'Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür' ve zamanla her şey unutulup gidiyor. Zamana karşı yazı ile direnmek direnmelerin en güzeli ve en asilidir, diyebilirim.
Yazmak ölümün elinden bir şeyler kurtarmaksa eğer, ben de bu hususta kurtarabildiklerimi ete kemiğe büründürmek istedim hep.
Eğip bükmeden, kendime yontmadan, olabildiğince açık, objektif ve samimi olmaya çalışarak...
2022 yılının bu ilk günlerinde de bunu yapmaya çalışacağım.
Her şey geçer, geriye hikayesi kalır insanın.
İranlı şair Furuğ'un dediği gibi;
Kuş ölür, sen uçuşu hatırla.
Kişinin özelliği
İnsanın özelliği onu diğer canlılardan ayıran yanıdır. Bu yan akıl ve vicdan sahibi olmaktır.
İnsanlığın bir parçası olan kişinin özelliği ise onu diğerlerinden ayıran özelliğidir, bu da kişinin sahip olduğu hünerlerdir.
Bazen bunlar halkların belleklerinde veciz sözlerle dile gelir. Örneğin, Farsların insanlarla ilgili beğendiğim bir sözü var, der ki;
Adam vardır, adamların neğşidir, Adam vardır it ondan yağşidir.
Kişiliği güncel olarak bundan daha güzel açıklayacak bir deyim düşünemiyorum.
Bizde de "Öyle insanlar var ki; arpaya katsan at yemez, kepeğe katsan it yemez" diye bir söz söylerler.
Bunlar toplumların tarihi süreçler içinde belleklerinden süzerek getirdiği sözlerdir; bu yüzden bin bir türlü hikmetle doludurlar.
Bu noktadaki soru şudur:
İnsanları 'öyle' ya da 'böyle' yapan nedir?
İnsanların kişiliklerini oluştururken psikolojik açıdan geçtikleri süreçler nelerdir; gerçek benleri, sosyal benleri ve de ideal benleri gibi...
Ve bunlarla barışık mı?
Gerçek 'ben', kişinin kendi gerçeğidir; 'soysal ben', toplumun onda görmek istediği şeydir; 'ideal ben' ise kişinin ulaşmak istediği yerdir.
Kendi gerçek 'ben'iyle barışık olmayan birinin vay haline. Kimseye çaktırmasa bile içinde oluşan derin kuyularda debelenip durur, bir türlü kendine gelemez.
Hatta kendi olamaz bile. Olamayınca da olumsuz yansımaları davranışlarıyla dışa vurur, çevresine ve topluma yansıtır bu davranışları.
'Sosyal ben' ise toplumun kişiyi yönlendirmesidir. Toplumun insanı, görmeyi istediği şey olmaya çalışmaktır.
Özgüveni eksik olanlar kendilerinin nitelik ve yeteneklerinden ziyade toplumun onlar için biçtiği kalıplara girmeye çalışırlar.
Sonuçta olamazlar da. Çünkü toplumun, onlar için, olmasını istediği şey hem o kadar kolay değil hem de zaten bu yönde çark eden bir kişilik kendinden koptuğu gibi çevresinin olmasını istediği kişi olmayı başarması da kolay olmaz.
Bu yüzden bu nevi kişilikler tekâmül etmezler hep arada kalırlar.
Dünyada en zor şey arada kalmaktır.
'İdeal ben'e gelince; bu da kişinin ulaşmak istediği hedef(ler)dir.
Hedefi çok yukarıya koyarsan ulaşamadığın zaman hayal kırıklığına uğrar mutsuz olursun.
Çok aşağıda olursa da hep orda sürünüp durur, genellikle arzuladığın yere varamazsın.
Peki, ne yapmak gerekir?
Hedefe ulaşmada cesaretin rolü
Hedefe ulaşmayı motive eden şey cesarettir. Cesareti harlayan şey ise insanın içindeki hırstır.
Ben hırsı genellikle bir aslana benzetirim. Hani derler ya "Herkesin içinde bir aslan yatar" diye, o misal.
Eğer korkak davranıp aslanı beslemezsen, açlıktan ölür; o vakit karnında ölü bir aslanla gezen pısırık biri olur çıkarsın.
Etrafınıza bakın, karnında ölü aslanlarla gezen binlerce insan görürsünüz. Onlar da bir zamanlar büyük hayallere sahipti, gözleri zirvedeydi. İdealleri vardı, en iyisi, en yüksekteki olmak istemişlerdi.
Ama ne var ki biraz korkak, biraz tembel olduklarından zirveye ulaşmaya giden yorucu yolu göze alamamışlardır. Bulundukları yerde kala kalmışlardır.
Bu kalış zamanla alışkanlığı dönmüş, o alışkanlık karakterlerine; bu karakter de zamanla kaderleri haline gelmiştir.
Şöyle ki; ya göze alamadıkları için hiç yürümediler hedefe ya da gözleri yemedi geri döndüler. O yüzden oraya hiç var(a)madılar.
Oysa zirve için hem azim hem cesaret gerek. Bu azme ve cesarete sahip olmayanlar hayalini kurdukları şeyleri zamanla içlerinde kuruturlar.
Sonuçta kendilerini mahkûm ettikleri yaşama çar naçar alışırlar. Aristoteles'in de belirttiği gibi, alışkanlık(lar) zamanla onların karakteri olur çıkar.
Ve bu karakter kaderleri olur.
Bir de bunun tersi var. Hırsın aklın önünde gitmesidir o da.
Eğer içindeki aç aslanın önüne çok "et" sallandırırsan, o takdirde oraya canhıraş bir biçimde saldıracak olan aslan senin göğsünü yırtarak çıkacak hem kendini hem seni mahvedecektir.
Yani demem o ki; hırsın aklının önünde gitmesin. Aklın ona yön versin. Hedeflerin ulaşılabilir olsun ve de alacağın riskler mantık derekesinde olsun.
Ama bu yolda asla korkak ve pısırık da davranmayacaksın. Makulü dengedir.
Aristoteles "Erdem mesotestir, mesotes de dengedir" diyor.
Hırsın ve tamahın ölçüsü kaçtığında tıpkı Van'ın Zımzım Dağı'nda Meher Kapı'da sıkışan çobana dönersin.
Çoban Kapısı efsanesi
Günlerden bir gün kepeneği sırtında, sihirli kavalı elinde, önüne kattığı koyun sürüsünü güden bir çoban, sürüyü güde güde yanında kuzeyinde yer alan Akköprü suyuna kadar getirir.
Billur gibi akan bu sudan eğilerek hem kendisi kan kana içer hem de susamış olan koyunlarını suvarır. Sonra Zımzım Dağı'nın yamaçlarından kuzeye doğru doruğa çıkmaya başlar.
Biraz sonra koyunlarını dinlenmeye bırakıp, sadık dostu kavalına sopa gibi dayanır ve yorgunluktan kapanmaya başlayan göz kapaklarına hükmedemeyerek tatlı bir uykuya dalar. Bir süre sonra güzel bir rüya ile baş başa kalır.
Masmavi bir gök kubbe altında ve şirin bir yerdedir. Rüyasında birdenbire gökyüzünün tabakalar halinde yarıldığını görür çoban.
Yarılan gökyüzünün içinden son derece güzel bir kız çıkar ve bizim delikanlı çobana yaklaşarak selam verir.
Yardıma geldiğini, korkmadan kendisini dinlemesini ister:
"Bak, şimdi sana bir dua öğreteceğim, iyi belle ve sakın unutma. Bu dua bütün tılsımları çözecek ve istediğin her arzu ve emelin yolunu açacaktır. Şu kapıya iyi bak…" diyerek onu Meher Kapı'ya doğru götürür ve çobana öğrettiği duayı okur.
Çoban birdenbire ne görsün; koca taş kapı yarılarak içeriye girilecek şekilde aralanır.
Güzel kız, genç Çoban'a "Haydi korkma içeriye gir" diyerek içerideki hazineyi ona gösterir. Duayı da tekrar tekrar okuyarak unutmamasını tembih eder.
Bir süre sonra çoban uykudan uyanır. Rüyanın etkisinden bir türlü kurtulamamıştır. Bir yandan bunu düşünürken bir yandan da sürüsünü toparlamaya çalışır.
Biraz da çekinerek rüyasında gördüğü kapıya yaklaşır; kızın öğrettiği duayı okur ve hayretler içinde taş kapının açıldığını görür.
Kapıdan içeri girince gördükleri karşısında gözleri fal taşı gibi açılır. Çobanın hayal bile edemeyeceği mücevherler, altınlar, elmaslar yığınla karşısında durmaktadır.
Sağına soluna bakar, sırtından heybesini indirerek heybenin her iki gözünü elleri ve ayakları titreyerek tıka basa doldurur.
Heybe o derece dolmuştur ki onu yerinden zorlukla kaldırıp sırtına alır ve dışarı çıkıp, evinin yolunu tutar.
Elmasa altına kavuşan çoban adeta uçmaktadır. Tüm umutları gerçeğe döneceği için dünyası şenlenmiştir. Neşesinden kaval çalmak ister.
Fakat heyecandan kavalını taş kapının içerisinde bırakmıştır. Tekrar kapının önüne gider ve ezberindeki duayı okur.
Kapı açılır, içeri girer, kavalını bıraktığı köşede bulur, gözü tekrar hazineye takılır, lakin onca aldıklarına rağmen çobanın gözü doymamıştır.
Kavalıyla beraber ortadaki kıymetli şeylerden bir miktar daha alır. Biraz daha, biraz daha derken kavalını ve son mücevherleri, altınları alıp kapıya yönelir.
Yeniden kapanan kapıyı açmak için ezberindeki duayı okuması gerekmektedir. Fakat dünya telaşı ve hırs ona duayı unutturmuştur.
Dua bir türlü aklına gelmez. Sağa koşar, sola koşar, aklını zorlar düşünür de düşünür… Fakat nafile, duayı bir türlü hatırlayamaz.
Yalvarır yakarır, ağlar, ama bütün bunlar boşa gider. Duayı hatırlayamadığı için dışarıya çıkamaz. Çok sevdiği yakınlarından, dostlarından ve sürüsünden ayrı kalır.
Dünya malına çok tamah edip bunu gereğinden fazla bir hırsa dönüştürdüğünü düşünerek kahrolur ve oturup için için ağlamaya başlar.
İşte rivayet edilir ki, şu anda bile Van Toprak Kale'nin yukarısında bulunan Meher Kapı'ya gelen ziyaretçiler kapının ardından bir inilti duyarlar ve kulaklarını kapıya dayadıkları zaman genç çobanın, içeriden gelen hazin ağlama sesi ile karşılaşırlar.
Demek ki, bu duruma düşmemek için hırsın ve haris olmanın kurbanı olmamak gerekir.
Tabi bunu derken korkak olmayı da öğütlemiyorum. Çünkü her ne olursa olsun, korkak olma, derim. Fark yaratan her zaman cesarettir.
Aşk, para ve liderlik cesurları sever. Fakat cesaret de güneşe gözlüksüz bakmak değildir, Meher Kapı'nın ardındaki çoban gibi…
Tedbiri elden bırakmayarak, bir elinde eğer başarıyı tutuyorsan öbüründe acıyı tutmasını da bileceksin.
Kazanmayı tasarlıyorsa kaybetmeyi de göze almalı insan. Hiçbir şeyi kaybetmek istemeyen biri, hiçbir şey kazanamaz.
Yukarıda belirtmeye çalıştım; Aristoteles, "Erdem mesotestir" der; "mesotes ise dengedir, dengeli olmaktır, denge de durmaktır."
Nasıl mı?
(Devam edecek…)
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish