Ali Lidar: Çok abartılı ve mübalağalı; ne yapacağız ki başka türlü?.. Bizi kuşatan gerçek, çok distopik, kâbus gibi

Kerem Bozkurt, Independent Türkçe için şair-yazar Ali Lidar ile konuştu

"Tesirsiz Parçalar"

"Alengirli Şiirler"

"Z Raporu"

"Büyük Kederler Küçük Öyküler"

"Aslında Herkes Farklı"

"Yolun Başı"

"Kişisel Edebiyat Atlası"

"Olmamış Kahraman Emeklisi"

"Hayata Rağmen Edebiyat"

"Edebiyatın Tesirli Parçaları"

"Tesirsiz Parçalar Süregelen"

Kitaplarının yazarı, edebiyatımızın en değerli kalemlerinden biri olan; şair-yazar Ali Lidar Hocamızı misafir ettik.
 

71574178-D603-41C5-8265-A9BEACA83D75.jpeg
Değerli öğrencilerim; Armağan Can, Hasibe Çolak, Huriye Doğan, Nuray Elçin, Ayşe Gümüş Çoban, Canel Işık, Gözde Özbenigör, Gizem Sucu, Dilara Sulu ve Yıldız Ulumeriç'e söyleşiye sundukları katkılar için teşekkür ederim

 

- Öncelikle Z Raporu isimli kitabınız hakkında konuşmak istiyorum. Yazarların kendilerini satır aralarında sakladığı ve okurların bir dedektif edasıyla yazarı aradığı metinler her zaman etkileyici olmuştur. Sanki anlattığınız parka gitsek o parkta sizi görebilecekmişiz gibi bir izlenim ediniyoruz. Siz yazdığınız hikâyelerin neresindesiniz? 

Öncelikle bunun tek bir doğrusunun olduğunu; yazar şunu yapmalı, bunu yapmamalı diyebileceğim bir formül olduğunu düşünmüyorum. Bu bir tercih meselesidir.

Sizin de söylediğiniz gibi bazıları satır aralarına bir şeyler serpiştirmeyi ve okurun biraz uğraşarak bulmasını tercih eder. Bazıları da hissettiği gibi, yaşadığı gibi, her neyse olup biten; bunu olduğu gibi nakledebilir.

Bilhassa öykülerde, yeni öyküler yaratmak ve yeni karakterler inşa etmekten ziyade daha çok kendi tanıklıklarından, kendi benliğinden ya da etrafta olup bitenlere dair izlenimlerinden yararlanılabilir. Haliyle yaptığım işlerin çoğu gerçeğe dair. Tamamen kurgu olan gerçekle teması olmayan bir öykü yazmadım bugüne kadar.

Bunu başka türlü yapan yazarlar da vardır elbette, onlara da saygı duyuyorum. Ben başka türlüsünü yapamadığım için böyle yapıyorum.

Evet, benim öykülerimin bir kısmında form Şirin Tepe Parkı'dır. Evden çıkınca park var, oraya gidiyorum sigara içmeye, dolayısıyla oraya dair şeyler yazıyorum. Beni kuşatan, benim içinde olduğum, benim içimde olan şeylere dair yazıyorum.

Blog sayfası açtığımda şöyle eleştiri alıyordum; "Günlük tutar gibi yazıyorsunuz, sonra günlüğünüzü kamuya açıyorsunuz. Özel hayatınızı çok fazla göz önüne seriyorsunuz, bundan hiç çekinmiyor musunuz?"

Cevabım da şu oluyordu; "Hayır". Çünkü zaten ilk kitabım çıktığında neredeyse 37 yaşındaydım. Belki on beş yıl önce bu tür kaygılarım, çekincelerim olurdu. Ama bir şekilde hayat bu türden kaygıları ortadan kaldırıyor.

Dolayısıyla canımın istediği gibi yazıyorum. Derdimi nasıl anlatmak istiyorsam öyle anlatıyorum. Buna dair de herhangi bir yöntem kaygısı gütmüyorum, bunu söyleyebilirim.
 

 

- Bütün mesleklerde ya da hobi olarak yapılan işlerde insanın sorumlulukları oluyor. Yazarların ise belki hiç görmedikleri insanlara ulaşabildikleri için daha fazla sorumlulukları var. Yazdıkları cümlelerde, söyledikleri sözlerde omuzlarında daha fazla yük olduğunu düşünüyorum. Yazarların bu yüke karşı kayıtsız ya da tarafsız kalması mümkün mü?

Yazar olarak, bir yazarın okuyuculara karşı sorumluluğu olduğunu pek zannetmiyorum. Çünkü sorumluluk biraz metazori bir şey.

Ben öğretmenim; elbette öğrencilerime karşı sorumluluğum var. Doğru düzgün yapmam gereken bir iş var. Bu işten ekmek paramı kazanıyorum. Ama yazarlıkla ilgili bugüne kadar hiç kimseye bir vaadim olmadı, haliyle biz anlaşma yapmış, sözleşme imzalamış falan da değiliz.

Elbette ki siz bir şeyler yazdığınızda insanlar da bunu okuduğunda, derdinizi anlattığınızda, birilerinde bunun karşılığını gördüğünüzde kendinizi iyi hissedebiliyorsunuz; ama bu bir sorumluluk duygusuna yol açarsa kaçınılmaz olarak baskıya da neden olabilir.

Bazı yazar arkadaşlarımda zaman zaman bunun kaygısını görüyorum. Bazılarında bu anksiyete sınırlarını da zorluyor. "Ya yazamazsam, ya yazabileceğim şeyleri yazdıysam ve bittiyse. Bundan sonra ne yaparım" kaygısı hakikaten bazen insanların yapabileceklerini de yapamayacak hale gelmelerine neden olabiliyor.

Çok genel bir çerçeve çizersek, bir entelektüelin topluma karşı birtakım sorumlulukları var mı, var. Bir entelektüel sorumluluğundan, aydın sorumluluğundan bahsedebiliriz. Ama bu yazarlara münhasır bir şey değildir.

Bir ekonomi uzmanı da, sanat tarihçisi de, antropolog da arkeolog da bu bahsettiğim bağlamda birtakım sorumlulukları taşıyabilir. Buna bir şey diyemem. Ama özel olarak yine kendimden bahsedecek olursam kimseye bir söz vermedim. Kimseye yapabileceğimden fazlasını da zaten vadetmedim.

Ben hikâyelerimi biriktirdim. Bunu da zamanı geldikçe; yazabildikçe insanlara sunuyorum. Bundan istifade etmek isteyen, okumak isteyen okuyor ya da okumuyor. Bu noktada kendini sorumlu hissetmek ağır bir yük. Belki böyle hissedenler bununla motive olanlar vardır. Ben hiç öyle düşünmedim.

Dediğim gibi kendim için yazar gibi yazıyorum. Açıkçası yazma esnasında bunu kimin okuyup okumayacağı ile çok da ilgilenmiyorum. Biraz da kervan yolda düzülür mantığıyla gidiyor hadise belki, bilmiyorum.

Ve bu bana iyi geliyor. En azından kendimi sınırlandırmıyorum. Çünkü her sorumluluk bir sınırlandırmadır. Kendimi bu yükten olabildiğince uzak tutmaya çalışıyorum. Ama dediğim gibi bunlar tamamen kendi yazma hikâyemle ilgili. Başka türlü bakanlar var mıdır olaya, vardır tabi.
 

 

- Yazarken öğretmen kimliğinizi nasıl dışarıda tutabiliyorsunuz?

Meslekte yirmi dördüncü yılım. Sistemde değişiklik olmasaydı muhtemelen seneye emekli olacaktım. İlk on yılda bazı şeylere biraz daha imtina ederek yaklaşabilirdim. Yani öyle tahmin ediyorum. Ama belli bir noktadan sonra bir türlü boş vermişlik geliyor.

Tabi özel koşullar da önemli. Ben göreve başladığımdan beri aynı okuldayım. Eskişehir'de bir proje okulu. Eski maarif kolejlerinden biri. Şehrin en yüksek puanlarını alan öğrencilerin alındığı okullarından biri. Yüzde 1'lik dilimle öğrenci alıyor. Bu çok önemli. Nitelikli öğrencilerle iş yapmak çok başka bir şey.

Ben felsefe öğretmeniyim. Sayısal derslerde maçı başka türlü götürmek de mümkün olabiliyor ama edebiyat gibi felsefe gibi derslerde eğer karşınızda nitelikli bir alıcı varsa bir kıymetiniz olabiliyor. Yoksa işiniz çok zor; otuz dakika, kırk dakika çok zor geçer.

Bunun dışında ilk kitabım çıktığında 37 yaşındaydım. 11 kitabım var. Maça biraz geç girdim. Haliyle o zaman da söyledim şimdi de söylüyorum. Ben öğretmenim. Bir şeyler yazmayı seviyorum. Bunlar hasbelkader yayımlandı, okunuyor.

Şunu da söylüyorum dün son şiirimi yazmış olabilirim. Yazmaya dair bir gelecek planım yok. Gelecek planım emekli bir öğretmen olmak. Bu artık bir yazgı gibi, değiştirebileceğim bir şey değil. Bu yüzden ben de adımlarımı ona göre atıyorum.

Mesela okulda yazan çizen adamı çok fazla sokmuyorum okulun bahçesine. Öğrencilerimle buna dair konuşmayız. Zaman zaman kitap imzalatmak için gittiğim bir kitap kafe var çarşıda. Oraya kitap imzalatmaya geliyor öğrenciler. Onlara da sorarım. Çok da hoşuma giden bir cevap verirler.

Her gün okuldayız neden okulda imzalatmıyorsunuz derim. "Hocam siz hep söylersiniz ikisini birbirine karıştırmamak gerek diye" derler. Evet, ikisini birbirine karıştırmamaya gayret ediyorum.

Dışarıda yazıp çizen bir adam var. Okulda Ali hoca var. O yazma çizme mevzuundan istifade etmiyor muyuz? Ediyoruz. Çocuklarla bir dergi çıkarıyoruz: Çınaraltı Dergisi. 15 sayı çıkardık. İddialı da bir dergi. Yaş ortalaması 15. Türkiye'nin her yerine bir şekilde ulaşmaya çalışıyoruz.

Bu yazarlık mevzuunun avantajlarından öğrencilerime bir şeyler devşiriyorum ama onun dışında çok o rolleri birbirine karıştırmamaya çalışıyorum. Ben bir şeyin propagandasını yapmıyorum. Ben öykü yazıyorum. Benim yazdığım öyküler de bunu gerektiriyor.

Sonuçta kanuna aykırı şeyler yazmıyorsanız yazdığınız şeyler sizi bağlar. Ama insan bir sansür uyguluyor ister istemez. Bu herhalde amiyane tabirle okulun tozunu yuttuktan sonra kendi kendine yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Dediğim gibi ilk öyküm çıktığında, görünür olduğumda meslekte 17'nci yılımdı. 
 

 

"Bu kadar çeldiricinin olduğu ortamda eline yazılı bir metin alan çocuğu takdir etmek lazım"

- Liseliler Ali Lidar okuyor, başka ne okuyor? Sizin gözleminiz nedir? 

Çocuklara ne verirseniz okurlar aslında. Hani şu zamanın ruhu meselesi var ya zamanı yakalamak konusuna doğru yaklaşmak lazım. Ben edebiyat üçlemesi hazırlamıştım. Hayata Rağmen Edebiyat, Kişisel Edebiyat Atlası ve Edebiyatın Tesirli Parçaları, orada 60'a yakın yazar üstünde durdum. Çoğu da kalburüstü yazarlardır.

Orada Tanpınar'dan da bahsettim. Adıvar'dan da bahsettim ve Mişima'dan bahsettim. Benim o kitabı yazma motivasyonlarımdan birisi de öğrencilerimdi. Ben yazan çizen biriyim. Hem de felsefe öğretmeniyim. Öğrenciler soruyorlar okulda "Biz kimleri okuyalım" ve elbette onların bazı okuma alışkanlıkları oluyor.

Onlara bir liste vermek kolay. Mesela Tanpınar okuyun demek ya da Aziz Ziya Bey okuyun demek kolay; fakat bunu gerekçelendirmeniz gerekiyor. 16, 17 yaşındaki çocuk neden Tanpınar okusun? Sadece "Türk Edebiyatı'nın önemli bir ismi" demenin hiçbir anlamı yok.

Bu üç kitabımın temel motivasyonu buydu. O çok sevdiğim 60 yazarı neden sevdiğim, ne bulduğum, hangi yönlerinin ıskalandığını düşündüğümü yazdım. Onları okuduklarında  onlara ne katacağını, ne vadedeceğini, onları sıkmadan anlattım.

Bunun geri dönüşünü aldım mı? Evet aldım. Bir ikincisi klasik fetişizminden kurtulmamız lazım. Klasik metinleri ben de hala döner dolaşır okurum. Şu an 7, 8 binden fazla kitabım var bunun 5 binden fazlası romandır.

Çocukların kitap okumaları çok önemli. Bu çağda bir sürü çeldirici var. Televizyonundan tutun da tabletine kadar bir sürü şey. Wattpat'te de okuyorsa, vampirli kitaplar da okuyorsa bir yerden yakalamak lazım.

Sonra, her ne okuyorsa o metinlerin düzgün türleri vardır. Mesela fantastik tür sevenlere ben Tolkien okutuyorum. Onun inşa ettiği "Orta Dünya" hakikaten muazzam. Bir klasik metinde bulabileceğiniz pek çok şeyi Tolkien metinlerinde de bulabilirsiniz ki artık Tolkien de bir klasik.

Ya da doğaüstü kitaplar sevenlere Frankenstein, Dr. Jekyll ve Mr Hyde okuyun diyorum. Ne okuyorlarsa o türün çok iyi örnekleri vardır. Onlara yönlendirdiğiniz zaman zaten geçiş çok zor olmuyor.  O zaman yönlendirmek daha kolay oluyor.

Onlar ne okuyorlarsa ben de kendimce o türün en iyilerini bulup okuyup onlarla aynı dilde konuşmaya başladım ve bunun çok faydasını gördüm. Çocukları okudukları üzerinden eleştirmek kolay. Bir kere bu kadar çeldiricinin olduğu ortamda eline yazılı bir metin alan çocuğu takdir etmek lazım.

Horlamadan, dışlamadan anlamaya çalışarak, 15 yaşında ki bir çocuktan hemen Tolstoy, Dostoyevski okumasını Çehov okumasını beklememeliyiz. Hayır, "okumaz" demiyorum; biz okumuştuk, ama zamanın ruhu başka bir şey dayatıyorsa ona da çok itiraz etmeden ara bir yola oturtmak lazım, diye düşünüyorum.

Ama benim gözlemlerim eksik ve sınırlıdır. Başka bir okulda çalışmadığım için benim muhatap olduğum öğrenci kesimi etkileşimin kolay olduğu bir kesim. Başka okullarda durum nasıldır, bilmiyorum.

Kendi habitatımdan söylediğim zaman işler fena değil. Hatta ben okuma yüzdesinin birkaç yıl öncesine göre gittikçe daha da arttığını görüyorum. Sanıyorum pandeminin çocuklarda böyle bir tesiri de oldu. Sadece tablet ve bilgisayarla, televizyonla meşgul olmamışlar, okumaya ayırdıkları zamanı da artırmışlar.
 

 

"İstanbul benim için uzaktan çok sevdiğim ama bir araya geldiğimizde asla yapamayacağımızı bildiğim bir sevgili gibi"

- Yazım hayatına adım atan, adı belleklerimizde yer eden, yazdıklarını keyifle okumaya başladığımız yazarlar İstanbul'u tercih ederken sizi Eskişehir'e bağlayan nedir? Bunun bir zorluğu var mı? Bir şehir bir yazara yeter mi sizce?

Eskişehir'de doğdum, burada büyüdüm. Babamın işi dolayısıyla ortaokul ve lisede biraz uzaklaştık. Biraz Elbistan biraz Kastamonu'da kaldım. Sonra döndüm dolaştım üniversiteyi Eskişehir'de kazandım. Ve burada bitirdim. Sonra atamam yapıldı öğretmen olarak yine Eskişehir'de bir okulda çalışmaya başladım.

Haliyle ömrümün 30 yıldan fazlası Eskişehir'de geçti. İstanbul özellikle yazan çizen insanlar için ütopya gibidir. Ben de çok seviyorum İstanbul'u. Ama İstanbul'da gezmeyi, dolaşmayı çok seviyorum. Sonra geri dönmeyi de çok seviyorum.

Yani iki üç gün süper ama ben eminim İstanbul'da 10 günden fazla zaman geçiremem. Çok insan var, çok araç var, çok bina var. Her şey çok. Eskişehir öyle bir yer değil. Özellikle benim bulunduğum yer şehrin kenar mahallelerinden birinde, evim de okula yakın. İşi saymazsanız zaten ki çocuklar benim işim, onu bir kenara bırakıyorum. Onun dışında çok az evle, çok az insanla, çok az araçla, her şeyin çok azıyla muhatabım.

Mesela şu an evimin bulunduğu apartmanda altı daire var. Teyzeler var, dedeler var; yaş ortalaması 80 civarında ve şu an herkes uyuyordur. Sekizden sonra hiçbir ses duyamazsınız burada. Bu benim için çok özel, çok anlamlı. Böyle bir şeyi İstanbul'da yakalayamayacağımdan da eminim.

İkincisi İstanbul tabi Türkiye'nin herhalde nüfus olarak dörtte biri, ekonomi olarak da yarısı dolayısıyla oradan çok yazar çıkması çok doğal. Ama bu iş sadece İstanbul'la sınırlı değil. Bugün bakıyorsunuz güneydoğudan Kemal Varol çıkıyor, Adana'dan Barış Bıçakçı; her ilden her şehirden çok yetenekli, çok saygıdeğer, çok iyi takip ettiğimiz yazarlar var.

Bunların İstanbul'da sayıca fazla olması İstanbul'da her şeyin fazla olması ile ilgili. Yani bu İstanbul'dan kaynaklanan bir özellikle değil bence. Ne bileyim en çok katil de İstanbul'dadır, en çok para kazanan futbolcular da İstanbul'dadır, dizi oyuncularının da herhalde en iddialıları İstanbul'da, her şeyin en çoğu İstanbul'da zaten.

Çünkü İstanbul 'çok bir şehir'. İstanbul benim için uzaktan çok sevdiğim ama bir araya geldiğimizde asla yapamayacağımızı bildiğim bir sevgili gibi. Yani asla bir araya gelemeyecek ama uzaktan uzağa akılları, kalpleri birbirinde olacak iki potansiyel sevgili gibi geliyor bana. Bir yanım hayran ama orada asla yapamayacağımı çok iyi biliyorum, yapamam.
 

 

- Eskişehir size yetiyor diyebiliriz o zaman.

Eskişehir çok büyük bir şehir değil ama büyük bir şehirde arayıp da bulabileceğiniz her şeyi bulabileceğiniz bir şehir. Benim arabam yok, ehliyetim de yok. Ben araba kullanmayı bilmiyorum zaten ama buradan çarşıya da okula da her yere yürüyebiliyorum.

Çok soğuksa ya da bazen çok sıcaksa taksiye bindiğimde işimi 15 liraya filan halledebiliyorum. Yani bir ucundan bir ucuna kırk beş dakikada yürürsünüz.

Fakat bir taraftan da dediğim gibi bir büyük şehirde ne arıyorsanız; konser, tiyatro, sinema, Eskişehir'de zaten bulabilirsiniz. O yüzden bir tür mikro büyükşehir Eskişehir, o yönünü de çok seviyorum.

Onun dışında zaten dediğim gibi ben şehrin kenar mahallesinde oturuyorum. Benim annem babam hemen bir arka sokakta. Babamların evi tek katlı bahçeli bir ev, hala bir şekilde müteahhitlerden koruyabildik orayı, bina diktirmedik. Bunları artık başka şehirlerde yakalamak zor.

Genç olsam, 20'li yaşlarımda olsam gözümü karartırdım. Çünkü evet taşrada olmanın dezavantajları var eğer yazıp çiziyorsanız birçok şey İstanbul'da dönüyor. İstanbul'da olduğunuz zaman bazı pozisyonları avantaja çevirmek mümkün. 20'li yaşlarımda olsam bunun cazibesine kapılıp belki o riski alabilirdim. Ama böyle 43, 44 yaşından sonra insan düzeni bozulmasın istiyor. Risk, macera filan hiç benim göze alabileceğim şeyler değil.
 

 

"Kontrolsüz mutluluk bazen huzur da kaçırabiliyor"

- Sanatınızın hayatınızdaki yeri nedir? Yolculuğunuzu nasıl tanımlarsınız?

Ben bir yolculukta olduğumu hiç düşünmüyorum. Hani yazıp çizdiklerimden bahsediyorsunuz. Tabi yazıp çizdiklerimin hayatımdaki yeri mi, yoksa aslında hayatımın yazıp çizdiklerimdeki yeri gibi çevirsek de olur. Böyle olunca da zaten kendiliğinden anlamsızlaşıyor.

Yani dümdüz bir hayat yaşıyorum. Sadece bazı hafta sonları enteresan bir şekilde bir yerlere çağırıyorlar beni ve gidiyorum. Sonra fotoğraf çektiriyorlar, imza alıyorlar tuhaf ama yani rahatsız falan değilim. Sonuçta isteyerek gidiyorum ama o anlar aslında yokmuş gibi.

Sonra tekrar eve geliyorum, oturuyorum. "Yemekteyiz" izliyorum, işte bugün kargodan birkaç kitap gelmiş, onlara baktım. Sabah da okula gideceğim, sonra dersten çıkıp yine aynı şeyleri yapacağım büyük ihtimalle.

İnanılmaz tek düze ve bu beni inanılmaz da huzurlu kılıyor. Kontrolsüz mutluluk bazen huzur da kaçırabiliyor. Çünkü çok devamlı olamayabiliyor. Devamlı olmadığı zaman da elbette mutluluğun yitimi mutsuzluğu beraberinde getiriyor. Bu da bir tür kaos.

Huzur iyidir. Evet, ülkenin en çok okunan dergilerinde yazıyorum. Kitaplar, evet fena değil. İlgi, alaka görüyor ama bir metin benden çıktıktan sonra uzaktan izliyorum. Herkes gibi kendime uzaktan bakıyorum. Yazdıklarıma da uzaktan bakıyorum ya çoğu zaman da bakmıyorum. Baktığımda da uzaktan bakıyorum. 
 

 

"Evet, çok abartılı ve mübalağalı, doğru ama ne yapacağız ki başka türlü? Bizi kuşatan gerçek, gerçekten çok distopik, kâbus gibi"

"Mutluluğun Otopsisi" isimli öykünüzde mutluluğun kaynağı olarak abartma kelimesiyle müthiş bir tespit yapmışsınız. Sizin karşılaştığınız, sizi çok etkileyen farklı abartma hikâyeleri var mı? 

"Abartıyorum çünkü anlaşılmak istiyorum." Sanıyorum Kafka'ydı. Evet, abartmadan anlaşılmak hakikaten zor. Bir de zaten sevinilecek çok şey yok. Bu yüzden sevinilecek bir şey bulunca onu biraz abartmak da lazım. Tabi buna mutluluk mu denir, sevinç mi denir tartışılabilir.

Bu yüzden zaman zaman kısa ama yoğun seviniyorum. Geçen gün mesela Murakami'nin yeni kitabı çıkmış. Hiç beklemiyordum. Haberim de yoktu. Takip ederim ama bir şekilde kaçırmışım. Onun öyküler de yazdığını biliyordum ama Türkçede yayımlanmamıştı. Bugüne kadar romanları ve birkaç düzyazısı yayımlanmıştı.

Gittim, birkaç tane aldım. Birini bir arkadaşıma hediye ettim. Birini başka arkadaşıma hediye ettim. Birini kendime aldım. Bir de incecik kitap 40 lira falan, ona rağmen sinirimi bozmadım. Aldığımda da çok sevindim.

Evet, çok abartılı ve mübalağalı, doğru ama ne yapacağız ki başka türlü? Zaten bir kâbusun içinde gibiyiz. Bizi kuşatan gerçek, gerçekten çok distopik, kâbus gibi.

Ben ekonomi falan mevzularına hiç girmek istemiyorum ama demin de söylediğim gibi şehrin kenar mahallesinde yaşıyorum. Burada her gün tanık olduğumuz yoksulluk, yoksunluk hikâyeleri o kadar trajik ki, bunlara takılıp kalırsanız perişan olursunuz.

Ben de abartıyorum yani "La Casa de Papel"in yeni sezonu gelecek diye haber oldu. Ben kendi kendime parti yaptım. Onun haberine seviniyorum ya da ne bileyim işte müzeye bir çocuk geliyor. Hiç ummadığım bir soru soruyor bana Küçük Prens ile ilgili. İnanılmaz hoşuma gidiyor. O an ki mutluluk birkaç dakikada tüketilecek bir mutluluk ama ben bunu yaymak istiyorum.

Küçükken babam kaymaklı bisküvi alırdı bir kutu. Annem de sayılı verirdi bize, üçer tane falan. Kardeşim Yasin hemen yerdi hızlı hızlı. Bense önce ikiye bölerdim, önce birinin üstündeki kaymağı sıyırırdım. Sonra yavaş yavaş yerdim. Kardeşim de benden nefret ederdi. Çünkü o çok çabuk bitirirdi. Ben onu dakikalara, saatlere yayardım. Bir tek kremalı bisküviyi bile böyle birkaç saatlik mutluluk sebebi yapabiliyordum. Demek ki o çocukluk alışkanlığı bir şekilde süregidiyor ki hala öyle yaşıyorum. 
 

 

"Sular durulunca; hesaplaşmaya geliyorsun, gerek yaşantınız gerek zihniniz de o hesaplaşmanın ve mahcubiyetin bakiyesidir herhalde"

- Bazı yazılarınızda finali hep annenize bağladığınızı gördüm. Bunun temel sebebi annenize düşkünlüğünüz mü? Ya da annenizin hayatınızdaki yeri mi? 

Yuvarlanan, çok tatlı, top gibi bir annem var. Tabi onlarla ilişkim iyidir. Dediğim gibi evimin hemen arka sokağındalar onlara her gün uğrarım mesela. Annemi çok seviyorum. Yani herkes annesini sever. Ben de çok severim.

Ama şöyle bir mahcubiyetim de var. Ben zor bir çocuktum. Yani saçma sapan nedenlerle uzunca bir süre epey üzdüm. İlk gençliğim öyle geçti. Yani böyle enteresan siyasi dalgalara katıldım. Çocukken ya da gençken anne, baba ve çocuk arasında çatışma zaten olur. Fakat bazı durumlarda bu çatışma çok asimetrik oluyor.

Bir örnek vereyim. Bunları aslında utanarak anlatıyorum ama bir taraftan da yeri geldiği için anlatmak istiyorum ki ancak böyle hesaplaşmak mümkün. Benim babam Adıyaman Kâhtalı. Babası yok, ölmüş; kardeşleri yok. Annesi başkasıyla evlenmiş. Köyde büyümüş. Türkçe konuşmayı, okuma ve yazmayı askerde öğrenmiş.

O zaman aile okulu diye bir sistem varmış. Askere gidenlere Türkçe öğretiyorlarmış ve biraz da okuma yazma öğretiyorlarmış. Haliyle şivesi biraz kırıktır hala.

Kastamonu'da lisedeyim o zaman. Sınıfımızda Muhasebe Müdürünün kızı, Park Müdürünün oğlu var. Benim babam da fabrikanın bahçıvanıydı. Ben utanırdım, mesela veli toplantısı olurdu babama haber vermezdim. Babam gelmesin isterdim. Çünkü herkesin babası gibi konuşmuyordu. Herkesin babası gibi giyinmiyordu.

İşte arkadaşlarımın annesi falan böyle özel günlerde döpiyes giyerdi. Benim annem kapalı bir kadındı. Ve diyorum ya kendimi ezik hissediyordum. Onlar yüzünden yalanlar söylüyordum arkadaşlarıma. "Benim babam işletme şefi" falan gibi şeyler söylüyordum.

Üniversiteyken yine başka nedenler oldu. Bu süreçte çatıştık. Yıllarca aramadığım, sormadığım, gitmediğim dönemler oldu.

Sonra çok pişman olmuştum tabi. Yani sonra hayat bana gösterdi ki bundan büyük geri zekâlılık yok. Benim dünyadaki en büyük şansım, annem ve babam iyi ki onlar benim annemle babam.

Herhalde bilinçaltımda da bu hesaplaşmayı bir türlü halledemediğim için lafı sürekli onlara getiriyorum. Annemden bahsetmeye çalışıyorum, babamdan bahsetmeye çalışıyorum bunu bir tür borç gibi görüyorum ve bir türlü içimde halledemediğim için.

Sanıyorum ki bunlardan haberleri yoktur onların tabi. Herhalde her bahsettiğimde, her yazdığımda birazcık daha o vicdan azabım hafifliyor olabilir. Bunu ölçüp biçerek, hesaplayarak yapmıyorum ama dediğim gibi başka bir şeyleri açıklayamıyorum. Bir tür mahcubiyet sanıyorum beni buna zorluyor.

Yani onları çok seviyorum. Bu zaten baki. Ama bir taraftan da asla telafi edemeyeceğim bir zaman dilimi var. Annem 35 yaşındayken saçlarında siyah kalmamıştı. Annem 61 doğumlu, ben 78 doğumluyum. 17 yaşındayken beni doğurmuş. O da bir tür çocuktu aslında bizi büyütürken.

Haliyle bizim çocukluğumuz ilk gençliğimiz sürekli çatışmayla geçti. Şimdi tabi o bir ihtiyar oldu. Ben de ihtiyarlığa doğru adım attım. Sular duruldu. Haliyle sular durulunca ne oluyor? Hesaplaşmaya geliyorsun gerek yaşantınız gerek zihniniz de o hesaplaşmanın ve mahcubiyetin bakiyesidir herhalde. 
 

 

"Herhalde gurur duyduğum bir iş varsa 'Küçük Prens Dil ve Kitap Müzesi'dir"

- "Küçük Prens Müzesi"… Bu fikir nasıl ortaya çıktı ve neden Küçük Prens? Yalnızlığı, idealist yapısı, sadakati? Sizi etkileyen ne?

Küçük Prens'i sevmemin birkaç nedeni var. Birincisi, yetişkinlere de çocuklara da hitap etmeyi becerebilen bir kitap. Çocukların rahatlıkla anlayabileceği ama asla çocuk kitabı olmayan bir kitap. Asıl derdi yetişkinlerle.

İkincisi felsefe öğretmeniyim ve Küçük Prens'teki metaforları çok önemsiyorum. Belki de kutsal metinler dışında en sembolik metindir. Mecazlarla, alegorilerle, metaforlarla yüklüdür. Ama dokuz yaşında bir çocuk bile bunların ne olduğunu bilmeden rahatlıkla okuyabilir.

Bu zordur. Çünkü çocuk edebiyatı, çocuk edebiyatıdır. Evet, hem çocuklara hem büyüklere bu segmentte hitap eden üç beş kitap sayılabilir. Mesela; "Pal Sokağı Çocukları", "Küçük Kara Balık", "Şeker Portakalı"; ilk etapta bunlar aklıma geldi, belki birkaç tane daha…
 

 

Ayrıca dünyada en çok dile çevrilen kitap Küçük Prens. Bunu çok önemsiyorum. Çünkü dil insanlığın bence en büyük kültür hazinesidir. Ne taşıyorsak ne aktarıyorsak bunu ancak dille yapabiliriz.

Geçmişte konuşulan pek çok dil bugün konuşulmuyor. Ama Küçük Prens bir anlamda bunların bekçiliğini yapıyor. Göktürk alfabesinde, Sümer alfabesinde, Maya dilinde ve artık ölü, insanların kullanmadığı dillerde Küçük Prens'ler var.  

Bir diğer sebep, 20'nci yüzyılda en çok okunan edebi metin oldu artık. 2015'e kadar "İki Şehrin Hikâyesi", "Yüzüklerin Efendisi", "Küçük Prens" kafa kafayaydı ama Küçük Prens arayı açtı.

Tabi bunların nedenlerine de bakmak lazım. Mesela Küçük Prens'i niye insanlar bu kadar çok sevdi? Neden herkes böyle mal bulmuş Mağribî gibi Küçük Prens'e saldırıyor? Bunun için döneme bakmak lazım.

Küçük prens 1943 yılında İkinci Dünya Savaşı devam ederken yayımlandı. Yazar da 1944'te öldü. Haliyle sonrasında kopan fırtınadan da haberi yok.
 

Antoine de Saint-Exupéry Wikipedia.jpg
Antoine de Saint-Exupéry / Fotoğraf: Wikipedia

 

1943'e baktığınızda da Batı'nın belki de Orta Çağ'ın karanlık zamanlarından sonra da en dramatik dönemleri. Çok övündükleri uygarlık ellerinde patladı II. Dünya Savaşı'nda. Bakıyorsunuz Almanlar muazzam bir medeniyet seviyesine çıkarmış çıtayı. Goethe'yi yetiştirmişsin Schubert, Mozart, Beethoven, Kant, Hegel, Nietzsche…

Felsefe sende, edebiyat sende; sonra krematoryumlarda adam yakmaya başlıyorsun. 6 milyon insan öldü. O çok övündükleri, çok güvendikleri uygarlık, bütün problemleri çözebileceklerini zannettikleri medeniyet tarihin gördüğü en büyük barbarlığa dönüştü.

Ve bu bilhassa aydınlarda, entelektüellerde çok yoğun bir hayal kırıklığına da vesile oldu. Adorno'nun sözüydü yanlış hatırlamıyorsam diyor ki:

"Auchwitz'den sonra şiir yazılamaz."

Evet, yani insanların toplama kamplarında yakılarak öldürüldüğü bir ortamda nasıl şiir yazacaksınız, nasıl edebiyat yapacaksınız, neye tutunacaksınız? Sanat öyle bir durumda ne işe yarayacak?

Haliyle bu her şeye yansıdı; resme yansıdı, edebiyata yansıdı, sinemaya yansıdı. Sonra o dönem felsefe de egzistansistler yoğun bir şekilde hâkim oldular. İnsanlar Camus, Kafka, Sartre okuyordu.

Tam da bunların ortasında Küçük Prens çölde bulunan vaha gibiydi. 'Ne olursa olsun enseyi karartmayın' diyen, dünyaya küçük bir çocuğun gözleriyle bakan; ama bunu yaparken kirlilikleri de ıskalamayan, hem insanların yitirdikleriyle ve kirlilikleriyle yüzleşmesine vesile olan hem de bunu yaparken ne olursa olsun umudun ortadan asla kalkmayacağını söyleyen ve bunu büyük büyük laflarla değil küçük küçük çocukların da anlayabileceği bir şekilde yapmayı becerebilen bir kitap Küçük Prens.

Yani hakikaten tesiri hacmiyle ölçülemeyecek kadar değerli. Elbette ki önce Batı, sonra bütün dünya bunun farkına vardı. Ben de hasbelkader bunu fark edenlerdenim. Yani Küçük Prens'in verdiği mesajı çok önemsiyorum. Çünkü o farklı gezegenlerde dolaşıp her gezegende farklı bir problemi yetişkinle karşılaşıyor.

Otorite takıntılı bir kral, sayılara kafayı takmış bir iş adamı ya da içkiye düşkün bir ayyaş… Aslında karşılaştığı tüm tipler hepimiziz, biziz, tek bir insan olabilir. Bizim zaaflarımızı, yitirdiklerimizi gözümüzün önüne seriyor ve bunu çok basit bir dil kullanarak yapıyor. Merkeze çocukları alarak yapabiliyor.

Tüm bunlar bence çok büyülü. Nihayetinde 80-100 sayfalık bir edebi metinden bahsediyoruz. Bir kitapla bu hesaplaşmaya vesile olabilmek, bunu sorgulatmak kolay kolay her yazara nasip olmaz.

Ayrıca ben de çok uzun yıllardır Küçük Prens'i heybeme koydum. Ona dair bir şeyler yapmak çok istiyordum.
 

 

Önce işe koleksiyon yaparak başladım. İlk önce Türkçedeki farklı baskıları topladım ki 400'ün üzerinde farklı çevirmen çevirmiş bu güne kadar Küçük Prens'i. İlk çeviren de benim için çok önemli.

Çok sevdiğim şairler vardır mesela, Zarifoğlu'nu severim İsmet Özel'i severim, ama gerek dil hassasiyeti gerek nahifliği benim için bir şairi hep ayrı kılar; Ahmet Muhip Dıranas… Çok özeldir…
 

 

Çok şiir yazmamıştır ama boş şiir de yazmamıştır. Dıranas şiirleri liseden beri benim dönüp dolaşıp yolda yürürken okuduğum şiirlerdir. Küçük Prens'i Türkçeye ilk çeviren de Ahmet Muhip Dıranas'tır. Bu da beni çok etkilemiştir.

Bu ilk çeviriden tutun en son çevirisine kadar -geçen hafta yeni bir çeviri çıkmıştı onu da aldım- 400'ün üzerinde farklı çevirmen Türkçeye çevirmiş. Önce bunları topladım. Sonra farklı dillerdeki Küçük Prensleri bir şekilde toplamaya çalıştım.
 

 

Yolum başka koleksiyonerlerle kesişti. Derken süreç içerisinde koleksiyon büyüdü. Velhasıl yaklaşık 420 farklı dil ve lehçede, Türkçede 400 farklı baskının olduğu 2000'nin üzerinde bir Küçük Prens koleksiyonu oldu.

Sonra koşullar elverdi. Okulda bir binamız vardı. Milli Eğitim'den izin aldık, bir bağış kampanyası yaptık, para topladık derken orayı bir müze haline getirdik. "Küçük Prens Dil ve Kitap Müzesi"ni kurduk.
 

 

Pandemiden hemen önceydi. Pandemi patlayınca maalesef müze de biraz sekteye uğradı. Ama şimdi işler yoluna giriyor. Eylülden itibaren gelen ziyaretçileri ağırlıyoruz.

Çocuklarla kitap üzerine, diller üzerine, eski kültürler üzerine, barış üzerine, kardeşlik üzerine büyüdükçe yitirdiğimiz şeylerin nasıl yitirilmeyeceği üzerine sohbetler ediyoruz. Öğretmenliğimi de yazarlığımı da çok ciddiye alamıyorum.
 

 

Çünkü öğretmenlik memuriyet, yazarlık da siz ne kadar takdir ederseniz. Ama şöyle dönüp baktığımda geriye, herhalde gurur duyduğum bir iş varsa bu müzedir. Çocuklar çok keyif alıyor, onlar keyif aldıkça ben çok keyif alıyorum. Öyle benim hayatımda çok özel bir yeri olan bir mekân oldu Küçük Prens Müzesi. 
 

 

- Sosyal medya çok güçlü. Ve bu güçle beraber bir linç kültürü hayatımıza girdi. Haklılığı araştırılmadan verilen anlık tepkiler söz konusu. Bu linç kültürü insanlığı hangi noktaya sürükleyebilir?  

Bunun mağdurlarından biriyim. Her gün birileri bunun mağduru oluyor, sanıyorum bu gittikçe kaçınılmaz olacak. Böyle böyle insanlar doğrusunun bu olduğunu görecekler, öğrenecekler. Başka yolu yok zaten.

Yani bu bir delilik. Yani hiç kimse, hiçbir şeyin aslını astarını öğrenmeye zahmet etmiyor artık. Zaman zaman ben de bunu yapıyorum. Linç değil belki ama işte gaza gelip görüp inanıp paylaştığım bazı şeylerin öyle olmadığına siz de belki tanık olmuşsunuzdur; ben de öyle oldum, oluyoruz.

Ve bu bize bir şeylerde öğretiyor. En azından vicdanlı ve biraz bilinçli insanlar sanıyorum bunu fark etme noktasına yavaş yavaş geliyorlar. Yani bu öyle bir asimetrik bir durum ki yatıp kalkıyorsunuz, hiçbir şey ile alakanız ve haberiniz yok ama birden bire binlerce insan bile sizinle ilgili binlerce şey söylüyor.
 

 

Geçenlerde Orhan Pamuk ile alakalı bir şey olmuştu, tekrar dava açılmış. Yazanlara bakıyorum yüzde 95'i okumamış Veba Geceleri'ni ki zaten okuyanlar utanç içinde. Girmezler bu polemiğe. Bir taraftan kızıyorum bir taraftan acıyorum.

Delirdiniz mi? Yok böyle bir şey yok. Bu adam bir romancı tarihi bir metin yazmamış üstelik Nobel almış adamdan bahsediyorsun.

İlber Ortaylı için böyle bir şey görmüştüm. Biri bir şey yazıyor. Doğrudur yanlıştır hiç bilmem. Mahkeme değiliz zaten. Bildiğin suç isnat ediliyor; fakat ortada ne mahkeme var ne yargı var ve o lokomotife atlamış binlerce insan.

Bu sistemin bir sorunu var. Ya bu sosyal medya sistemini ortadan kaldıralım ya kendi kendini imha edecek ortadan kaldıracak ya da insanlar "yanlış mı yapıyoruz" diye diye herhalde doğruyu bulacaklar.

En azından bir beyin mekanizması kurulacak. Bunun sürdürülebilir olmadığı çok aşikâr. Ama şunu da gözlüyorum, her geçen gün bir öncekine göre biraz daha temkinli davranıyor gibi insanlar. Bakalım, öğrenelim diyen sayısı iyice artıyor.

Kendi deneyimimden de bunu az çok biliyorum. Böyle böyle herhalde normalleşecek Hocam. Çünkü sosyal medya hayatımıza çok hızlı girdi ama ortada bir sosyal medya etiği yok. Hatta doğru düzgün bir yasal düzenleme hala yok.

Birden bire her şeyin merkezi oldu. Hepimizin eli ayağı oldu. Fakat buna dair ne bir ahlak geliştirebildik ne bir alışkanlık geliştirebildik ne bir savunma mekanizması geliştirebildik. Haliyle bu konunun etik kervanı da yolda düzülüyor. Çok da zaman geçmeden ben normalleşeceğine inanıyorum. 
 

 

"Bir daha kitap okuyamayacak olmak benim için bir kâbus olur"

- Bir seçim yapmak zorunda kalsaydınız yazmayı mı okumayı mı seçerdiniz?

Milyon kere okumak. Yazmak ile ilgili hiçbir iddiam yok ama okumak ile ilgili iddiam var. 40 yıllık okurum. 25 yıldır memurum kitaplardan başka hiçbir şeyim yok. Ne bankada param var, ne evim, ne arabam…

Yarın tek bir satır yazmayabilirim. Ama bir daha kitap okuyamayacak olmak benim için bir kâbus olur. Ölümden bile en çok bu yüzden korkuyorum. Benim ölmekle bir problemim yok, zamanı gelince hepimiz gideriz.

Ölüme dair en büyük üzüntüm şu, ben öldükten sonra bir sürü kitap çıkacak bazıları çok iyi kitaplar olacak ama benim onlardan haberim olmayacak. Ne ölümsüzlük ne de çok yaşamak gibi bir derdim yok ama kitaplar aklımı çok çeliyor. Benden sonra çıkacak kitaplarda kalacak aklım, gözüm açık gideceğim.


"Felsefe beynimize hava aldırır. Başka disiplinleri de başka işlevleri vardır ama felsefenin en önemli işlevi bu"

- Felsefe okumanın yazı yazmaya nasıl bir katkısı olur?

Şöyle; sorgulama becerimizi geliştirir, meselelere analitik bakabilmemizi sağlar. Bunlar herkeste biraz vardır ama bunları geliştirebilmemizi sağlar. Ve felsefe bizi farklı fikirlerle barıştırır, dogmatizmden uzaklaştırır.

Felsefe bir düşünce jimnastiğidir. Zihnimizin pencerelerini açar. Ben çocuklarıma da bunu söylüyorum: Felsefe beynimize hava aldırır. Başka disiplinleri de başka işlevleri vardır ama felsefenin en önemli işlevi bu.

Evet, bazen yorar ama aynı zamanda çalıştırır zihnimizi ona hava aldırır. Ben yazarken aldığım felsefe eğitimini özellikle işin içine sokmuyorum ama illaki siniyordur, sinmemesi mümkün değil. Felsefe tüm sanatların (bilim değil) vicdanıdır, en tepesidir. Haliyle yazma ve okuma noktasında bir yere varmak istiyorsak felsefesiz olmaz.


- Çok sevdiğiniz şiirlerden bir iki isim de alabilir miyim?

Tabii ki. Zarifoğlu'nun Ağartı şiiri var. Döner dolaşır içimden okurum;

"Sevgililer yüzüne karşılık geldim. Kaygı bağırdı göz evlerimde..." diye devam eden muazzam bir şiir.

Sonra İsmet Özel'in Of Not Being A Jew, diye bir şiiri vardır çok uzun bir şiir... Farklı farklı ezberledim yani tamamını ezberlemek çok zor.


- Çok da sembolik bir şiirdir, yani işin içinden çıkmak için bayağı bir can çekişir insan...

Yani İsmet Özel bu şiirde hepimizin zekâsı ve birikimine meydan okuyor zaten. Zaman zaman çok daraldığında hani ne bileyim tramvay beklerken kendi kendine hani bazı insanlar şarkı mırıldanır, ben de Of Not Being a Jew şiirini kendi kendime söylerken yakalıyorum kendimi. Hani var tabi öyle şiirler ama okuma noktasında sıkıntıdayım.


"Maalesef bizim hakikatli aydınımızın, gerçek entelektüelimizin en büyük problemi bu; sahipsizlik"

- Ben de Zarifoğlu ve İsmet Özel'i gerçekten çok severim. Zaman zaman arkadaş ortamlarında da İsmet Özel şiirlerinden bahsederim. Böyle zamanlarda şöyle bir tepki ile karşılaşırım; "Bu yazarı nasıl seversin? Nasıl okursun?" Siz de bilirsiniz yazarların kendi mahalleleri vardır ve karşı mahalleden bir yazar okuyunca bu tarz tepkiler ortaya çıkar. Siz de bu tarz sığ tepkilerle karşılaştınız mı? 

Tabi, tabi; çok. Yüzlerce kez karşılaştım. Genelde onların ağzının payını vermekle geçiyor benim zamanım. Çünkü çok ahmakça bir şey, tabirimi mazur görün. Velev ki başka mahalleden ya velev ki kötü insan olsunlar; beni şiir ilgilendiriyor, şiir!

Kendim gibi, kendi dünya görüşümden insanlar ararım, niye ararım; ahbaplık etmek için ararım. Bunlar benim ahbabım değil. Louis Ferdinand, Celine Antisemitist, Knut Hamsun Hitler hayranı, Juan Jele ömrünün yarısını hapishanede geçirmiş diye okumayacak mıyız simdi bunları?

Ne yapalım yani kızımızı verecek damat adayı aramıyoruz ki. Bu insanlar siyaseten bizden çok başka düşünüyor olabilirler, farklı düşünüyor olabilirler, hatta kötü insan bile olabilirler, diyorum yani her türlü kötülüğü düşünün, beni metin ilgilendiriyor. Okuduğum şey ilgilendiriyor, ondan aldığım haz ya da ondan beslenmişliğim elbette ilgilendiriyor.

Tabii ki bunun istisnaları da vardır bazı durumlarda hakikaten aklen, vicdanen farklı durumlara düşebilir insanlar ama temel olarak bir insanın siyasi görüşü, dini görüşü, ideolojisi beni niye ilgilendirirsin?

Kişisel Edebiyat Atlası'nda üzerine yazdığım yazarlardan biri Necip Fazıl'dı... O konu ile ilgili ben çok eleştiri ve çok soru aldım. Çünkü hani Tanpınar'ı yazmışsınız, Oğuz Atay'ı yazmışsınız, Necip Fazıl orada başka bir yerde duruyor. İşte, "Bu gericiyi neden aldın" diyen de oldu, "Ne alaka" diyen de oldu, "Yani o da edebiyatçı mı?" diyen de oldu...

Onların hepsine aynı şeyi söyledim, dedim ki:

"Siz ya önsözde ya da kitabı çevirirken başlıkta görmüşsünüz ama okumamışsınız. Önce okuyun. Çünkü okuduktan sonra zaten bana hak vereceksiniz."

Çünkü orada Necip Fazıl'ın beni ilgilendiren, insanlarında ıskalamaması gereken bir boyutundan bahsediyorum. Reis Bey ve Bir Adam Yaratmak metinleri üzerinden hareket ettim ve iddiam da şuydu; yani 40'ların 50'lerin o önde gelen egzistansiyelleriyle aynı segmentte metinler bunlar.

Aynı sarsıcılıkta, aynı çarpıcılıkta ve o güne kadar Türk edebiyatında böyle bir şey ile karşılaşmamış. Necip Fazıl'ı bir kesim çok manasız bir şekilde idolleştirmiş, hani ondan bir evliya yaratmaya çalışmış, saçma sapan bir şey ama diğer tarafta o kesim evliyalaştırdı diye yaptığı her şeyin üzerini örttü. Berbat şiirleri var doğru; buram buram hamaset kokan, mesaj veren...

Fakat yine söylüyorum gerek Bir Adam Yaratmak gerek Reis Bey bence Türk edebiyatında devrim. Ve bunların üzerine çok az konuşuluyor. Bunların üzerine çok az çalışıldı. Çünkü solcular fazla sağcı buldu, sağcılarda tapınmaktan üzerine düşünmeye fırsat bulamadılar ki bizde maalesef entelektüellerin kaderi bu.

Tanpınar da aynı şeyden mustaripti. Ne İsa'ya yarandı ne Musa'ya yarandı. Adam işte "Sükût Suikastı" diye bağırarak öldü.

Oğuz Atay, adam bir adım daha öteye götürdü. Yani, ben buradayım okuyucu. Sen neredesin? diye adam feryat ediyordu artık. Bunların ortak özelliği solcular hep fazla sağcı buldu, ya liberal buldu ya burjuva buldu. Sağcılar da anlayamadı, ortada kaldılar.

Maalesef bizim hakikatli aydınımızın, gerçek entelektüelimizin en büyük problemi bu; sahipsizlik. Sahip çıkanlar da dediğim gibi idolleştirmek derdinde.

Hayır, benim Necip Fazıl'la ne işim olur, onun ne dünya görüşüyle, ne yaşam tarzıyla ne de telkinleriyle işim olmaz. Fakat ortada anıt gibi bir şeyler duruyor. Bunlar üzerine konuşmak, bunları tekrar gündeme getirmekte gerek.

Ben o metinden etkilendiysem, bunun üzerine konuşuyorsam çocuklarıma bunu anlatıyorsam... Birileri bana şöyle böyle der diye ben onu almayacaksam kendime ayıp ederim, bir kere bunu kendime açıklayamam.

Benzer durum Zarifoğlu için de geçerli. Evet, Cahit Zarifoğlu özellikle düz yazılarında hakikaten insanı tahrik eden, zorlayan fikirlerde savuruyor. Fakat şiirlerine baktığınızda da ikinci yeni dâhil, daha önce kimsenin denemediği şeyleri denediğini görüyorsunuz.

Üstelik bulunduğu mahallede bunu yapmak acayip cesaret istiyor. İki kere takdire şayan bir iş. Ve çok genç yaşta öldü, gitti. Mesela benim çok hayıflandığım bir şeydir, çok merak ederdim, ediyorum, hala ediyorum.

Olgunlaşınca Zarifoğlu şiiri neye dönecekti acaba? Mesela İsmet Özel gibi mi olacaktı? Bence İsmet Özel şiiri hep büyüdü. Bir yerden sonra kesti, zirvede kesti artık jübile yaptı.

Zarifoğlu 40'lı yaşlarının başında aramızdan ayrıldı, çok merak ediyorum; şiirinin hikâyesi nasıl olacaktı, nereye evirilecekti? Benim içimde kanayan yaradır.

Evet, çok alıyorum o tür eleştirileri, bunun üzerine konuşmak da çok hoşuma gidiyor. Bunun bir ahmaklık olduğunu, meseleye böyle bakılamayacağını, bakılmaması gerektiğini her fırsatta söylüyorum.


- Yazmaya yeni başlayanlara önerebileceğiniz neler var? İlk kitabı yayımlanan Ali Lidar ve bugün konuşan Ali Lidar bu konuda nasıl tavsiyelerde bulunur?

Tavsiye çok iddialı bir kelime. Tavsiye ve vasiyet kelimeleri aynı harflerle yazılır ve bu bana büyük bir tevafuk gibi gelir. Genelde bütün işini bitirmiş, unu elemiş eleğini asmış insanların son sözü gibi gelir.

Bu yüzden tavsiye demeyeyim ama şunları söyleyebilirim. İlk olarak acele etmemek gerekiyor. Ben oldum demek kadar tehlikeli bir şey yok sanırım. Çünkü yaş ortalamaları 19-20 olan birçok kişiden "Şiir dosyası hazırladım, yayımlatmak istiyorum" gibi çok mesaj alıyorum.

Bir telaş var. İnsanlar bir şekilde bir kitap çıkartayım, o kitap vitrinde olsun, raflarda sırtı görünsün, eşe dosta vereyim telaşı içindeler.

İlk kitabım çıktığında ben 37 yaşındaydım ve kitabım çıksın diye bir derdim yoktu. Ben bloğumda kendi kendime yazıyordum. Samimiyetle söyleyebilirim ki ilk kitabım da Tesirsiz Parçalar da ve Z Raporu da genelde blogda yazdığım öyküler vardı. Canım nasıl istiyorsa yine öyle yazıyordum ama bazı noktalarda özensiz yazıyordum.
 

 

Kendime bir özeleştiri yapacak olursam fazla rahat fazla öfkeli olması gerektiğinden daha rahat olduğumu düşünüyorum. Mesela argo kullanılması gerekiyorsa kullanılır ama geri dönüp yazdıklarıma baktığımda aslında buna gerek yokmuş dediğim çok oluyor.

Blogda yazarken, yazdıklarımın bir gün kitap olacağı, 14-15 yaşındakilerin o kitabı okuyacağı ve benim o kitabı imzalarken hafif mahcubiyet duyacağım aklıma gelseydi onları yazmazdım ya da bazı kelimelerin yerine muadillerini seçerdim.

Son kitaplarımda buna dikkat etmeye çalışıyorum. Bunların hepsi zamanla, tecrübeyle gelişiyor. İkincisi okumadan yazmaya kalkmak çok tehlikelidir. Deha değilseniz ki hiçbirimiz deha değiliz. O zaman 19-20 yaşında başyapıt yaratamazsınız.

İstisnaları vardır mutlaka; bizim kuşaktan Hakan Günday var. İlk kitabı Kinyas ve Kayra'yı yirmili yaşların başında yazdı ve bizim kuşağın ikinci bir Hakan'ı da yok. Hatta bir sohbetimizde "O yaşlarda ne gördün, ne hissettin de bu kitabı yazabildin?" diye sormuştum ama bir cevap alamadım, alamayacağımı da biliyordum.

Ben buna deha diyorum. Ve deha olmadığımız için okumaktan başka yapacak bir şeyimiz yok. Yılmadan, bıkmadan, severek, mahalle ayrımı yapmadan okumamız, kendimizi geliştirmemiz, kelime haznemizi geliştirmemiz gerekiyor.

Okumak bize deneyimlemediğimiz şeyleri deneyimleme şansı veriyor. O deneyimin şahidi ve ortağı oluyoruz.

Son olarak, belki de ilk olarak kendimize "Yazmasam olur mu?" diye sormamız gerekiyor. "Olur" diyorsanız ona ayıracağınız zamanda kitap okuyun. Ben bunu yapıyorum. 'Ali bunu yazmasan olur mu?' diyorum. 'Olur' diyorsam yazmıyorum. Eğer cevap olmaz ise, bir şey eksik kalıyorsa, bu kayırlara geçmeli diyorsanız o zaman yazar olmanın ilk şartı yerine gelmiş oluyor zaten. 


- Ben de Hakan Günday ile ilgili bir anımı anlatayım. Bundan 8 yıl önce Hakan Günday'ı Boğaziçi Üniversitesi'ne gelmişti. Söyleşi bölümünde klasik sorulardan biri "Ne yazacağım?" Nasıl başlayacağım?" sorusu soruldu. Hakan Günday "Hayatınızı anlatın, gözlemlerinizi anlatın, herkesin hayatında bir farklılık vardır" gibi bir cevap verdi. Bir arkadaş kalktı ayağa "Benim anlatacak hiçbir hikâyem yok, hiç farklı bir şey yaşamadım. Ben ne yazacağım?" dedi. Hakan Günday birkaç saniye düşündü. "Dünyada 8 milyar insan, 8 milyar farklı hayat var. Biri bana çıkıp diyor ki: benim anlatacak hiç bir hikâyem yok. Müthiş bir roman konusu değil mi?" dedi. Hakan Günday, Çağdaş Türk Edebiyatında en beğendiğim romancılardan biridir. Son kitabı Zamir'i de önerelim bu vesileyle. Peki, sizin önermek istediğiniz kitaplar var mı?

Çok fazla var ama sınırlamak gerekirse Türk Edebiyatı'nda Halit Ziya Uşaklıgil'i mutlaka okumak lazım.

Son dönemlerde diziler yüzünden itibar suikastine uğradı ki sırf o iade-i itibar için bile okumak gerekir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay ve Orhan Pamuk diyebilirim.

Bu dördü arasındaki ilişki üzerine daha önce de yazmıştım. Bu dördünü okuyunca modern Türk romanının gelişimini de görmek mümkün oluyor. Bu yüzden bu dört yazarın yazdığı her şeyi tavsiye ediyorum diyebilirim.


- Keyifli sohbetiniz ve verdiğiniz samimi cevaplar için çok teşekkür ediyorum.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU