Diyarbakır'da bir otel odası
Hakkâri'ye 1975 yılında sürgün gitmiştim. Orada bir yıl okuduktan sonra, üçüncü sınıftaki arkadaşlarımız mezun olup gidince birkaç arkadaşla yalnız kaldık.
Artık Hakkâri bize küçük ve dar geliyordu. Bunun üzerine Diyarbakır'a gidip orada liseyi okumaya karar verdim. O güne kadar Bırakın Diyarbakır'ı, Hakkâri'nin dışında başka il görmüş değildim.
Daha 14-15 yaşında bir gençtim. Yaşımız küçüktü ama yaşadıklarımız bizi erken olgunlaştırmıştı. Fakat diğer birkaç arkadaşım bu fikrime sıcak bakmadı, onlar Hakkâri'de kalıp liseyi orada bitirmek istiyordu.
Ben ise yerimde duramıyordum, sürekli hareket halindeydim ve sürekli hareket etmek istiyordum. İçimde kopan fırtınalar böyleydi ama dış dünyaya dair hiçbir tecrübeye sahip değildim.
Nasıl gidecek, ne yapacaktım? Umudum vardı ama korkularım ve endişelerim de vardı. Derken bir arkadaşı daha benimle gelmeye ikna ettim.
Daha bir yer bulmadan, tekrara Hakkâri'ye gelmek zor olur diye okuldan tasdiknamemi alıp, memlekete döndüm, gidiş için kendime göre hazırlıklara başladım.
Derken bir arkadaş liseyi o yıl bitirmiş ortak arkadaşımız olan İbrahim'in Anadol marka otomobilini tamir için Diyarbakır'a götüreceğini söyledi.
Bunun üzerine hemen harekete geçip İbrahim'le irtibat kurdum, ikimiz de Muradiye'deydik, Van'da bizi bekleyen Kadire de hazır olmasın haberini yolladım.
Sonunda bir gün üç arkadaş her tarafı eşekler tarafından yenmiş, bölük pörçük, naylonlarla bağlanmış bir Anadol marka otomobil ile yola çıktık.
Kaportası samandan olan otomobili gerçekten eşekler yemişti, İbrahim onu tamir için Diyarbakır'a götürüyordu, biz de sınıf arkadaşım Kadir Kartal ile ona eşlik etmiş olduk.
Otomobilimiz Reşadiye mevkiinde bozuldu. Tatvan'dan tamirci getirdik. Meşakkatli bir yolculuktan sonra iki günde Diyarbakır'a ulaşmıştık. Bu sefer de Diyarbakır'da kaydımızı yaptıramıyorduk.
Çünkü Ziya Gökalp'te İt Elo, Diyarbakır Lisesinde Deli Keno ismindeki müdürler kuş uçurtmuyordu. O zaman Ar Pasajında ustası Niyazi'nin yanında terzilik yapan Mehdi Zana'nın devreye girmesi de işe yaramamıştı.
Bereket ki sürgünümüze sebep bir hocamız olan Zülfikar Anık ile burada tesadüfen karşılaşmış, onun dayısı Diyarbakır Spor Başkanı Ali Kahramanı devreye sokması ile sonunda Diyarbakır Lisesine kapağı atabilmiştik.
Adeta bir iç sürgünle buraya gelmiş, bin bir güçlükten sonra kaydımızı yaptırmıştık. Bin bir güçlükle diyorum çünkü o zaman başka lise yoktu, bunlar da bizi almazsa hakkımız yanacak, ortada kalacaktık. İkisi de bizi almak istemiyordu.
Ortaokul çocuklarının uçak kaçırdığı yıllardı. Eli Emiri Orta Okulundan Bozo Kalfa isminde bir öğrencinin arkadaşıyla birlikte Diyarbakır uçağını kaçırdığı konuşuluyordu. Üstelik de bıçakla uçağı kaçırmıştı.
Deli Keno ile İt Elo da bu koşulların şedit yöneticileri olarak nam salmıştı. Bu ünlerine halel getirecek işlere imza atmıyorlardı. Badireyi atlatmış, sanki bütün bunlar olmamış gibi, gençliğin ve devrimciliğin haleti ruh iyesi ile rüzgâr gibi esiyorduk.
Gelişimin üstünden bir dönem geçmişti. Diyarbakır gibi büyük bir şehri ilk defa görüyordum. 15 yaşamdaydım, kimseyi tanımıyordum, kimse de beni tanımıyordu.
Beni en çok zorlayan da kalacak yer meselesiydi ve başımın çaresine kendim bakmak zorundaydım. 1976 güzünü o zaman Eğitim Enstitüsünde okuyan Van'dan hemşerilerim olan Yılmaz Elçi ve Abdullah Sırma'nın öğrenci evlerinde kalarak idare etmiş güz dönemini öyle böyle derken atlatmıştım.
Dönem sonunda birlikte kaldığım arkadaşlar, polis baskısı nedeniyle evi tahliye etiller. Ben de ara tatil için memlekete gittim. Şubatta okul tekrar başlayacaktı. Tatilin nasıl geçtiğini anlamamıştım, hızla gelip geçmişti.
Derken yeniden Diyarbakır yollarındaydım ve yolda kara kara kalacak yer düşünüyordum. Levra bu dönem kalacak yerim yoktu. Bu iç sıkıntıyla gelir gelmez kalacak yer arayışına giriştim.
…
Birinci dönemden tanıdığım bir arkadaşım vardı, adı Selim'di. Selim Aydın ismindeki bu arkadaşım bir yıl önce bizim liseden mezun olmuştu. Şeyh bir aliden geldiği için kendisine Şeyh Selim diyorduk.
Benden bir iki yaş büyük olan Selim ailesi ile yaşadığı problemler nedeniyle onlardan ayrılmış, bir otele yerleşmişti. Taksicilik yaparak geçimini sağlıyor, zengin ailesine inat kendi başına yaşıyordu.
Renault steyşın marka bir otomobili vardı. Çift kapıya giderken sağda eski postanenin yanında yer alan Akgül Otelinde kalıyor, burayı ev gibi kullanıyordu. Benim kalacak yer aradığımı duyunca "Gel otelde birlikte kalalım" dedi.
Ben de hiç düşünmeden "tamam" dedim. Zaten başka seçeneğim de yoktu. Dolayısıyla o bahar dönemi liseyi bitirinceye kadar bu otelde kalacaktım.
Böylece Akgül Otelinin ikinci katında yer alan 34 nolu odaya yerleştim. Daha doğrusu onlar bana bu odayı uygun görmüşlerdi. Otel hayatı ile yaşantımda yeni bir sayfa açılmış oluyordu.
Otel Lice'den Halil Akgül ve Abdülvahap Akgül isimli iki kardeşindi. Abdülvahap'ın oğlu Senayi otele bakıyordu. Aile, o zaman daha tanınmayan ama sonradan Türkiye'nin gündemine damga vuracak olan Behçet Cantürk'ün de amcazadeleri idi.
Yiğit bir insan olan Behçet'i de burada tanıdım. Diyarbakır'a geldiğinde bu otelde kalıyor, liderlik özellikleriyle etrafına bir sürü insan topluyordu. Behçet ve berberindekiler Lice'den çok bu otel çevresinde vakit geçiriyorlardı.
Burada çok ilginç günlerim oldu. Behçet'le, amcası oğlu Edé ile onların fedaisi gibi olan Fettah ile ve daha bir çok kişi ile burada tanıştım, kaynaşıp dost oldum.
Derken mezun oldum yıllar geçti aradan. Sonraki yıllarda ben Diyarbakır'a GAP Belediyeler Birliği Genel Sekreteri olarak geldim. Ama benim için daha ilginç olanı da kaldığım yer ile ilgili öğrendiğim bilgi olacaktı.
Meğer benim Akgül Otel'de kaldığım 34 nolu odada yıllar önce bir başka ünlü kişi kalmış. O kişinin adı Abdullah Öcalan'dı.
Öcalan, Diyarbakır'da Tapu Kadastro'da çalışırken bu oteldeki 34 nolu odada uzun süre kalmış. Ben bunu yıllar sonra Öcalan hakkında yazılan kitaplardan öğrenince şaşırmıştım, "bu kadar da büyük tesadüf de olmaz" diyerek.
Gülistanda bir ev
Yıl 2007. Diyarbakır günlerimin üstünden tam otuz yıl geçmişti. Sürgünler peşimi bırakmıyordu. Bu kez de sürgünle Isparta'ya gitmiştim, tabi bu sefer öğrenci olarak değil öğretim üyesi olarak.
Gariptir ki sürgünlük öğrencilikten beterdi. Çünkü sürgünken koca kentte tek başınasın. Akşam erken iner şehre sürgünlükte. Karanlık çökünce şehrin üstüne senin de yüreğine bir hüzün çöker.
Ev yok bark yok. Ne işin var, çek git der bir yanın. Öbür yanın teslim olmak yok, diren der. Arada kalırsın çoğu zaman. Hele sorunlar ve polis bastırınca daha da zorlanırsın.
Kalmak meselesi burada da bir büyük mesele oldu benim için. Zaten bu nevi sorunlar ömrümün önemli bir diliminde hiç peşimi bırakmadı. Gene hal bu hal üzere idi anlayacağınız.
Nasıl ki Diyarbakır'a öğrencilikten sonra ikinci kez genel sekreter olarak gitmiştim, Isparta'ya da 40. Piyade Alayı'nda yaptığım askerlikten yıllar sonra ikinci kez öğretim üyesi olarak sürgün gelmişim.
Buraya ilk sürgünüm 2001 yılı şubatı idi. Mersin Üniversitesinde başarılı bir doçenttim. Başarılı diyorum çünkü ben geldiğimde on- on beş yıllık yardımcı doçentler vardı hala doçent olamamışlardı, ben geldikten bir yıl sonra doçent olmayı başarmıştım.
Nasıl olsa üniversite özgürlüğün beşiği diyerek özgürce okuyor, özgürce konuşuyor, özgürce yazıyorum kendimce. Dışardan geldiğim için bilmiyordum.
Ne bilecektim ki devran başka devran ve tek özgürlüğün "susma özgürlüğü" olduğunu.
Tabi bana tahammül etmediler üniversiteyi devletin ideolojik aygıtı olarak kullananlar. Kimliğim, kişiliğim ve de yaptığım araştırmalar üniversiteyi bir bilim yuvası olarak değil, devletin ideolojik bir aygıtı gibi kullanan üniversite yönetimine ters gelmişti.
Hem YÖK ile ilişkiye geçip, birlikte anlaşmalı bir komplo kurdular bana. Bir gün sorgusuz yargısız elime sarı bir zarf verdiler. İçinde iki satır yazı yazıyordu: "Isparta ya sürüldün."
Direndim. STK'lar benim sürgünümü engellemek için toplantılar yapıp üniversite yönetimini protesto etiller. Birçok demokratik kitle örgütü basın açıklaması ile bu sürgünü kınadılar. Duyarlı bütün kesimler ayağa kalktı.
Ama yönetim geri adım atmadı. Bir generalin (Çevik Bir) yönettiği Batı Çalışma Grubu, Mersin'de yapacağı sürgün furyasını benimle başlatmıştı.
Meğer bu işin devamı hızla gelecekti. Mersin demokratik kültür düzeyi yüksek bir kentti ve giderek de hızla bu alanda yükseliyordu. Bu statükoyu zaptı raptla, darbe ve cuntalarla korumaya çalışanları endişelendirmişti.
Peş peşe sürgünler geldi. Benden sonra eğitimciler gönderildi, onlardan sonra sağlıkçılar, derken adliye mensupları sürgüne yollandı. İlk sürgün bendim. O zaman bunu kimse bilmiyordu henüz.
Ya ayrılacak ya da gidecektim. Bir sürü direnmeden ve birçok işlemden sonra nihayet mecburen çıkıp geldim sürgün yerime çar naçar. Kalacak yerim yok gene.
Sordum önce birine, "nerde kalabilirim" diye. Durumumu endişeli bir biçimde izah ettiğimi gören kişi halime acımış olsa gerek parmağı ile işaret etti, "Aha orada öğretmenevi var istersen orada kalabilirsin" dedi.
Çıkıp gittim öğretmenevine. Gidiş o gidiş uzunca bir süre burayı mekân eyledim. Polis kapıya kadar takip ediyor beni, ben içeri giriyorum onlar dışarı çıkıp gidiyorlar.
Yani bir nevi mevcutlu yaşıyorum bu şehirde. Ne de olsa sürgünlük tekin değildir ahalinin gözünde özellikle de polisin gözetiminde.
Derken bir yılım tamamlanmak üzereyim. Gene şubat ve gene ara dönem. Ben artık sürgünlük bitiyor, geri döneceğim diye bekliyorum. Çünkü sürgünlük maddesi 7/L, bir yıl denenmek üzere diyor.
Fakat o da ne, ikinci bir sarı zarf uzattılar bana bu kez de. Bu zarı zarfta da iki kelime yazıyordu. Bu sefer de "Üniversiteden atıldın" diyordu.
Topladım bavulu döndüm geriye.
Hani Brecht diyor ya;
Duvara bir çivi çakma sakın.
Üç günün telaşı niye.
Savur ceketi sandalyeye.
Nasıl olsa baharda dönersin geriye.
Ben dönemedim bir türlü. Daha doğrusu Brecht'in dediği gibi dönemedim. Döndüm ama şairin dediği gibi değil, bu kez, defterimi hepten dürüyorlar, temelli dönüyorum.
Mahkemeye verdim bu haksız hukuksuz uygulamayı. Derken mahkeme iki yıl sürdü. Ben o arada biraz siyasetle uğraştım. Milletvekili, belediye başkanı adayı oldum.
İki yıl geçmişti aradan. Belediye seçimini kaybettiğim gün celp geldi mahkemeden "Davayı kazandın" diyerek.
Bunun üzerine tekrar Isparta'ya geri döndüm. Artık kıdemli sürgün sayılırım. Kalacak yer için bu kez Üniversitenin Konukevini keşfetmişim. Üniversite konukevi öğretmenevine göre bir az daha konforlu.
Fakat burada da polis rahat vermiyor bana. Sadece bana değil benimle konuşanları, gezenleri de sıkıştırıyor. "Onunla gezmeyin, konuşmayın" diyerek baskı yapıyorlar.
Sadece arkadaşlarıma benimle gezmemelerini söylemekle kalmıyorlar, idareye de öğrenci evetlerine gittiğim ihbar ediyor, çevreme baskıyı ha bire artırıyorlar.
Kimi zaman neden yalnız gezdiğime bir anlam vermediklerini rapor ediyorlar. Şairin dediği gibi "Bilmezlikten değil, fukaralıktan gardaş."
Kimse korkudan yanaşmıyor bir süredir bana, ondan. (Bu yılları "Derin üniversitede Bir profesörlük öyküsü" adıyla kitaplaştırdığım için burada anlatmayacağım.)
…
Derken zaman gelip geçiyor ben onlardan onlar beden sıkılıyor. Sürgünlüğümün yedinci yılında bir eve çıkmak istiyorum. Bir öğrencim, "Hocam gel benimle kal" diyor.
"Tamam" diyorum anında, konukevini bırakıp o eve gidip yerleşiyorum. İşte ikinci ilginç hikâyem böyle başlıyor.
Bu ev Mehmet Amca'nın evi. Mehmet Amca 38 Dersim sürgünü. Terteleden zar zor canını kurtaran ailelerden. Ailesiyle birlikte buraya zoraki sürgüne gönderilmiş ve mecburi iskân tabi tutulmuş.
Onlar da bir daha geri dönememek üzere yerleşiyorlar buraya, zamanla burayı yurt ediniyorlar. Korka korka yaşıyorlar. Kaldıkları mahalleye Gülistan Mahallesi deniyor.
Sonradan yasak kalkınca Gülistana Tunceli'den epey aile daha geliyor. Dersim artık Tunç Eli olmuş. Kaçan kaçana. Eskiden kaçmışların yanına yöresine gelip sığınıyorlar.
Fakat bütün bunlar bir yana bu evin başka bir hikâyesi var. Yıllar önce bir başka sürgün gelmiş buraya. Bu kişi bir Dersimli ama bu kez ki sürgünlüğü devrimciliğinden ötürü.
Bu evde, hem de benim kaldığım bu evin zemin katındaki odada kalmış. Ben bunu bilmiyorum. Bunu evin sahibi Mehmet amca biliyor ama korkuyor bana söylemeye.
Beni tanıdıkça kanı ısınıyor, kanı sındıkça daha da yakınlaşıyor. Böyle zamanlarında açılmak istiyor fakat yüreğinde esen eski hatıralardan kalma soğuk korku rüzgârları buna engel oluyor.
Derken bir gün beni evine çay içmeye davet etti Mehmet amca. Çoluk çocuğu çoktan baş göz etmiş, eşiyle yalnız yaşıyor bu iki katlı evde. Aslında iki katlı da sayılmaz ev. Küçük de olsa bir ek gelir elde etmek için zemini bir daireye çevirmiş, kiraya veriyor.
İşte biz burada, bu zemin katta öğrencim Cemil ile birlikte kalıyoruz. Mehmet amca da eşiyle birlikte bizim üst katımızda kalıyor.
Şimdi beni davet etmiş, ona misafirim. Çaylar geliyor, sohbet koyulaşıyor. Bir müddet geçtikten sonra Mehmet amca, "Hocam epeydir sana söylemek istediğim bir şey var bir türlü söyleyemiyorum" diyor.
- "Nedir Mehmet amca?"
- "Bilmem ki söylesem mi?"
Belli ki söyleyeceği her neyse çekiniyor söylemeye.
- "Çekinme söyle"
Biraz ruh geliyor kendisine. Ne de olsa artık benim meşrebimi medresemi öğrenmiş, neden burada olduğumu, hatta bir sürgün olduğumu bile biliyor artık.
- "Biliyor musun senin kaldığın o odada kim kaldı yıllar önce."
- "Bilmiyorum"
- "O da bir sürgündü."
- "Öyle mi?"
- "Evet"
- "Kimdi?"
- "Kimdi biliyor musun?"
- "Kimdi söyle artık Mehmet Amca"
- "Onun adı Sait Kırmızıtoprak'tı" diyor nihayet.
- "Dr. Sait Kırmızıtoprak mı?"
- "Evet, öğrendiğime göre ona sonradan Dr. Şıvan da diyorlarmış".
- "Nasıl biriydi?"
- "Uzun boylu, çok yakışıklıydı. Çük güzel bir karısı vardı, ara sıra yanına gelip giderdi."
Bu sözler onun dudaklarından dökülünce donup kalıyorum. Acaba şaka mı ediyor. Yok, neden şaka etsin. Yoksa nerden bilecek Dr. Şıvan'ı Mehmet Amca?
Yıllarca sakladığı bir sırrı fısıldar gibi söylüyor bana bir büyük iyilik yapar gibi. Söylerken de bunu sadece sana söylüyorum kıymetini bil dercesine bakıyor gözlerime.
Gözlerinde koku hüzün bir arada. Doktorun adı geçince korkunun yerini sevgi alıyor. Belli ki onu çok seviyor. Haksız da sayılmazdı. Doktor sevilecek bir adamdı. Onun kaldığı bu küçücük dar zeminde kalmak ise benim için bir müthiş bir tesadüftü.
- "Evet, demek Dr. Kırmızıtoprak, namı diğer Dr. Şıvan, benim kaldığım bu evde, hem de kaldığım o daracık odada kalmış öyle mi?"
- "Evet, aynen öyle"
- "Peki, neden şimdiye kadar söylemdin, sakladın bunu benden?"
- "Korktum"
- "Neden?"
- "Ne bileyim işte"
- "Sonra neden söylemeye karar verdim?"
- "Sonra baktım ki sen de aynı yolun yolcususun. O zaman kendi kendime bunu hocaya söylemelisin dedim"
Dr. Şıvan, kimdi, neden gelmişti buralara. O da başka bir hikâye.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish