aksi takdirde tüm Müslüman halklara ve tarihimize ihanet olarak vasıflandırılacak bu ziyaret olumlanmazdı herhalde!
Namık Tan: Her iki tarafın da temkinli ilerleyeceğini düşünüyorum
1- Türkiye, içinde bulunduğu siyasi yalnızlıktan kurtulmak için geçen yılın başından bu yana yoğun çaba gösteriyordu. Siyasi yalnızlığa, bir de devasa ekonomik sorunlar eklenince, bu sürecin pragmatik adımlarla desteklenerek hızlandırılması ihtiyacı ortaya çıktı. Artık, bütünüyle iç politikaya dayanan dış siyaset uygulamalarıyla sonuç alınamayacağı anlaşıldı.
Hükümet, aramızın iyi olmadığı ülkelerle ilişkilerimizde beyaz sayfalar açılması için ilk adımın Türkiye tarafından atılması icap ettiğinin de bilinci içindeydi. Yani, muhatabımız olan ülkelerin deyim yerindeyse tuzunun kuru olduğu biliniyordu.
İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesi süreci de işte bu şartların dikte ettiği şartlar altında başladı. Bence, İsrail Devlet Başkanı İsaac Herzog'un Türkiye'ye daveti ve bu davetin kabul edilmesi ilişkilerde normalleşmenin sağlanması istikametindeki ilk adımı oluşturuyor.
İsrail devlet sisteminde Herzog'un sembolik bir rolü vardır. Siyasi bir ağırlığı yoktur. Ancak, koalisyonu oluşturan iki büyük partinin liderleri, Başbakan Bennett ve Dışişleri Bakanı Lapid bu ziyaretin yapılmasını desteklemiştir. Dolayısıyla, İsrail Hükümeti Herzog'un ziyaretini onaylamıştır. Bu önemli bir husustur. Zira, İsrail'in de ilişkileri tekrar rayına oturtmaya arzulu olduğunu gösterir.
"Önemli olan, Herzog'un ziyaretiyle başlayacak normalleşmenin nasıl yönetileceğidir"
Ancak her şeyden önemlisi Herzog'un ziyaretiyle başlayacak normalleşme sürecinin taraflarca nasıl yönetileceğidir. Karşılıklı beklentiler mevcuttur. Bunlar ne ölçüde karşılanabilecektir, bilmiyoruz…
Örneğin, Hamas unsurlarının Türkiye'den çıkarılması konusunda İsrail'in ısrarlı talepleri olduğu biliniyor. Türkiye'nin de Filistin meselesinin çözüm sürecine yeniden ve etkin şekilde dahil olma talebi var.
Kısacası, Herzog'un Türkiye'ye yapacağı ziyaret siyasi ilişkilerde yeni bir sayfa açılması bakımından olumlu ve önemlidir. Ancak, tek başına yeterli değildir. Zaman içinde yok olan karşılıklı güveni tekrar yaratmak kolay olmayacaktır.
2- Her iki tarafın da temkinli ilerleyeceğini düşünüyorum. Zira, güven unsurunu tesis etmek zaman alacaktır. Ayrıca, bir yol kazası daha olursa, her şeyi yerli yerine koymak şimdiye nazaran çok daha maliyetli olur.
Diğer taraftan, ticari ve ekonomik ilişkiler ve insani temaslar sorunsuz devam ediyor. Ticaret hacmi giderek artıyor.
Dolayısıyla, taraflar ilişkilerin siyasi ayağını tamir etmek hususunda acele kararlar almak yerine, ihtiyatla ilerlemeyi tercih edeceklerini düşünüyorum.
Şimdi, karşılıklı Büyükelçi atamaları yapılması söz konusu olacaktır. Bu çerçevede, ılımlı ve tercihan profesyonel isimlerin göreve getirilmesi süreci hızlandırabilir.
Türkiye'de faaliyet gösterdikleri öne sürülen Hamas unsurları ile ilgili İsrail beklentilerinin karşılanması da sürece ivme kazandırır. Ayrıca, İsrail gazının Türkiye üzerinden Avrupa'ya ulaştırılması projesinde ilerleme sağlanmasının çok olumlu etkisi olur.
Bir de her iki ülkenin de dış politikalarını iç siyasetin boyunduruğundan kurtarmaları ve duygusal söylemlerden kaçınmaları gerekir. Bunun, sürecin olumlu şekilde ilerlemesi ve yol kazası olmaması bakımından hayati önem taşıdığını düşünüyorum.
© The Independentturkish