Savaş hayatımızdan hiç çıkmadı aslında. Ya içindeydik, ya da kıyısında. Bazen uzak bir ağıt gibi geldi bize, bazen yakın bir çığlık. Kimi zaman çok ama çok uzakta patladı bombalar, kimi zaman sesi evimize kadar geldi.
Etkisini bizzat yaşadığımız savaşlar, çatışmalar, karışıklıklar oldu. Sınırlar hareketlendi, tanklar sürüldü, uçaklar devreye girdi, cepheler açıldı, ölüm haberleri sokaklarda yankılandı. Milyonlar etkilendi, yoksulluğu tetikledi.
Savaş sürdü insanlığı tüketerek, sürence de önemine göre farklı başkentlerde toplantılar yapıldı, konuşuldu, konuşuldu, konuşuldu.
Sonra savaş yine sürdü. Kimisi cephede bitti, kimisi öylece dondurucuya alındı, kimisi masa başında devam etti, yeni savaşlar patlak verdi, binlerce kişi hayatını kaybetti, savaşın kurbanı oldu.
Mahabad'dan Filistin'e, Kıbrıs'tan Afganistan'a, İran'dan Irak'a, Halepçe'den Ruanda'ya, Erbil'den Bosna'ya, Suriye'den, Kobani'den, Şengal'e, Yemen'e, Ermenistan'a, Azerbaycan'a, Kafkaslara, Myanmar'da savaşlar yaşandı.
Kentler yerle bir oldu, milyonlarla ifade edilen insan kitlesi yerinden yurdundan edildi. Göç yolları insan bedenleriyle döşendi, insanlık kan kaybetti.
Suriye'deki ateş sönmeden şimdi de Rusya-Ukrayna savaşı insanlık açısından eski olan hikayeyi yeniden canlı bir şekilde gündemimize soktu.
Oysa Ortadoğu'da, Kafkaslarda, Afrika'da irili ufaklı savaşlar zaten sürüyordu. İç çatışmalar, darbeler, isyanlar, ayaklanmalar sık sık yaşanıyordu.
Yani kısa süreli sükûnetler dışında savaş hep sürdü. Kimi zaman alevlendi, kimi zaman küllenmeye bırakıldı.
Sadece bizler savaşın direk etkisini yaşamadığımız zamanlarda olup bitenleri görmezlikten gelerek yaşantımıza devam ettik.
Savaşın yıkıcı etkisi bize uzak olduğu sürece savaşı görmedik, konuşmadık, olup bitenlere kulak kabartmadık.
Ne zaman ki televizyon ekranları savaşı vermeye başladı, bizler hop oturduk, hop kalktık. Hep var olan savaşların istenilen sahnesi bize gösterildiğinde savaşı konuşmaya başladık.
Şimdi olduğu gibi.
Rusya-Ukrayna savaşı evlerimizin içinde sürüyor. Öyle ya da böyle etkisini görmeye başladık. Daha da yıkıcı yönleri olacağına benziyor.
Savaş daha da genişler mi bilmiyorum ama bildiğim şudur ki insanlar savaşa karşı köklü bir duruş ve mantık oluşturmadıkça bu acılar devam edecek.
Dünyada savaş karşıtı düşünce güçlü olmuş olsaydı, hiç bir devlet, hiç toplum, hiçbir oluşum başka bir devletin, toplumun, kültürün toprağına, değerlerine, sanatına saldırma cesareti gösteremezdi.
Ama ne yazık ki toplumlar kendi dışındaki savaşlara duyarsız kalıyor, uzaktan hayır derken, yanı başındaki savaşa alkış tutarak aslında genel olarak savaşlara destek oluyor.
Çünkü savaş güç; barış ahlak işidir. Güç şiddettir, ahlak ise sevgi ve kardeşliktir.
Savaş insanlıkla yaşıttır. Hikaye hem eski, hem uzun, hem de sarsıcı ve yıkıcı.
Savaşı herkes iyi biliyor, hatta yaşıyor, zarar görüyor ve sonuçlarına katlanıyor. Uzağında olsa da savaş rüzgarı insanları etkiliyor.
Doğa, toplum, insan bir bütün olarak bütün canlılar hikayenin tam merkezindeler ve korkunç acılar yaşıyorlar.
Binlerce yıllık tarihsel deneyime rağmen insanlık savaş konusunda en eski çağları aşan bir konumda değil.
Hala bir ilkellik olduğunu söylemek mümkün.
Hikaye bildiğiniz gibi, her şey eskisinin aynısı. Sadece zaman farklı. İnsanlar savaşsız bir yol yöntem konusunda ilk çağlardaki acımasızlıktan kendini sıyıramıyor.
Zaman, mekan, sistemler değişiyor ama insanın savaşa bakış açısı ve ele alış biçimi değişmiyor. Güç bulan, araç kullanan, silah yapabilen içindeki canavarı serbest bırakıyor, kötülüğü örgütlüyor.
Ne ahlak kalıyor, ne de merhamet. Ahlakı bir tarafa bırakıyor, kardeşliği unutuyor ve savaşı bir iktidar aracı haline getiriyor.
Yıkıyor, yakıyor, öldürüyor, ölüyor…
İlk çağlarda, hatta bilinmez zamanlarda, karanlık dönemlerde insanlar birbirini taşla, sopa ve sapanla öldürürken, 21'inci yüzyılda daha gelişmiş silahlarla öldürüyor. Hatta daha korkunç boyutlarda öldürme ve ölme yaşanıyor.
Peki, değişen ne?
Silahların öldürücü etkisi, üniformalar, taktikler…
Başka da değişen bir şey yok!
İnsan, insanın kurdu, katili hatta canavarı olmaya devam ediyor. Her yerde, her zamanda, her mekanda eski kendini tekrar ediyor.
En kutsal alanda, en güzel bölgede, en zengin yerde ve en sulak coğrafyalarda insan insanın kurdu olmaya devam ediyor.
Bayağı bir zaman önce okumuştum;
İnsan, insanın kurdudur.
Kim yazmıştı, kim dile getirmişti unutmuşum. Belki arama motoruna yazsam çıkardı sözün sahibi.
Yazmadım, hatta "Niye bu kadar yalın ve sarsıcı bir cümle kurmuş diye" bu acı gerçeği yazana kızdım.
Düşünebiliyor musunuz?
"İnsan, insanın kurdudur" demiş 1
Düşünüyorum ve söyleyecek söz bulamıyorum.
İnsan, insanın niye kurdu olur ki?
Susuyorsun sadece.
Çoğu insan gibi kafamı kuma gömüyor, gerçeklere gözümü kapatıyor, kulaklarımı tıkıyor, susuyorum.
Ve savaş devam ediyor.
Uzakta, yakında.
Ne fark eder ki,
Biliyorum ki savaşta insanlar ölüyor. En çok da çocuklar ve savunmasız insanlar ölüyor.
Her birisinin ayrı hikayesi olsa da, sonuçta ölerek aynılaşıyorlar.
Düşman denilen de ölüyor, düşman olmayan da savaşın bir sonucu olarak hayatını kaybediyor.
Farkları yok. Yalan örtüsünün altında aynılaşıp, ölüyorlar. İnce bir yağmur yağıyor ölülerin üzerine.
Ölüm olunca insan üzerindeki kimliğin, üniformanın ya da silahın bir önemi kalmıyor.
Her şey bitiyor o an.
Ama savaş bitmiyor.
Tıpkı şimdi olduğu gibi. Savaş sürecek. Bir yerde son bulsa bile, başka yerde patlak verecek.
Ta ki insanlık savaş karşıtlığını köklü bir düşünceye dönüştürüp, barışı güçlü bir ahlaki temele oturtana kadar da sürecek.
Tek çözüm savaş karşıtı güçlerin bir şemsiye altında toplanıp, küresel barış hareketinin inşasıdır. Başka da bir çözüm görünmüyor.
Barış tek başına devletlerin insafına bırakılmayacak kadar erdemli bir iştir. Her insanın barış için yapacakları vardır.
16'ıncı yüzyılın sonlarında yaşayan ünlü düşünür Baruch Spinoza'nın dediği gibi;
Barış, savaşın yokluğu anlamına gelmez; o bir erdem, bir ruh hali, bir iyilik, itimat ve adalet duygusudur.
1. Thomes Hobbes
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish