Yeni nesil Kürt tarihçilerinden Dr. Sedat Ulugana, ekonomik krizin derinleştiği, mahkumların hapishanelerde 'işçi' olarak gündemde olduğu bugünlerde, tarihin derinliklerinden ilginç işçi-mahkum çalışmalarıyla dikkat çekiyor.
Genç tarihçi Bitlis, Adilcevaz doğumlu. Selçuk Üniversitesi'nde lisans, Artuklu'da ise tezli-tezsiz master yaptı. Master tezinde Bitlis Mîri Abdal Han üzerinden Kürt Mîrliklerini inceledi.
2014 yılında Paris'e gitti. Hamit Bozarslan direktörlüğünde 2015'te EHES'te doktora tezine başladı. Ulugana'nın doktora tezi ise İttihat ve Terakki döneminde Kürdistan'ın Sosyo-politik dönüşümüne dairdi.
Ayrıca Ulugana'nın ondan fazla kitabı var. Ağrı İsyanı, Zilan Katliamı gibi katliamları çalışan başarılı tarihçi, aynı zamanda Abdurrahim Rahman Hakkâri'nin kayıp eseri olan 'Gaziya Welat'ı da kendisi bulup yayımlandı.
Son çalışması ise Hamidiye Alayları üzerine olan Ulugana, şu anda İhsan Nuri Paşa ve eşi Yaşar Hanım üzerine çalışıyor. Ulugana ile hem Kürdoloji'nin geldiği yeri hem de kişisel hikayesi üzerine konuştuk.
- Kürdolojinin aktüel durumundan başlarsak ne söylemek istersiniz?
Kürdoloji'nin bugünkü aktüel durumuna gelecek olursak, benim için Artuklu deneyimi gerçekten mühim bir deneyimdi. Artuklu Üniversitesi'ni açan dönemin hükümetinin niyeti halis olmuş olsaydı, Artuklu Üniversitesi Kürdoloji alanında Ortadoğu'nun merkezi haline gelme potansiyeline sahipti.
Ben 2012'de orada öğrenciydim, Kadri Yıldırım döneminde. Kürdoloji bölümünde inanılmaz bir kadro ve inanılmaz bir talep vardı. Sadece master bölümüne 5 bin insan başvurdu. Master bölümü için yapılan sınav, bölgenin en kalabalık sınavlarından olmuştu. Bunu hiç unutmam.
Maalesef Kürdoloji bugün sadece bilimsel olarak ele alınmıyor. Örneğin Türkoloji'den ve diğer disiplinlerden ziyade daha çok politik olarak bakılıyor. Çünkü Kürdoloji'nin çıkış noktası da politiktir. Kürdoloji'yi Ruslar başlattı.
Çarlık Rusya 1800'lerin ortalarında Erzurum merkezli başlatmıştı. Burada amaç Kürdoloji'yi geliştirmek, Kürtlerin kültürel alanda gelişmesi sağlamak değildir. Örneğin Alexander Jaba Erzurum konsolosu, amacı da Kürtleri tanımak.
Çünkü o dönem Rusya Mezopotamya'ya doğru inmeye çalışıyor. Ama orada Osmanlı Kürtleri var ve onları tanımaya çalışıyorlardı. Bunun içinde Mele Mehmûdê Bazîdî'yi görevlendiriyorlar.
Ve ona derler ki, "Ne kadar Kürtçe kaynak varsa getir inceleyelim." Bu şekilde Kürdoloji'yi başlatıyorlar. O günden bugüne kadar Kürdoloji hiçbir şekilde saf bilginin üretildiği bir alan olmadı.
Kürdoloji için yapılan tarih çalışmaları, edebiyat çalışmaları, sosyoloji çalışmaları veya coğrafik çalışmalar; bunların tümü siyasi bir amaca hizmet etti. Bu çalışmalar içinde her zaman politik bir niyet barındırdı. Hatta bu çalışmaları yapanlar aynı zamanda politik kişilerdi, politikacıydı.
1900'lerde Bedîrxanlara bakıldığında siyasi misyon ve talepleri vardı. Ancak Kürdoloji çalışmaları da vardı. Rojî Kurd Dergisi'ndeki kadronun çoğunda da böyle bir istek vardı.
1930'lara geldiğimizde Celadet Alî Bedîrxan'ın çıkardığı Hawar Dergisi'ndeki kadrolar aynı zamanda Hoybun üyesidir. Bu şekilde bugüne kadar geldi.
Tabii ki 1920'lerden sonra Kürdoloji artık Kürdistan'ın kendisinde yeşermedi. Yurt dışına çıktı. İşte Şam konağı, Beyrut konağı var. Daha sonraki yıllarda Paris, İsveç, Berlin olacak. Buralarda politik çalışmalarından dolayı sürgün edilmiş Kürt aktivistler Kürdoloji için çalışmalar yapacaklar. Elbette bunlar çok çok politik.
- Biraz açar mısınız?
2012'den sonra atılan adım, üniversiteler nezdinde Kürdoloji'nin üretilmesine dair o niyet eğer gerçekten halis olmuş olsaydı, Kürdoloji bugünkü seviyesinden çok daha farklı bir seviyeye ulaşmış olacaktı. Ama devlet Artuklu Üniversitesi'nde Kürdoloji açmayı politik bir argüman olarak kullandı.
Stratejik olarak yaklaşmadı, her zaman taktiksel olarak yaklaştı. Bu da Kürdoloji'yi özünden koparan bir hamle haline getirdi. Özetle; devletle işbirliği yapabilecek bir Kürdoloji'ye izin verildi.
Daha orijinal kökten gelen bir Kürdoloji'ye devlet izin vermedi. Bir örnek vereyim: Celadet Bedîrxan'ın edebi kişiliğinden bahsedebilirsiniz ama siyasi kişiliğinden bahsedemezsiniz.
Hawar Dergisi'nden bahsedebilirsiniz ama Hoybun'dan bahsedemezsiniz. Bu açıdan ben bu meseleyi tehlikeli görüyorum. Aynısını 1990'lardan şimdiye kadar ki süreçte Ermenistan'da gördük.
Ermenistan Kürdoloji'ye karşı Êzidîloji'yi yarattı. Ve şu anda Êzidîlerin kimliğindeki millet hanesine Êzidî yazılır Kürt yazılmaz. Ermenistan oradaki Ezidileri Kürt kabul etmiyor. Şunu anlıyoruz ki bütün devletlerin Kürdoloji'ye karşı farklı bir projesi var. Bu da Kürdoloji'nin özüne zarar veriyor.
- İşçi Kürtlere gelmek istiyorum. Günümüzde ekonomik kriz var, işçi hareketleri yer yer gündem. Aynı zamanda Kürtlerin de büyük çoğunluğu Türk yazın literatüründe "hamal Kürt" kavramı etrafında işleniyor. Örneğin Sait Faik, Orhan Kemal, Halide Edip gibi isimlerin kitaplarında "hamal Kürt," ve "kamusundaki 100 kelime sürekli alay edilir." Sizin çalışmalarınızda ise politik Kürtlerin sürülerek "hamallaştırıldığını" görüyoruz. Kürek mahkumu Kürtler, Zonguldak madeninde çalışan Kürtleri kastediyorum… Kürtler nasıl işçi hanesine çekiliyor?
Kapitalist dalga, Tanzimat ile birlikte ciddi manada Osmanlı coğrafyasında kendisini hissettirdi. Avrupa'daki endüstriyel devrimle birlikte Osmanlı pazarı artık İngiliz, Fransız mallarına karşı direnemiyordu. Koskoca Osmanlı tamamen bir pazar haline geldi.
Bu süreçte 1800'lerin başında Kürdistan'a baktığımızda Kürtlerin şehirli nüfusu çok azdır. Kürtler aşiretler şeklinde örgütlenmişlerdir. Hatta 1820'lere kadar Kürtlerin çoğu göçebedir. Kışın gelip köylere yerleşirlerdi.
Bu köyler genellikle Ermeni köyleri olurdu. Elbette kadim Kürt kentleri de var. Bitlis, Diyarbakır, Erzurum kadim Kürt kentleri arasındadır. Ama bu şehirlerde yaşayan halkın yüzde yüzü Kürt değil, çoğu yerde yüzde 25 ancak oluşturuyorlar.
Buralarda Türk, Ermeni, Araplar da var. Kürtler daha çok kırsallarda bulunuyorlar. Özellikle Botan bölgesinde Kürtler yoğunluktaydı. Muş ve Serhad bölgesinde Ermeniler de var ama yine de total olarak Kürt nüfus fazlaydı.
Kapitalist dalga, Osmanlının merkezileşme gücünün de artmasını zaruri hale getirdi. Osmanlı 1820'ler de başlayarak merkezileşme operasyonlarını yaptı. Buna Tanzimat ruhu denilir.
O dönem Mîrler tasfiye edilir. Yerlerine kendi vali ve kaymakamlarını tayin ederlerdi. Kürtler buna uyum sağlamadı ve kabul etmedi. Çünkü 400-500 yıldır mîrler var, Osmanlı erkine bağlı değiller.
Aslında Kürtler, Osmanlı rejiminde çok iyi tanınmıyor. Bundan sonra şunları görüyoruz: Osmanlı tarafından atanan yetkilileri (Kürtler kendi aralarında bunlara kırmızı fesli anlamına gelen "kim sor" diyorlar.) kabul etmeyince, Osmanlı tedip ve tenkile gitti, yani cezalandırmaya.
Bu operasyonlar aşiretlere dönük oldu. Aşiret reislerini ve etkili aileleri alıp Kürdistan'dan kopararak imparatorluğun başka bölgelerine gönderdiler. Mesela Sason bölgesine çok yoğunlaşıyorlar.
Orada Pencinariler bulunuyordu. Onların ağası İskân Ağa'yı alıp İstanbul'a gönderiyorlar. Yüzlerce belki de bine varan Kürt aşiret efradını batıya sürüyorlar.
Elbette Osmanlı onları sürüldükleri yerlerde de rahat bırakmıyorlar. Bunlara kürek cezası veriliyor. Bu olaylar takriben 1850'lere denk geliyor. 1850'lerde sürülen Kürtler İstanbul, İzmir, Antalya gibi yerlerde kürek cezasına çarptırılıyordu.
Ortalama on yıl süreyle gemilerde kürek mahkûmu olarak çalıştırılıyorlardı. O dönem Osmanlı'da vapurların yüzde 1'i buhar gücüyle diğerleri ise manuel olarak insan gücü ile çalışıyordu.
Bilinen aileler olarak Bişaré Çeto'nun dedesi İskân Ağa, Hacı Musa Bey'in babası Mirza Ağa vardı. Yani aklınıza gelebilecek Kürdistan'da Osmanlı ile çatışan bütün aşiret reislerini alıp götürüyorlardı.
Onları götürdükleri yerlerde amiyane tabirle bedava beslemezlerdi. Yıllarca kürek mahkûmu olarak gemilerde çalıştırılardı. Gemilerde yaşarlardı
1870'lerde ise Rus Harbi ihtimali belirdi. Kürdistan bölgesinde hali hazırda Kürtler Osmanlı'ya küsmüştü. Osmanlı o dönem bir af çıkartıyor. Buna da "aşiret barışı" deniliyor.
Aşiret barışı sonrası beyler ve ağalar tekrar Kürdistan'a gitme fırsatı buluyorlar. Ama bazıları yaşadıkları zor şartlar yüzünden ölmüştü.
Osmanlı 1878-1890'na kadar bir nebze de olsa aşiretleri rahat bırakır. Çünkü 1878'de 93 Harbi başlamıştı ve Osmanlı aşiret güçlerine ihtiyaç duymuştu. 1892 'de ikinci bir aşiret barışı olarak Hamidiye Alayları projesi uygulamaya konulur.
Bu sefer Osmanlı, Kürtlerin kendi yaşadıkları yerde onlardan faydalandı. Hamidiye Alayları devlet adına çalışırdı. Kısacası 1909'a kadar Osmanlı Kürtlerle pek uğraşmadı. Ancak Meşrutiyet ile birlikte İttihat ve Terakki başa gelince tekrar eski defterler ortaya çıkarıldı.
İttihat ve Terakki'nin küçük ortağı Ermeni partisiydi. Taşnaksütyun'u kastediyorum. Onların da istek ve talepleri vardı. Öncelikli talepleri ise Kürt ağalarının tekrar Kürdistan'dan sürülmesidir.
"Kürt hareketi" dediğimiz oluşum da 1909-1910 itibariyle başlıyor. Çünkü 1909'da ilk defa Osmanlı coğrafyasında bir Kürt cemiyeti kuruluyor. Kürd Teavün ve Teraki Cemiyeti.
Bu aynı zamanda modern Kürt milliyetçiliğin de başlangıcıdır. Kürtler artık modern milliyetçilik ekseninde örgütlenmeye başlarlar. 1914 yılına geldiğimizde ise ilk isyan olur.
İttihat ve Terakki döneminde meydana gelen bu isyan, ilk modern milliyetçi Kürt isyanıdır kanımca, diğer adıyla Bitlis İsyanı... Bu isyandan sonra da onlarca aşiret reisi tutuklandı.
Uzak yerlere Ankara, Yemen, Taif'e yollarlar. Fakat bu sürgün çok kısa sürdü. Hatta bazıları yoldayken affedildi. Çünkü I. Dünya Harbi başlamıştı ve Kürtlere tekrar ihtiyaç duyuldu.
1914-1918 arası I. Dünya Harbi hasıl olduktan sonra Kemalist hükümet kuruldu. Kemalist hükümet kurulunca Kürt isyanları tekrar başlar. Esas olarak, 1914 yılında başlayan Kürt isyanları devam edecekti.
Ama araya I. Dünya Savaşı girdiği için duraklama dönemine girilmişti. Eğer savaş olmasaydı isyanlar devam edecekti.
1919 yılına geldiğimizde Koçgiri hareketiyle karşılaşıyoruz. O dönem Kürtleri cezalandırırlar ama Kemalist hükümetin imkânları olmadığı için bütün Kürtleri, topluca tutuklayıp cezalandırmaya yeltenmezler. 1925 Şeyh Said İsyanı başladıktan sonra tutuklama furyası tekrar başlar.
Muş Malazgirt'teki Hesenanlılar, Muş Bulanık'taki Cibranlılar, bunların önemli ağa ve beylerini Zonguldak ve Sinop cezaevlerine gönderdiler. Sinop Cezaevi aynı zamanda bir kaledir.
Tutsak edilenler, kalenin ve hisarın tamirinde çalıştırıldılar. Bazıları da taş ocağında çalıştırıldı. Zonguldak'takiler de taş kömürü ocaklarında çalıştırıldılar. Bunlar tutsak oldukları halde işçi gibi kullanıldılar.
Bir örnek vermek gerekirse, Nadir Tanışman yakın zamanda vefat etti, yaklaşık yüz yaşındaydı. Nadir'in kayınbabasından amcalarına kadar hepsi o ocaklarda çalışmış ve çoğu akciğer kanserinden vefat etmişti.
1926-1931 arasında Ağrı isyanı patlak verdi. Bu isyandan sonra da Zilan katliamı yaşandı. Zilan katliamından sağ kurtulan erkekler, Adana ve Mersin cezaevine gönderildi. Adana'ya gönderilenler pamuk tarlalarında, Mersin'e gönderilenler ücretsiz bir şekilde cezaevinin dokuma atölyelerinde çalıştırıldı.
Bunlar aynı zamanda ücretsiz çalışma kamplarıydı. 5-6 yıl sonra Almanya'da başlayacak olan çalışma kampları Türkiye'de çoktan başlamıştı yani. Çalışma kamplarının ilk sakinleri de maalesef Kürtlerdi.
- Bu noktada Nazilerin ve Kemalistlerin ilişkisi nasıl?
Ermeni Soykırımı, Zilan katliamı (1930) Nazilerin gözünü açtıran katliamlardır. Bunlar profesyonel kitle imha hareketleridir. Hatta Raphael Lemkin bile "Yahudi Holocaust'unu, Ermeni Soykırımı'nı baz alarak teorize ettim" diyor. Kemalizm ve Nazizm birbirlerini her zaman beslemişlerdir.
Tekrar tutsaklara gelecek olursak Adana'da ücretsiz pamuk işçiliği yapanlardan bazıları 10-12 yıl hapiste kalıp çalıştılar. Bu yarı hapishane yarı çalışma kampına Erciş, Çaldıran, Patnos, Doğubayazıt dörtgeninden binlerce kişi gönderildi.
Gönderilenlerden sadece yüz kadarı hayatta kalabildi. İşkence, Ağır çalışma koşulları, tifodan, koleradan, bulaşıcı hastalıklardan ve sıhhi imkânların eksikliğinden dolayı sekiz yüzü aşkın kişi cezaevlerinde hayatını kaybetti.
Bunlardan dört tanesi de benim akrabalarım. Babamın öz dedesi, dedemin öz amcasının oğlu Kerem, Adana zindanında öldü. Şükrü on yıl sonra tahliye edildi ama sadece bir ay yaşayabildi.
Ayrıca tahliye olanlar Kürdistan'a da dönemiyorlardı. Tekrar sürgüne gönderiliyorlardı. Adana zindanı Kürtlerin hafızasında çok büyük bir travma olarak kaldı. Yine 1930'ların sonlarına doğru Mersin hapishanesinde başgardiyan olan İlyas Mert, kendisinin anıları vardır.
O da Mersin hapishanesinde Kürt tutsakların gardiyanlardan ve yerel halktan nasıl dayak yediklerini anlatır.
Bu şekilde etkili aileleri, aşiretleri yıldırmaya ve bitirmeye çalışıyorlardı. Kemalist devlet o dönem bunları yaparken aynı zamanda bunu endüstriyel bir hale getiriyor.
Mahkûmu beslemiyordu, aynı zamanda 'üretime' de katıyordu. Mahkûmun bedeninden, emeğinden yararlanıyor. Bunları biz Nazi rejiminde de görüyoruz. Kemalizm ve Nazi bu anlamda paralel ideolojilerdir.
- Hükümet 2025'e kadar hapishane sayısını 41 çıkaracak. Ve hapishanelerin hacimleri de çok geniş. Örneğin Bursa hapishanesinin 15 bin kişilik olacağı söyleniyor. Yine Aksaray'da yapılacak olan cezaevi 7-9 bin kişilik olacak. Bu medyada ise şöyle servis ediliyor: "Fabrika gibi cezaevi," "Aksaray'ı kalkındıracak cezaevi," vs… Devlet cezaevi politikasını şu anda o döneme göre nasıl değiştiriyor? Devlet kalkınmak istiyorsa niye fabrika yapmıyor da "fabrika gibi cezaevi" yapıyor?
Şunu söyleyebilirim, artık Türkiye'de bir biyo-iktidar var. Biyo-iktidarın kendisi insan bedeniyle de ilgilenir, insan bedenini bir argüman olarak kullanır. Kesinlikle şimdiki F tipleri de modern toplama kamplarıdırlar. Ben böyle izah ediyorum.
Örneğin Küçücük bir ilçe olan Erciş'e bile binlerce kişiyi alacak olan iki tane cezaevi yapmışlar. Özetle Kürt coğrafyasında büyük cezaevi olmayan ilçe halihazırda yok. Yüzbinlerce hatta imkan olursa milyonlarca insanı tutuklamayı hedefliyorlar sanırım.
Misal, Erciş'in nüfusu 150 bin ise oraya 10-15 bin kişilik cezaevi yapılıyor. Yani bir ilçenin yüzde onunu kapsayacak bir cezaevi yapılmış. Bu yüzden bunlar tamamen toplama kamplarıdır. Buradan güncel siyasi ve idari iradenin düşünceleri de teşhir oluyor.
Gelecek yıllarda, toplumda muhalif olan kesimin, hükümetle işbirliği yapmayan, ona karşı olanları bu büyük cezaevlerine tıkmayı planlıyorlar. Eskisi gibi kitle imha hareketleri günümüz dünyasında pek mümkün görünmüyor.
Onun yerine Büyük cezaevleri buna bir seçenek olarak düşünülüyor. Artık kitle imha politikaları cezaevleri üstünden uygulamaya konulacak. 1930'ların kemalizmi tekrar günümüzde tekrar vücut buluyor.
- Bugün baktığımızda bu mahkûmiyet ve esaret süreci nereye gidiyor? Kürt işçi ya da Kürt mahkûmlar nerede konumlanıyor devlet içinde?
Türkiye açısından 1923-1938 yılları aleni katliamlar dönemidir, kısmi ve yaygın jenositler yapılmıştır. Bu aynı zamanda devletin Türkleşmesi projesinin de bir ayağıdır.
Devlet bu politikalarını hâlen sürdürmektedir, vazgeçmiş değildir. Bu devletin kurucu iradesinin zaruri hale getirdiği bir projedir. Taktiksel bir yaklaşım değildir. Kürtlerin eritilmesi her zaman önceliklerden biri olmuştur.
Eritme politikası mevcudiyetini korumaya devam ediyor. Kronoloji şöyledir: 1920'lerde etkili olan aileleri sürgün ederek Kürtleri eritmeye çalıştılar. 1940-1980 arası yatılı bölge okulları üzerinden nesilleri asimile etmeye dönük hamleler yaptılar.
Tabi bütün bu süreçte Kürdistan'a farklı etnik kökenden toplulukları yerleştirme çabaları da oldu. Ama bu tutmadı çünkü oradaki Kürtlerin kültürleri ve ilişkileri çok güçlüydü. Hatta farklı etnik gruplar Kürtler arasında eridi ve Kürtleşti diyebiliriz.
1980 sonrasında ise Kürtlerin oralardan göç edilmesi sağlandı. Binlerce Kürt köyleri boşaltıldı. Boşaltılan köylere farklı bir halk da getirilemedi. Çünkü devam eden bir savaş vardı.
Eğer savaş olmasaydı böyle bir şey yapmaları da mümkündü. 2000'lerin başlarından sonra artık Kürt meselesi Türkiye'nin tasarrufundan çıkan bir mesele haline geldi.
Kürt meselesi günümüzde küresel bir boyuta ulaştı. Türkiye, Kürtleri asimile edemeyeceğini bildiği için artık şuna yöneldi; Türkiye dışındaki Kürtleri baskı altında tutmak ve statü almalarını engellemek.
İç politikada ise özellikle modern yaşamla birlikte medya bombardımanı ile asimile etmeye hız vermek. Ya da Kürtlüklerini makul hale getirmek. Kürtçe konuşan kişi sayısının azalması da bu son sürecin etkisidir elbette.
Şu an Kürdistan'daki cezaevlerinde 50 bin civarında siyasi Kürt tutuklu var. Bu korkunç bir rakam! Bunların talepleri var. Ve cezaevleri yetmiyor çünkü herkesin bir talebi var.
Güncel Kürt işçi meselesine gelecek olursak tekrar, 1900-1980 arasında büyük kentlerde hamal olan Kürt, 1980'den sonra yerini inşaat işçiliğine bıraktı.
Şu iddiada bulunmak istiyorum, Türkiyede Kürtlerin inşaatında çalışmadığı tek bir apartman yoktur. En az bir Kürt çalışmıştır. Kürtlerin, Türkiye'nin kuruluşunda siyasal anlamda 1919 'dan beri görüyoruz.
1960'lardan sonra ise aynı zamanda endüstri ve kentleşmesinde de Kürt emeğinin ne kadar güçlü olduğunu gerebiliriz. Ama bu Kürtlerin hanesine yazılmadı ve bu emek görülmedi.
Halihazırda 1990'larda işçi olarak inşaat sektöründe yer alan Kürtler, 2000'lerin başında küçük müteahhitlere dönüştüler. Şu an da küçük ölçekli inşaat sektörü Kürtlerin elindedir diyebiliriz.
Ucuz inşaat işçiliğini ve hamallık işini Suriyeli ve Afgan mültecilere bıraktılar. Türkiye'ye doğru yaşanan göç dalgaları ile bu durum ortaya çıktı.
- Bir de akademik çalışmalarınız üzerinden aynı zamanda hedef alınıyorsunuz. Size sosyal medyada bazı insanlar tepki gösteriyor. Kürdoloji çalışanlara neden tepki gösteriliyor?
Ben ilk defa sizin aracılığınızla şunu dile getirmek istiyorum. Ailemin üzerinde çok büyük baskı var. Baskının nedeni de ailemin politik olması. Yıllar önce üniversite okumak için giden kardeşlerimden haber alamadık bir daha.
Onların akıbetini gelip aileme soruyorlar. Onların da haberi yok. Babam kendisine polis diyen şahıslardan fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalıyor. Ailemin evine sıklıkla gelerek onları rahatsız ediyorlar.
Annem Türkçe bilmiyor, ona hakaret ediyorlar. Kardeşlerimi tehdit ediyorlar. Ankara'da yaşayan evli ablamın evine gidip baskı yapıyorlar.
Şu an 12'nci kitabım için çalışıyorum, akademik çalışmalarım var. Türkiye'de hiçbir hukuki sorunum vs yok. Avrupa'da bir üniversitede akademisyenim. Buna rağmen ben kaçakmışım gibi davranıyorlar ve ailemi benim üzerimden de rahatsız etmeye başladılar.
Ailemin can güvenliklerinin olmadığını düşünüyorum. Sosyal medyada bazen taciz edici mesajlar alıyorum. Ama öncelikle babamın, annemin, ailemin hayatlarından endişe ediyorum. Babama yurtdışı yasağı konulmuş, kendisi kalp hastası… Burada tedavi etmeyi istesem bile yapamayacağım.
Çalışmalarım herkesin de bildiği gibi Kürt edebiyatı, tarihi ve Ermeni soykırımına dair... buna rağmen beni kriminalize etmelerini anlayamıyorum.
- Son olarak Kürtçe seçmeli dersleri de sorayım. Bu sene muhalefet, iktidar ve aynı zamanda Kürt Hareketi seçmeli Kürtçe derslerine yoğun ilgi gösterdi. Siz nasıl görüyorsunuz?
Bu yüzyılda bile insani bir hak olan dili, lütfa dönüştürmek korkunç. Kampanyalarda "birileri ben destekliyorum" dediklerinde, biz alkışlıyoruz. Tamam, niyet bazında olumlu.
Ama bunu alkışlamak zorunda kalmamız kötü bir durum. İkincisi Kürtçenin seçmeli dil olarak sunulması yetmiyor. Kürtçenin resmi dil olması gerekiyor. Buna rağmen Kürtçenin seçmeli ders olarak sunulmasını da elbette değerli buluyorum.
Benim Ankara'da yaşayan ablamın üç çocuğu var. Onları arayıp Kürtçe ders seçmelerini istedim. Elbette destekliyorum. Atanamayan yüzlerce öğretmen var ve çoğu mağdur. Genellikle Artuklu Üniversitesi'nden... Başka bir yere de atanamıyorlar. Onlara verilen sözün yerine getirilmesi gerekiyor.
Çünkü Kürdoloji bölümü açıldığında "Biz sizi bir şekilde, bu alanda istihdam ederiz" dediler. Kürtçe seçmeli dersin rağbet görmesi bu arkadaşların da mağduriyetlerinin giderilmesi demektir.
Asimilasyonun yoğun olduğu bu süreçte Kürt diline, Kürdoloji'ye dair atılan adımlar değerlidir. Eleştirilerim mevcut; yöntemleri ve niyetleri sorguluyorum. Ama böyle bir imkân varsa halkımız bu imkanı mutlaka kullanmalıdır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish