Kitap Yayınevi'nin Süreyya Faruki önsözüyle 2003 yılında Heberer'in muazzam yolculuğunu Türkçeye çevirmesi beklenen ilgiyi tam anlamıyla bulmadı.
Türklerin eline köle olarak düşen Brettenli Micheal Heberer, yaklaşık üç sene boyunca Kahire, İskenderiye ve en önemlisi İstanbul'da tutsaklık yaşadı.
Zengin hayal gücü ve ayrıntılardaki ustalığı ile Hebrer, 16'ncı yüzyılda bir kölenin gözüyle dönemin toplumsal yapısı ve siyasi olayları hakkında önemli fikirler edinmemizi sağlıyor.
Tesadüf edersiniz ki Hebrer'in macerasının bir benzerini büyük romancı Cervantes de yaşadı. Üstelik Cervantes, esir düşmeden önce Türklere kolunu da kaptırmış ve çolak olarak intikam için tekrar saldırdığında esir düşmüştü.
Cervantes'in macerası
Bilindiği üzere köle pazarları ve kölelik Osmanlı'da da tarihi bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Akdeniz'deki deniz savaşlarında leventleri motive eden unsurların başında esir ele geçirerek bunları köle pazarlarında satmaktı.
Cervantes de kolunu kaybettikten sonra Türklerle tekrar savaşabilmek için donanmaya geri katılmıştı; ama bir çolağın donanmada yükselebilmesi söz konusu değildi. Bu sebeple donanmadaki görevinden ayrıldı.
Çolak Cervantes görevinden ayrılırken Don Juan de Austuria'nın bizzat kendisinden bir referans mektubu almış ve bu sayede yeni bir hayat kurmanın planlarını yapıyordu.
Tres Limanı yakınlarındaki bir gemide olduğu sırada Türk leventlerinin ani bir baskını ile esir düşmüş yeni bir hayat kurmasını sağlayacak mektup, artık bir kâbusun en büyük gerekçesi olacaktı.
Türkler yakaladıkları bir çolağı normalde küçük bir fidye ile serbest bırakırdı; ama cebinden Austuria'nın mektubu çıkan ve kendisinden son derece övgü ile bahsedilen bir esir oldukça büyük bir fidye ile serbest bırakılabilirdi.
Çolak Cervantes'in son derece önemli biri olduğuna karar veren ünlü Türk denizcisi Deli Mami, onu şahsi kölesi olarak esir etti.
Cervantes 'La española inglesa' isimli eserinde Türkler tarafından esir edilişini şöyle tasvir edecekti:
... Fakat Fransa kıyılarında Las Tres Marías adı verilen yere vardığımızda aniden koyların birinden iki Türk kadırgası karşımıza çıkıverdi, bir tanesi denizden, diğeri de karaya çıkarak kaçmamıza engel olacak şekilde karaya bakan taraftan bizleri aralarına aldıktan sonra hepimizi tutsak ettiler.
Kadırgaya alınır alınmaz bizleri anadan doğma soydular ve filikada bulunan ne varsa hepsini aldılar, ama filikayı batırmayıp, kendilerine yeni 'galima' (ganimetler) getireceğini söyleyerek sahile doğru sürüklenmesi için serbest bıraktılar; onlar Hıristiyanlardan ele geçirdikleri mallara bu adı veriyorlardı.
Cervantes, esir edildikten sonra yaklaşık 5 yıl büyük nefret taşıdığı Türklerle birlikte yaşadı. Cervantes kardeşiyle birlikte esir edilmiş; ama ailesi ancak kardeşinin fidyesini ödeyebilmişti.
Hebrer'in macerası ise böyle yüksek ideallerle başlamadı. Zaten kendisi son derece cılız ve savaşçı olmaya hiç de münasip olmayan birisiydi.
Türlü yolculuklardan sonra Hebrer kendisini Türklere saldıran Malta Şövalyelerinin gemisinde bulur ve esir düşeceği gemideki saldırıyı şöyle anlatır:
Türk gemilerinin dağınık bir durumda denizin üzerinde rüzgâra karşı sallanarak beklediklerini görünce, devreye bizim kürekler ve kadırgalımız girdi. Önce iki gemi hızla düşmana yaklaştık. İlk başta kaptan kadırgadan birini topa tuttu; gemisi de top ile saldırdı. Düşman aynı şekilde ateşiyle karşılık vererek savunmaya geçti.
Bu arada gemisine karşılık kadırgalar düşman öyle ki, askerler Türk gemisine atlamaya ve yaklaşmışlardı karşılarına çıka yere sermeye Her ne kadar Türkler kendilerininı silahlarıyla başladılar. Büyük bir azimle savundularsa da sonunda alt edildiler ve hayatta kalanlar gemileriyle birlikte bize teslim oldular.
Oysa Türk kadırgaları desteğe gelince Malta Şövalyeleri kaçacak ve Hebrer arkadaşlarıyla ele geçirdikleri Türk gemisinde arkalarından bakakalacaktı. Ele geçirdikleri gemi ile kaçmaya çalışsalar da aç ve susuz kalınca kendilerini Mısır sahillerine atacaklardı.
Hebrer, burada önce yerli köle tacirlerinin eline geçse de Kahire Valisi onları ele geçirecekti. Bu süreçten sonra Hebrer, Pera'da yaşayan bir Türk efendisinin kölesi olacaktı.
Mısır halkı hakkında
Hebrer köleliği sırasında Türk ve Araplar hakkında birçok bilgi verecekti eserinde. Örneğin Mısır halkının o dönemdeki durumu hakkında şu saptamalarda bulunacaktı:
Şunu da belirtmeliyim ki, erkek, kadın, halkın tümü kara veya koyu renk tenli, sarımtırak uçuk benizli çirkin insanlar, üstelik çok da bakımsızlar. Yüzleri, gözleri tozdan ve sıcaktan sağlıksızlık belirtileri taşıyor. Bu nedenle de orada pek çok kör var. Erkekler, eğer geçindirebilecek güce sahipseler, birkaç kadınla evlenebiliyorlar.
Altı veya yedi eşi olan erkekler var. Bu kadınları önemsiz bir sebepten ötürü evden atabiliyor ve başka bir eş edinebiliyorlar. Pek çok erkek, evlenmek istediği kızı anasından babasından parayla satın alıyor ve örneğin 6, 8, ıo, 20 veya daha fazla düka ödüyor. Evlilik anlaşması 'Kadı' adı verilen yargıç tarafından onaylanıyor.
Kadınların kollarına, boynuna, ayak bileğine ve kulağına takılar, halkalar takması yaygın bir adet olmakla beraber, bu daha çok şehirlerde göze çarpıyor.
Hebrer'in saptamalarının doğruluk payını şu örnekten anlayabiliyoruz:
Günün birinde işten hapishanemize dönerken, kalenin arkasındaki kayalıktan bir mandanın aşağı düşüp öldüğünü gördük. Türkler ve Araplar düşerek, suda boğularak veya herhangi bir şekilde soluğu kesilerek ölen bir hayvanı yemezler, zira dinleri bunu yasaklar. Biz esirler bu mandanın bize bağışlanmasını istedik, bu isteğimizi memnuniyetle kabul ettiler.
Buna rağmen Hebrer'in bilhassa görüp not düştüğü rotalardaki tutarsızlıklar eserin biraz da Avrupa'daki efendilerini memnun etmek için kaleme alındığını rahatlıkla anlayabiliriz.
Sözgelimi Çanakkale'den geçtikten sonra İznik ve İzmit'i gördüğünü iddia eder; ama bu rotaların yolunun üstünde olması mümkün değildir. Daha ziyade İznik'i de gördüm demek için uydurulmuş bir not gibi görünmektedir.
Buna rağmen bir köle olmasına rağmen Piramitler başta olmak üzere birçok ayrıntıyı tıpkı bir seyyah gibi gözlemlemesi yaklaşık bir yüzyıl sonra başlayacak seyyahlar devri için ufuk açıcıdır:
Bu yapılar bütün dünyada övgü ile anılmayı gerçekten hak ediyorlar. Bence piramitler hem görkemli görünüşleri, hem de uzun ömürlü olmaları bakımından diğer dünya harikalarından üstündür. Bilindiği gibi diğerleri çoktan yıkılmış ve yok olmuşlar, günümüze sadece anılan kalmıştır.
Hebrer'in eserindeki önemli ayrıntılarda birisi de toplumsal hareketliliği siyasi olaylarla açıklayabilme gücüdür. İran seferlerinin İstanbul'daki yankılarını şu şekilde aktaracaktı:
O sıralarda Türk hükümdarının başkumandanı Osman Cigalogli Paşa, 1585 yılında İranlılar tarafından yenilmiş, doksan bin kadar Türk askeri öldürülmüştü. Bunun üzerine yeniden asker toplanıp Konstantinopolis'ten Anadolu'ya her gün tabur tabur sevk ediliyordu. Bunların yanına yolluk ekmek ve erzak verildiği gibi, arkadan da düzenli olarak gönderiliyordu. Bu yüzden Konstantinopolis'te büyük bir kıtlık ve pahalılık baş göstermişti. Çoğu zaman fırınların önünde toplanan iki yüz kişiye ancak yirmi ekmek verilebiliyordu. Üstelik ekmek öyle sıcak dağıtılıyordu ki yiyenin midesine oturuyordu.
Türklerin kölelere yaklaşımını ise yaşadığı bir örnek üzerinden aktaran Hebrer, bir kısım Türklerin kendilerine acıdığını vurgularken bir bölümünün ise acımasız olduğunu belirtmektedir:
Hisarları geçip açık denize çıktığımızda hiç rüzgâr esmiyordu. Bu yüzden kürek çekmek zorunda kaldık. Fakat çoğumuz açlıktan ve üzüntüden halsiz düştüğümüz için yavaş ilerliyorduk. Patronumuz buna çok kızdı, kadırganın reisini yanına çağırdı, onunla sert bir konuşma yaptı ve forsaları kamçılatarak küreklere daha büyük bir gayretle asılmalarını sağlamasını emretti.
Reis patrona yanıt olarak, forsaların ellerinden geleni yaptıklarını, ama yeterince beslenmedikleri için onları daha fazla zorlayamayacağını, onlara dayak değil, ekmek vermek gerektiğini, zaten daha önce de fazlasıyla dayak yemiş olduklarını söyleyerek bizleri savundu.
Bunun üzerine patron daha da öfkelendi, bizim onun malı olduğumuzu, kırbaçlatmaktan kaçınmamasını, aramızda dayakla bile iş gördüremediği köpekler varsa onları denize atmasını, kendi malına istediğini yapabileceğini söyledi.
Bu sert ve insanlıktan yoksun sözler, aslında kendi de Türk olan reisimize öyle dokundu ki, patronumuza karşı geldi, kölelerin birer insan olduğunu, kendisinin de bir insan olarak, insanlara hayvan gibi değil, insanca davranmak gereğini duyduğunu, eğer bu davranış işine gelmiyorsa kendine istediği şekilde davranacak başka birisini bulmasını söyledi, sonra da bizlere komut verdiği asasını patronun önüne atarak görevinden istifa etti.
İstanbul'daki kadınların, Mısır'dakilerden daha farklı giyindikleri ise eserdeki bir başka noktayı oluşturuyor. Elbette sokakta İstanbul kadınları da tamamen kapanmakla beraber özel alanlarda Mısırlılardan daha rahat davrandıklarını şu sözlerden anlayabilmemiz mümkün:
Bizim çalıştığımız binada Türk efendinin uşakları ve onların kanlan da kalıyordu. Bazen çalışmalarımızı seyretmek için yanımıza gelirlerdi. Bu kadınlar sokakta gördüğümüz diğer kadınlar gibi örtünmüyorlardı. Bu güzel yüzlü, narin yapılı kadınların üzerinde kısa etekli entariler, boyun kısmı açık, temiz, beyaz gömlekler vardı ve gerdanları takılarla süslüydü. Kadınlar bizimle dostça konuşurlar, acıdıklarından para da verirlerdi.
Hebrer, İstanbul'un ahlaki yapısını ise bir dul Türk kadın ve Rum gencinin aşkı üzerinden anlatır. Birbirini seven bu çiftin canice öldürülmesini ahlaka düşkünlükle açıklayan yazarımız Türklerin ahlaki nizam hakkındaki tavrını şu sözlerle tespit eder:
Bu olayı anlatmamım nedeni, Türklerin de ahlaka aykırı davranan kişileri cezalandırdıklarına dair bir örnek vermektir. Çünkü onların toplumunda her türlü ahlaksızlığa izin verildiği, zina, fuhuş ve -hepsinden kötüsü- hayvanlarla cinsel ilişkide bulunmak gibi sapık davranışların yaygın olduğu kanısı hâkimdir.
Oysa Türk toplumunda sadece bekârların arasındaki yasadışı [ilişki] biraz daha hoşgörüyle karşılanır ve çok ağır cezalandırılmaz, ama Türk erkeklerin veya Türk kadınların Hıristiyanlarla ilişkiye girmesi kesinlikle affedilmez. Ben, Türklerin yalnız zinayı ve fuhuşu değil, hayvanlarla cinsel ilişkiye girmeyi de çok ağır biçimde cezalandırdıklarına, duruma göre suçlunun küreğe ve hatta ölüme mahkûm edildiğine tanık oldum. Hırsızlık, gasp ve cinayet de bundan daha hafife alınmamaktadır.
Hebrer'in bir diğer önemli tespiti Türklerin dindarlığına dairdir. Bu denli inançlı olmalarına karşın Rablerine dair bilgilerinin sınırlı olmasına karşı hayretini gizleyemez;
Bu zavallı basiretsiz insanlar acınacak durumdalar. Camilerinde olsun, dışarıda olsun dualarını hiç aksatmıyorlar, sessiz ve edepli davranıyorlar, kendilerini ibadetlerine veriyorlar, dinlerinin gerektirdiğini içtenlikle yerine getiriyorlar, sadaka verirken cömert davranıyorlar.
Dışardan bakıldığında biz Hıristiyanlara kıyasla bu bakımlardan çok üstünler. Ama eğer bir Türke Tanrı hakkında ne bildiğini ve neye inandığını sorarsanız, buna cevap olarak: 'Tanrı her şeye kadirdir, tektir ve gerçektir' der. Ben Tarıya inanıyorum demez.
Bunun sebebi de Tanrının ne olduğunu bilmemesidir. Onlar Tanrıyı yakından tanımazlar, çünkü onlar Tanrının sözlerini almamış ve duymamışlardır. Hâlbuki inanç duymakla oluşur. Duymak da Tanrının sözleriyle gelişir.
Alman köle Hebrer yaklaşık üç yıllık esaretin ardından azat belgesini alarak yurduna döner ve Türkler hakkındaki gözlemlerini kaleme alarak Avrupa kamuoyunun dikkatine sunar.
Eser, bilhassa sıradan Osmanlı vatandaşlarının günlük rutinleri ve alışkanlıkları hakkında önemli bilgiler barındırması açısından son derece önemlidir.
Ayrıca dönemin kölelerinin yaşadıkları acılar ve Türklerin muamelesi hakkında da çarpıcı bilgiler sunuyor. Hebrer de Cervantes gibi kölelik yıllarından sonra Türklere düşmanlık yapmaması hatta çoğu noktada övgüyle söz etmesi ise bir diğer sıra dışı nokta olarak karşımıza çıkıyor.
*Daha ayrıntılı bir okuma için Kitap yayınevinin "Osmanlı'da Bir Köle" çevirisi incelenebilir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish