Tarihi çarpıtma fikri kurmacayla hakikate dönüşebilir: Kehribar Geçidi

Mustafa Orman Independent Türkçe için yazdı

Tarihin sırtında yer alan gerçeklerin, kurmaca yoluyla mucizeler yaratarak beklenmedik bir hakikate doğru uzanması elbette edebi metni biçimlendiren yazarın güdümünde var olur.

Tarih, kendi yokluklarını, varlıklarını hesaba katmazken, kurmacanın içinde koşturulan tarih, yazarın sorumluluğunda birçok şeyi hesaba katarak ilerler.

Bir aydınlanma fikrinin eşiğinde, deneyimlenen olaylar, durumlar ve hikâyelerin toplamında, yazarın görüleni görülmemiş bir biçime sokma, çekici olanı ilk kez çekici hale getiriyormuş gibi ayrıcalıklı bir konuma getirmesinde, kurmacanın önemi büyüktür.

Olaylar, durumlar ve hikâyeler tarihin arka perdesinde öylece dururken, bu tarih yazımının kurmaca metinde olağanüstü görülmesi, tarihi bilmemenin yanında okurun tepki göstermede adlandırmaya başvurmasından kaynaklanır.

Sonuçta tersine çevirme yöntemiyle yazar, olayı olağanüstü görünebilecek bir çizgiye yaklaştırır.

Bu noktada, Milan Kundera'nın Roman Sanatı kitabında, "İki şeyi karıştırmamak gerekiyor. Bir tarafta insani varoluşun tarihsel boyutunu inceleyen roman var, diğer taraftaysa tarihsel bir ortamın canlandırılışı, yani romanlanmış historiografi var" der.

Fikrin kendisine yönelik bu çıkarım, aynı zamanda fikrin tezahür edeceği noktaları belirlemeye götürür. Tarihin, sadece mekânsal ve dışsal faktörlerin şekli olarak öngörülmeyeceği belirtilirken insan ruhuna ve insanın yaşayışına odaklanan ayrıntılara da inilir.

Historiografiyi, bir tür çekmece ya da istiflenen bir yeri algılama olarak düşünürsek, toplumun anahtarlarını ortaya çıkaran, bir nevi toplumun fotoğrafını çekmeye yarayan bir tarihsel boyut inşasına götürür.

İster tarihsel olsun ister olmasın, romanın yegane duruşunda söylediği, işaret ettiği, parmak bastığı, gülümsettiği, ağlattığı ama kronolojileri bunun dışında tutarak sadece romanın söyleyebileceği bir şeyi söylemek kararlığında tarihsel roman kavramı yerini bulur.

Tarihin yaşantısına, bugünün yaşantısını giydirmek elbette romanın öz sınırlarındaki insana dair olanın perspektifini çizer. Yazar, aslolan tarihsel süreci, olay ve hikâyeleri insanın ruhundaki dünyaya temas ettirerek, tarihin arka perdesinde seslenmesini ve bunun işitilmesini sağlar.

Gerçeği teyit etmenin olanaksızlığı elbette her yazılı metinde bir sorun olarak karşımıza çıkabilir. Ama geçmişte yaşanan gerçeğin, bugün birebir bir karşılaşmayla, yani kurmaca metin yoluyla karşımıza çıkması hakikatin şimdiki zamanda da tekerrür ettiğini anımsatır.

Öte yandan, tarihin birden çok versiyona bölünmüş olması, anlatıların birbirine tezat düştüğü varsayılırsa, tarihsel romanlar bu noktada hakikati taşıyabilecek bir noktaya dönüşür.

Tam da burada, Julian Barnes'in On Buçuk Bölümde Dünya Tarihi kitabında, "Bilmediğimiz olayların üzerini örtmek için tarihler uyduruyoruz; birkaç gerçek olay etrafında sohbet ediyor ve onların etrafında yeni bir öykü oluşturuyoruz. Korkumuzu ve kederimizi sadece uydurmak hafifletebiliyor ve buna tarih diyoruz" cümlesinde, uydurulan bir şeyin hakikatin sınırlarına nasıl ulaştığını anlatır.

Bu vurgu elbette başlı başına açık bir önerme değildir, her zihinde farklı bir şifreleme ya da kodla başka bir anlama da evrilir. Sonuçta Barnes'in söylediği ya da açtığı gedikten sonsuz sayıda birbirini taklit eden, birbirinin kopyasına dönüşen birçok eser de önümüze çıkar.

Tarih ve tarih sayfalarının kusuruz görünme endişesinde yatan duruşu, kurmacanın onu yerle bir eden hakikatli uydurmasından gelir bir nevi. 


Nazan Bekiroğlu: Kehribar Geçidi

Nazan Bekiroğlu, Kehribar Geçidi romanıyla diğer metinlerinden farklı olarak hem dilsel, hem de muhteva bakımından gözle görülebilir bir farklılığa götürür. Ama bu farklılık her bölümde değişen bir ahenk ve tınıyla yeniden aynı doğrultuda kendini sürdürür.

Kehribar Geçidi'nde tarihteki Yedi Uyurlar efsanesine okuru ulaştıran Bekiroğlu, eski Roma'ya özgü tarihsel bunalımı günümüzde yaşanan her bir olayla örtüştürme çabasında olmasa da "uyuyanlar" metaforuyla dinamik hale getirir.

Zaman zaman rastlayacağımız halk söylenceleri ve tarihi arka planda dile getirdiği modern anlatı teknikleriyle iç içe geçiren bu ilerleyişini; tarih tüm tarihi almak değildir, tarihten bir kesit alma fikriyle tazmin eder.

Dini, mitoloji ve tasavvufi öğelerin yer aldığı metinde, tarihsel roman olma özelliğinden uzaklaştırsa da tam anlamıyla koparıldığı söylenemez. 
 

 

Tarihsel romanın formuna, Yedi Uyurlar efsanesi ve Roma tarihindeki devlet, din ve sınıflararası çatışmalarda rastlanılır. Romanın ilerleyişi bu iki durum arasında kaldığı için tarih fikri de asla romandan kopamaz.

Kehribar Geçidi'nin kurgusal temel direği Yedi Uyurlardır; efsaneye göre; mitolojik tanrılara inanışın, gücünü kaybettiği dönemlerde, tek Tanrıya inandıkları için eziyet edilmekten kaçan Hıristiyan dinine mensup Yemliha, Mekseline, Mislina, Mernuş, Sazenuş, Tebernuş ve Kefeştetayuş adında yedi genç, Putperestliğe dönmeyi kabul etmediklerinden Rum Hükümdar Dakyanus'un huzuruna çıkarılırlar.

Bu hükümdar, Putperestlik dinine bağlı kalmalarını, aksi takdirde kendilerini öldürteceğini söyleyerek birkaç günlük zaman verir. Köpekleri Kıtmir ile birlikte bu yedi genç ölümden kurtulmak için verilen süreden faydalanarak kaçarlar ve bu mağaraya sığınırlar.

Allah tarafından kendilerine 309 yıl süre bir uyku verilir. Bu karakterler romanda ise, Azatlı Köle Vitalis, Lahit Kopyacısı Efesli Linus, Kandilci Feliks, Yazıcı Köle Simonides, Çoban Fazelis, Gezgin Al-Mina ve Barbar Yüzbaşı Geta, son olarak da köpek Kehribar ile isimler değişse de hikâye algılanan biçimiyle yerini sağlamlaştırır.

Kehribar Geçidi'nde hem bu efsane hem de Roma dönemindeki devlet, din ve sınıflararası çatışma noktasında kişisel olanın tüm renklerine evrensel zeminde rastlanılır.

Bu tarihsel geçişlerin fragmanlar halinde görünmesinin bir diğer nedeni de politik, dini sonuçların toplumsal değişime yönelik çıkarımdır. Bekiroğlu, bireyi o dönemin çatışmalı ortamında resmederek aynı zamanda bireyin dışavurumuna dair bir iz bırakır: 

Yine de bu hayat, evet yaşıyordular, ama onların hayatı değildi. Her şey değişmiş bir onlar değişmemişti. Zihinleri ve kalpleri 309 yıl önce karlı bir gecede bir mağaranın kuytusunda gölgelerin arasında uykuya dalmadan önce nasılsa bugün de öyle. Daha dün gibi. Dün kaldıkları yerden bugün başlamışlardı. Yaşlanmadan, değişmeden, aynı beden aynı hafıza aynı zihinle aynı duyguyla. Sanki hiç yaşamamışlar gibiydi. Bir anda kaybolmuştu bir dünya, geri dönmemek üzere. Sadece şu gökyüzü kalmıştı geriye 309 yıl önce onları gören ve onların gördüğü, bir de Tiber. Bir de şu Kehribar Geçidi.


Nazan Bekiroğlu'nun özellikle devlet geleneğine yönelik tespiti, yüzyılları aşsa da kendi iklimini koruduğuna dair vurguyu bir daha hatırlatır.

Kalıplaşmış sistemlerin, kişilere bağlı bir dönüşüm sağlamayacağını, temeli inşa edilen bir gelenek üzerinden sürdürdüğüne yakınlaştırır.

Buradaki devlet yorumu, aynı zamanda tarihin bakışını gösterir: 

Bundan sonra bir ömür boyu Devlet'in üzerinde sadece düzeltme yapılabilirdi. Çünkü onun müsveddesi aslıdır. Tashih edilmemiş, hale yola sokulmamış, gramer baskısından yorulmamış. İlk halinde, yazıldığı günkü gibi. Kopya değil sahici, gölge değil kendisi. 


Orhan Pamuk'un "Tarihsel romanın görevi geçmişin kusursuz bir kopyasını üretmek değil, tarihi yeni bir şey ekleyerek anlatmak, onu zenginleştirmek, kişisel deneyimin hayalgücü ve ihtirasıyla onu değiştirmektir" yorumu, Nazan Bekiroğlu'nun Kehribar Geçidi'nde yararlandığı tarih, mit, din ve halk anlatıları bunu doğrular.

Nazan Bekiroğlu, özellikle Yedi Uyurlar metaforu ile toplumların uyanamama bilincini gösterirken, uyanışla birlikte hiçbir değişimin olmamasını yine devlet tespitiyle yineler.
 

nazanbekiroğlu.jpeg
Nazan Bekiroğlu

 

Bekiroğlu, tarih formunun yanına yüz yıllardır insanlar arasında yaşanan çatışmaların, iyiliğin, kötülüğün, savaşın, barışın, aşkın, ayrılığın, sevginin, sevgisizliğin, ihanetin, yardımseverliğin tüm kalıplarını tarihsel fon üzerinden akıtsa da anlattığı bugünün de insanıdır: 

Halk gönüllü aldanmaya dünden razıdır. Bir sihir içinde yaşadığını bilir ve kendisini uyandırmaya kalkışanın karşısına dikilir.

Kölenin kaderi efendinin avuçları arkasındadır ama bazen de efendinin yazgısı kölenin alnında yazılıdır.


Nazan Bekiroğlu, Kehribar Geçidi'nde insanların geçmişten günümüze dek, insanın kusurlarından, yasalardan, devletten, dinlerden, mitlerden, halk söylencelerinden güç alarak ya da güçten düşerek tarih sahnesini aynı korku ve endişelerle devam ettiren toplumların birer izdüşümü olarak dünyadaki yerini alır.

Farklı toplumların, insanların aynı form çerçevesinde bir insana, bir topluma dönüşmesinin çerçevesi, birden çok insan ve toplum kopyasını önümüze çıkarır.

Yüzyıllar önceki tarihin, biraz önceki insanın duygu ve düşüncelerindeki endişeyle buluşmasının dökümüdür bir nevi Kehribar Geçidi. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU