Çocukluğumda köye badem toplamaya sık giderdik. Tabi dolmuşla ilçeye, oradan da yürüyerek iki dağ aşıyp, sonra köye varıyorduk. Yaklaşık bir hafta boyunca, 50'den fazla ağaçtan badem silkeleyip topluyorduk.
Köyde su kuyudan çekiliyor. Ancak yaz mevsiminde su çok olmuyor. İçmek için kullanmak daha mantıklı.
Bu nedenle yıkanma imkanı da olmayınca, badem tozuyla sabaha kadar kaşınarak uyumaya çalışmak çocukluk travmam oldu.
Bademleri silkeleyip, topladıktan sonra şehre götürüyoduk. Tabi bu söylediklerimin yaşandığı dönem, 90'lı yıllar.
Şehre giderken en az üç kontrol noktasından geçiyorduk. Bu kontrol noktalarının birinde tüm badem torbalarını açtırdılar. Tek tek baktılar; ne aradıklarını bilemiyordum.
Sadece öfkeliydim, onca emek sonrası tekrar bademleri toplamak eziyete dönmüştü.
Yıllar geçmişti, hukukçu olmaya karar verdim. İlk yılımda kazanamayınca, stresten diyabet ve akabinde birkaç hastalık çıktı.
İkinci yılımda hukuk fakültesini kazanmıştım. Tabi sağlığını kaybedince insanın heyecanı da bir tık azalıyor.
Gel zaman git zaman siyasi faaliyetlerimden ve hür fikirlerimden ötürü tutuklanıp mahpusa girdim.
Sağlık sorunlarımı raporlarımla belgelememe rağmen tutuklandım. İlk girdiğimde tuhaf bakışlarım vardı.
Çok aktif bir hayattan bir anda dört duvarın arasına girmek, tabii ki psikolojik açıdan da kolay bir şey değildi.
Kayıt işlemleri bittikten sonra tabii ki arama işlemi var. Arama yapılırken, bende Aşık Veysel'in "Üryan geldim, gene üryan giderim" türküsünü söylüyorum.
Gardiyan sert bakışlarını üzerimden almayınca sustum mecburen. İçeri girdiğimde ilk adımda hak ihlali başlamıştı.
Zaman pek de hızlı geçmese de dolu dolu geçirmeye çalışıyorduk. Bazen zaman yetmiyordu, desem yeridir.
Sabah erken saatlerde sayım. Kahvaltı faslı bittikten sonra, sabah haberlerini açıp avluda spor yapıyorduk.
Bu arada oda arkadaşım Selma'yı tanıtmadım size, dünyalar tatlısı bir kadın. Mükemmel Kürtçe konuşur. Çok da esprilidir. Siyaseti müthiş okur. Çok derin bir siyaset bilgisi vardır.
Bir gün çay içerken, Selma'ya dönüp şunu dedim: "Biz bugün hiç çay içmedik." Selma tuhaf tuhaf yüzüme baktı ve güldü.
Ben de gülmeye başladım. O sırada gardiyan, "Avukat geldi" dedi. Avukat görüş odasına girdiğimde, karşımdaki yüz tanıdık ama tam çıkaramadım.
Sonra bana baktı, tuhaf tuhaf dosya ile ilgili bir şeyler dedi. Sanki ben bazı soruları birkaç defa soruyordum.
Görüşme bitti, hücreme döndüm. Selma'ya şunu söyledim; "Avukat geldi ama kimdi tanıyamadım."
Selma tabi telaşlandı. Acaba bu avukat kimdi? Sonra avukat odasında notlarımı unuttuğum aklıma geldi. Sonra Selma avukata çıktı. Döndüğünde bana, "Gelen avukat, senin avukatındı, nasıl tanımadın" dedi.
Zamanla birçok şeyi birkaç defa sormaya başladım. Sonra aile görüşüne gelenleri tanıyamama durumlarım oldu.
Bazen hücre arkadaşımı da unutuyorum ama çaktırmamaya çalışıyorum. Sanırım tek unutamadığım, duman çıkaran ince kalem gibi olan şeydi.
Avukatlarımın ve ailemin talebi üzerine hastaneye götürüldüm. Doktor bana Alzheimer, aynı zamanda en yaygın görülen demans türü olan hastalığın teşhisini koydular.
Tahliye talebinde bulundular; ancak mahkeme kabul etmedi. Adli Tıp Kurumuna (ATK) sevkimi yaptılar ancak ATK "Cezaevinde kalmasında sakınca yoktur" raporu verdi.
Tekrar talep edildi diye söylendi ama unutuyorum işte, ne yapayım.
Hücremiz çok soğuk, akşamları kettleda (su ısıtıcı) kaynattığımız suyu pet şişeleri doldurup, yatağın içine koyup öyle yatağa giriyorduk.
Neyse yatağı ısıtmak için hazırlıkları tamamladık. Yemek vaktiydi gelen yemek muhteşem diyemeyeceğim; çünkü vitaminsiz ve yağlı bir yemekti.
Neyse yemek yerken hep bir şeyleri unuttuğumu düşünüyorum. Ama aklıma gelmiyor. Sonra haberlere biraz bakıp buz gibi yatağa girmek için ayaklandık.
Kafamı yastığa koyduğum da saat 23.00'ı biraz geçiyordu. Bir anda bir ses geldi. Biri demir parmaklıklara sert bir şey ile vuruyordu.
Selma da kalktı "Ne oluyor" diye seslendi. Gardiyan; "Demir parmaklıkları kontrol ediyoruz sağlam mı diye..." dedi.
Geceleri şekerim yükseldi mi çok fazla kabus görürüm. Ama nasıl yükseliyor açıkçası unuttum...
Uykuya daldığımda rüyamda bir yakınımın duruşmasını gördüm:
Duruşma salonundaydık. Sohbet ederken torunlarının fotolarını göstermeye çalıştım.
Birkaç fotoyu gösterdim akabinde rütbeli askerlerden biri 'göstermezsiniz' diye uyardı. Sonra biraz geçti yine gösterdim.
Sanki silah vermişim gibi rütbeli asker yine engel oldu. Uzatmadık, sohbetimize devam ettik.
Bir süre geçti, yakınım cezaevinin verdiği sulardan birini bana uzattı. Rütbeli asker yine engel oldu. Suyu içmeme müsaade etmedi.
Öfkelenmiştim, tartışmaya girmedim artık.
Ama o sırada rütbeli askere dönüp "Kamber Ateş nasılsın?" dedim.
Yakınım da üzülmüştü, sohbeti bitirip ayrılırken Cıwan Haco'nun, Girtîyên Azadîyê şarkısını mırıldanıyordum...
Tam o sırada uyandım. Ağzım kupkuru ve sıkışmıştım. Hemen kalkıp lavaboya gittim. Saate baktığım da henüz 00.37 idi. Bir bardak su içtim ve tekrar uyudum.
Gözlerimi kapattığımda buzdolabına cesedi konulmuş bir çocuk gördüm. Annesi haykırıyordu;
Kızım Cemile ve çocuklarımız kapının önündeydi. Açılan ateşle kızım vuruldu. Cemile'nin cansız bedenini getirip yıkadık, ellerine kına yaptık, sarıp buzdolabına koyduk. Ne zaman buzdolabının kapısını açsak; aynı acıyı tekrar yaşıyoruz.
Çok korkunçtu... Nefes nefese uyandım, yine sıkışmıştım. Yavaşça lavaboya doğru ilerledim. Döndüğümde saat 01.56'ydı.
Şekerimi ölçtüm, 330 korkunçtu. Sanırım rüyalar şekerimi yükseltiyordu. Yataktan çıkmak eziyetti; çünkü çok soğuktu. Döndüğümde ayrı eziyet çünkü yatak soğumuştu.
Neyse girdim yatağa kapadım gözlerimi. Bir katırın sırtında bir sürü kaçak çay sınırı geçiyoruz.
Tam 34 kişiyiz. Sınırı geçerken eve gidip torak, ekmek yemenin ve çay içmenin hayalini kuruyordum.
Biranda patlama sesleri geldi. Katırın üstünden biran da fırladım. Tam 34 kişiydik, hepimiz bir yere uçtuk. Roboski'ye bombalar yağmıştı...
Ağzım kupkuru yine uyandım.
O sırada Selma da uyandı. "Akşam insülinini yaptın mı" diye sordu? Hatırlayamadım...
Şekerim çok yüksekti. Selma bana birkaç ünite insülin yaptı. Artık lavaboya gitmekten sıkılmıştım. Saate baktım daha 03.12'ydi. Oflayarak tekrar yastığa kafamı koydum…
Cizre sokaklarındaydım. Herkes bir yere koşuyordu. Kendimi bir bodrumda buldum. Etrafımda yüzlerce insan var.
Patlama sesleri, bağrışmalar, alev alev her yer. İnsanlar yanıyor. Elimi suya uzatıyorum, elim gitmiyor.
Bağırmaya çalışıyorum sesim çıkmıyor. Kalkamaya çalışıyorum, sanki yanık bedenler üzerime düşüyor kalkamıyorum.
Gözlerimi açtım, hücredeyim. Saat 04.15 yine lavaboya gidiyorum...
Yarı baygın kendimi tekrar yatağa bıraktım. Allah'tan kafamı yatağa koyduğum gibi uyuyorum.
Gözlerimi kapattım, Ankara Garı'ndayım, sonra bir anda Suruç'ta bir parkta, oradan çıkıyorum, Diyarbakır İstasyon meydanındayım.
Her gittiğim yerde bir bomba patlıyor. Newroz alanındayım, üstü çıplak bir genç koşuyor. Sonra bir silah sesi genç yere yığılıyor.
Beşiktaş'ta gencecik çocukları görüyorum, patlayan bombalar ve her biri bir yere savrulmuş.
Günlerden Cumartesi, Galatasaray Lisesi'nin önündeyim. Anneleri görüyorum, ellerinde yakınlarının fotoğrafları var. Tek talepleri; faili meçhuller aydınlatılsın.
Tünele doğru yürüyorum, kadınlar katlediliyor. "Kadın cinayetlerine dur" diyenlere biber gazı sıkılıyor. Onları görüntüleyen basın emekçilerinin kameraları kırılıyor.
Biraz ötede tünelin önünde Kürtçe şarkı söylüyor. Sonra bir genç çıkıyor; "Burası benim alanım, şarkı söyleyemezsiniz. Türkçe şarkı söyle, çok söyle..."
Dört Ayaklı Minare'ye gidiyorum. Tahir Elçi'yi görüyorum. Kameralara; "Çatışma, operasyon istemiyoruz" diyor...
Gözlerimi açtım her yer karanlık, kafamı kaldırmaya çalışıyorum kalkmıyor. Sonra gücümü toparlıyorum ve kafamı kaldırıyorum, kafam bir tahtaya çarpıyor.
Sonra sağıma bakıyorum toprak soluma bakıyorum toprak...
Toprak da olsa üstümde, hafızamı da kaybetsem, rüyalarım hepimizin gerçekleri…
Hasta mahpuslar ölmeden tahliye edilsin...
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish