Bir çınar: Ahmedé Hepo
Söylemiştim, Bakü güzel bir şehir. Güzel ve değerli insanlar var orda. Onlardan biri de bende derin izler bırakan Bari Bey'di. Nevi şahsına münhasır, engin deneyimlere sahip kıymetli bir insan Abdülbari Bey.
Yaşamı meşakkatli, büyük işler başarmış, hayatı gerçekten romanlara konu olabilecek biri. Ertesi gün de buluşup ayrıldıktan sonra başka değerli bir insan olan Ahmedé Hepo ile buluşmaya gidiyoruz.
Ahmedé Hepo, uzun yıllar Kırgızistan'da sürgünde kalmış, sonra geri dönüp Ermenistan'da zor koşullarda okumuş, Azerbaycan'a geçip Sovyetler döneminde 30 yıl Yayın Kurulu Başkanlığı yapmış, daha sonra ünlü bir yazar ve dil bilimci olmuş yaşlı bir çınar. Bizi Fevzi Bey'in Bakü merkezindeki bürosunda bekliyor.
Büroya vardığımızda onun yemek için lokantaya götürüldüğünü, biraz sonra döneceğini haber alıyoruz. Ben bu arada lavaboda elimi yıkamaya çıkıyorum, tam o sırada o içeri giriyor Ahmedé Hepo.
Lavabodan çıkıp ona doğru gidiyorum. Büyük salondan içeri girdiğimde daha önceden yakınan görüştüğü Fevzi Bey ile ayaküstü sohbet ediyorlardı. Ona doğru hamle ettim, gidip sarılmak istedim bu yaşlı bilgeye.
Telefonda çokça konuşmuşuz, birkaç kez de beni Yekbun TV'de izlemiş, simamı tanıyor. O programlardan sonra her seferinde beni aramıştı.
Sadece aramakla kalmamış, Kafkas insanlarına mahsus bir kadirbilirlikle, memnuniyetini belirtmiş ve yükümü ağırlaştıran büyük iltifatlarda bulunmuştu.
Ben ona doğru hamle ederken birden elini kaldırdı, "Orada dur" dedi. Şaşırdım; bir hata mı ettim diye geçirdim içimden, neden öyle diyor acaba?
Onu kırmamak için, mecburen kapının girişinde durdum. Ben orada öyle dururken, o bana bakıp şöyle dedi: "Bir dağ gelmiş Bakü'ye..."
Böyle deyince olayı kavramaya çalışıyor ve etrafıma bakıyorum. "Sen bir dağsın benim için. Orada dur ki gelip senin gölgenin altından geçeyim" diyor.
Bunları duyunca utanıyorum, "estağfurullah" deyip yanına gidiyorum, sarılıyoruz birbirimize. Bu sefer beni daha da mahcup eden bir şey yapıyor koca çınar, "Hele dur, senin kalem tutan o kutsal ellerini öpeyim" diyor.
Bunu oğlu yaşındaki bana diyor. Hayatım boyunca babamın elinden başka el öpmediğim halde, birden otomatik olarak "Estağfurullah Apé Ahmed asıl ben senin elini öpmeliyim" diyor, elini öpmek için hamle ediyorum, bırakmıyor.
Sonra onun bu çıkışının altında yatan hikmeti kavramaya çalışıyorum. "O eller halkının esaretten kurtulması için yazıyor, o eller bu yüzden çok kıymetli" diyor.
İşte o zaman adeta yüreğim burkuluyor, onun bu yurtseverce davranışı beni çok duygulandırıyor ve aynı zamanda içinde bulunduğumuz durumu hatırlattığı için bir hüzün kaplıyor içimi o an…
Ape Ahmed ufak tefek bir adam ama demir leblebi. Her sözü bir kitap kıymetinde. Ölçüp biçip konuşuyor, konuştuğunda sanki her sözcük yaşadığı acılardan damıtılarak çıkıp geliyor ağzından.
Ben onun bu hamleleri karşısında şaşırıp kalırken o aslında ne yaptığını çok iyi biliyor. İşte o an, bu anlar, yaşadıkça unutulmamak üzere hafızama kazınıyor.
Levra, bunları ondan duymak benim için bir onur ama ben o an o duygu yoğunluğunda meseleyi anlamak yerine sadece mahcup oluyorum.
Sonradan anlıyorum ki, bunları ancak kendini aşmış, kendi varlığını halkına adamış, kendinden daha büyük bir amaca bağlanmış biri yapabilir.
Mevlana'nın Şemsi
Bu tablo aklıma Şems ile Mevlana'nın bir diyalogunu getiriyor. Yazar Ahmet Ümit'in "Babı Esrar" romanında anlattığı bir anekdottur bu.
Şems bir gün Mevlana'ya "Bana bir hizmetçi lazım" diyor, Mevlâna büyük oğlu Alaattin Veled'i getiriyor ona "Buyur pirim işte budur hizmetkarın" diyor.
Mevlana'nın, "Kendimi onda gördüm, o benim yeryüzündeki aynam" dediği ustası Şems, bununla yetinmiyor, sınamaya devam ediyor, ikinci gün "Canım şarap çekiyor" diyor.
Bu kez, Mevlâna, Konya'yı baştan başa arşınlayarak, gidip şehrin kenarındaki Hristiyan ustalardan en iyi şarabı bulup getiriyor, "Buyur mirim şarabınız" diyor.
Ve nihayet ağır hamle geliyor. Şems terazinin kefesini iyice yükseltiyor, "Bir kadınla konuşmak istiyorum" diyor, Rumi ona eşini getiriyor. Sonra çekiliyor.
Onu izleyenler "Neden böyle yaptın, bu yaptıkların yapılacak şey mi" diye çıkışıyorlar Mevlana'ya. Mevlana'nın cevabı herkesi şaşkına çeviriyor:
Şemsin sevgisi karşısında bunların ne önemi var?
Onu dinleyenler bunu anlamıyor ama Mevlâna ne dediğini, ne yaptığını çok iyi biliyor. Levra Mevlana'yı Mevlâna yapan Şems'tir.
İşte Apé Ahmed bunu bana anımsattı bana. Onun yaptığı bu hareketler ilk etapta yadırgatıcı geliyor, anlamakta güçlük çekiyor insan.
Sonra düşününce "Onun halkına olan sevgisi karşısında bunların ne önemi var" diyor insan kendi kendine.
Bu onunla ilk görüşmemiz, Allah geçinden versin, belki de bu son görüşmemiz olacak, ama sanki bin yıldır birbirimizi tanıyoruz gibi, bin yıldır dostuz gibi, hiçbir yabancılık yok aramızda ve birbirimizi çok iyi anlıyoruz.
Azerbaycan devletinin çok kültürlülük ile ilgili çıkardığı bir katalog kitaba, kendi halkını nasıl yazdırıp nakşettiğini, kendine has üslubu ile anlatıyor önce.
Ve sonra o almanağı bana hediye ediyor. Bu minval üzere koyu bir sohbet başlıyor. "Min bir ne ke/beni unutma" diyor. "Bîr" kelimesi Kürtçede hem "hatırlamak" hem de "kuyu" anlamına geliyor.
"Kuyu" sözü de Celadet Bedirhan'ı anımsatıyor. Onun sözü geçince Celadet'in Bakü günlerini ve sonra Suriye'de bir "kuyuda" nasıl öldüğünü anlatıyor kendine has sözcüklerle.
Kaderin cilvesi
Sevgili dostum, arkadaşım Mehmet Uzun bu isimde bir roman yazmıştı. Ben de Memed'e dair "Edebiyata Yolculuk" adıyla anadilin ruhu üzerine bir kitap yazıp onun anısına armağan etmiştim.
Çok yetenekli bir yazar olan Mehmet, ne yazık ki genç yaşta akciğer kanserine yakalandı. Doktorlar, dostları, hastanenin önüne çadır kuran dengbejler ve onu seven halkı, hepimiz çok uğraşmamıza rağmen kurtaramadık onu.
Kendine has bir yürüyüşle ardında onlarca Kürtçe roman bırakarak geçip gitti bu dünyadan; bir roman kahramanı gibi.
Ünlü Fransız romancı Balzac bir gün, yazdığı yeni romana ara verip, arkadaşlarının yanına gelir. Çok üzgündür. Bir arkadaşı sorar "Ne oldu üstat?" diye.
Balzac "Roman kahramanım ölmek üzere" der. "Bu kadar üzüleceksen öldürme o zaman" der arkadaşı. Usta romancı "Ne yapsam kurtaramıyorum" diye cevaplar.
Biz de ne yaptıysak kurtaramadık çokça Kürtçe roman usta romancımızı. Bunların çoğu sürgün romanlarıydı.
Levra o da bir sürgündü. Zaten Kürt aydını olup da sürgünden payını almayan varmaydı ki?
Mehmet gibi ben de sürgünü yaşamıştım, bu acıyı bilirim. Bir çivi çakma duvara/savur ceketi iskemleye/nasıl olsa dönersin bahara. Ben bahara dönerim diye gittiğim yerden tıpkı Mehmet gibi on yıl dönememiştim.
Ama biri vardı ki o çok derinden yaşamış, sürgünü yaşamıyla ödemişti: Onun adı Celadet Ali Bedirhan'dı.
Benim de yakından bildiğim, acılarla dolu yaşam hikayesini Ahmedé Hepo'nun kendine has üslubundan dinlemek bambaşkaydı.
CELADET diye biri
Celadet Bedirhan ilk ve ortaokulu İstanbul'da bitirdikten sonra, I. Dünya Savaşı'nda, Osmanlı ordusuna subay olarak alınır.
1914 yılında ordu Kafkas cephesindeyken birliği ile birlikte Bakü'ye gider. 24-25 yaşlarında yüksek hayalleri olan zıpkın gibi bir gençtir.
Askerliği bitince, geri dönmez, burada, bu güzel şehirde kalır ve Bakü'de üniversite okumaya başlar. I. Dünya Savaşı sonrası malum gelişmelerden dolayı Türkiye geri döner, okumaya devam eder, İstanbul Hukuk Fakültesini bitirir.
Daha sonra da Münih Ludwig Üniversitesinde de doktora yapar. İdeal sahibi, çalışkan, entelektüel ve cesur bir aydındır.
Bedirhaniler entelektüel düzeyi yüksek mücadeleci bir ortamda büyür. Nazım Hikmet arkadaşlarıdır, abisi Kamuran ile Nazım Hikmet sütkardeşidirler.
Nazım yıllar sonra, ölümünden iki yıl önce 1961 yılında, 60 yaşındayken adeta günah çıkarırcasına arkadaşı Kamuran Bedirhan'a Kürt meselesini ilk defa işleyen uzun bir mektup yazacaktır.
O yıllarda TKP adeta rejimin payandası olarak işlev görür, bu meseleyi hep es geçer. Birçok kişi bu durumdan rahatsızdır.
Dünyadaki benzer meseleleri şiir ve destan haline getiren Nazım da şiirlerinde bu meseleyi hiç işlemez, bundan dolayı eleştirilere muhatap olur.
Fakat o bu noktada resmi TKP'den ayrıldığını göstererek arkadaşı Kamuran'a uzun bir değerlendirme mektubu yazar. İçinde bazı eksik ve yanlış tespitler olmasına rağmen mektubun Nazım'dan gitmesi önemlidir.
Mektuba, Kürt halkının tarihsel ve kültürel olarak köklü bir halk olduğunu, Türklere tabi kılınmaması gerektiğini söyleyerek başlar, tarihsel ve sosyolojik bazı tahlillerden sonra Kurtuluş mücadelesinin "Vurun Kurt uşağı namus günüdür" destanlarıyla kazanıldığını belirtir.
Kurtuluşun ise birlikte mücadele ile kazanılacağını söyler.
Fakat daha önce köprülerin altından çok sular akmıştır. Osmanlı'nın dağılması sırasında kardeşi Kamuran ile birlikte Mustafa Kemal ile birçok kez yeni kurulacak devlet konusunda görüşmeler yapan kardeşler firaridirler artık.
Halbuki o zaman birlikte mücadele ortak vatan fikrinde buluşmuşlardı. Hatta Celadet o yıllarda genç yaşına rağmen bazı aydınlarla birlikte Kürt aşiretlerinin bir araya gelmesi için çaba sarf eder.
Fakat bu ileri gelenlerden hiçbirisinin diğerinin liderliğini kabul etmemesi (illeti!) nedeniyle bu konuda başarılı olamaz.
Üstelik Kurtuluş Savaşı başarıya ulaştıktan sonra ailece haklarında yakalanma ve infaz kararı verilir. Bunun üzerine onlar da yurt dışına kaçmak zorunda kalırlar.
Babası Emin Ali, kardeşleri Kamuran ve Süreyya ile Berlin'e giderler. Bundan sonra inişli çıkışlı sürgün hayatı başlar.
1925 yılında Almanya'dan Kahire'ye gelir Celadet, oradan da Suriye'de yaşayan amcazadesi Halil Rami'nin yanına gelir ve buraya yerleşir.
Burada hem alana yönelik pratik mücadelesini sürdürür hem de entelektüel çalışmalarına devam eder. Fakat hep yurduna özgürce geri dönme hayali ile yaşar.
Levra, gittiğiniz yer değil dönmek istediğiniz yerdir ait olduğunuz yer. Onun da kendini ait hissettiği yer ise Cizir-a Botan'dır.
Mir Celadet Emin Ali Bedirhan da hayatının sonuna dek bu umutla yaşıyor. Ne ki umutlar her zaman bu dünyada gerçekleşmiyor.
Kimi zaman büyük engellere çarpıp tuzla buz oluyor. Kim bilir belki de celadet gibi bizler de fırlatılıp atıldığımız bu dünyanın mağdurlarıyız.
Ama onun gibi amaçları uğruna ölümü göze alanlar ölümün mağduru olsalar da acılı yaşamın galipleri olarak tarihe geçerler.
Sürgünün çocuğu hep bir ikilem içinde yaşadı
Celadet düşünüyordu:
Zamanın zırhla kuşanmış bir dost gibi yanında belirdiğini görecek miydi, ‘hasımlarından' intikam aldığına şahit olup huzurlu, mesut ölebilecek miydi?
Bunu bilmiyordu. Levra zaman zalimdi ve ölümün yaşa başa, gelene geçene, amaçlarını bekleyene saygısı yoktu.
Geldi miydi alıp götürüyordu. Ölüm, hey ölüm, öleydin...
Bir şey daha vardı; daha doğrusu bir yanı daha var keskin ölüm bıçağının: Çoğu zaman intikamı, zulüm görmüşe bırakmaz, kendisi alır eline adaletin kılıcını…
En acımasız intikam, insanın insandan değil, zamanın insandan aldığı intikama dönüşür böylece. Zaman insandan daha zalimdir çünkü.
İnsan, kendisine yapılan fenalıkların intikamını görmek istiyorsa, R. Halit Karay'ın dediği gibi sıhhatine dikkat edecek, yapılan fenalıklar karşısında yılgınlığa kapılıp kendini koy vermeyecek, teslim olup midesinde ura, beyninde tümöre, ciğerinde kansere yol vermeyecek.
Yani uzun yaşamak için çokça çaba sarf edecek ki, kendisi alamıyorsa, zamanın zalimlerden intikam aldığını görebilsin diye.
Ama ateşin içinden yürüyerek gelenler bunu düşünmezlerdi, tıpkı Mir Celadet Ali Bedirhan gibi.
Celadet artık bir sürgündü tıpkı dedesi Mir Bedirhan gibi. 1839'da Tanzimat'ın merkezileşme politikalarını II. Mahmut'un oğlu Abdülmecit sürdürünce Kürtlere tanınan özel statüler de sonlandırılmak istenmişti.
Bu, Kürtlerle Osmanlı arasındaki ipin ve (1071'den beri süren) bağın ilk kez kopmasına neden olmuştu. Fermanı fırsat bilen bölge valileri merkezi vidayı sıkıştırıp devlet adına baskıya başvurmaya başladılar.
Bunlardan biri de Bedirhan'ın ilerlemesinden hazzetmeyen Musul valisi Muhammed idi. Valinin giderek artan baskı ve zulmüne dayanmayan Bedirhan Bey 1847'de başkaldırmış, fakat Osmanlı'nın oyunu, yeğeni Yezdan Şer'in ihaneti ile yenilgiyle uğratılmıştı.
Bedirhan Bey yenilginin ardından önce karayolu ile Trabzon'a, oradan gemi ile İstanbul'a, ardından da 120 kişilik çoluk çocuk maiyeti ile Girit'e sürgüne gönderilmişti.
Girit'te iken baş gösteren Rum isyanını feraset ve cesareti ile bastırmış, buna karşılık saray kendisine batıda olmak kaydıyla bir voyvodalık (valilik) teklif edince o bunu reddederek, kendi vatanına dönüp orada ölmeyi istemiş, Kürdistan'a geri gelmesi yasak olduğu için, Şam'a gelip orada vefat etmişti.
Bu acılı ve sürgünlerle geçen yıllardan sonra büyük Bedirhan ailesi dev bir kaya parçası gibi dağılmıştı.
Paramparça olan ailenin her bir parçası bir yere savrulmuştu. Celadet'in payına da Suriye düşmüştü. Suriye'ye gelen Celadet hiçbir zaman amacından vazgeçmedi. Mücadelesine burada da devam etti.
Aynı amacı taşıyan arkadaşları ve dostları ile 1927 yılında Lübnan'ın başkenti Beyrut'ta Xoybun cemiyetini kurdu ve ilk başkanı oldu.
Sonra büyük bir külliyat oluşturacak Hawar dergisini çıkardı. Xoybun siyasi olarak pratik çalışmalar yürütürken daha sonra çıkan Hawar da toplumu bilinçlendirip ortak hedefe yöneltecekti.
Celadet, ana dilini ve kültürünü yaşatmayı bir tarih bilinci olarak önüne hedef olarak koymuştu.
Xoybun, 1930 Ağrı serhildanının Sovyetler ve İran'ın desteği ile başarısızlığa uğratılması sonucu giderek zayıfladı ve yok olmaya doğru sürüklendi.
1930 yılında siyasi çalışmalardan uzaklaşan Celadet kendini tamamen kültürel ve dilbilimsel çalışmalara verdi ve evladı gibi baktığı ve büyüttüğü Hawar'ı çıkarmaya devam etti.
Ancak siyasi bir örgüt olan Xoybun dağılmış, moraller bozulmuş, kaynaklar tükenmişti.
Dedesi Bedirhan'ın vasiyeti her dem kulaklarında çınlıyordu. Ölmeden önce Şam'da bütün çocuklarını toplayıp onlara şöyle demişti:
Asla kültürünüzden ve dilinizden vazgeçmeyin, daima dilinize sahip çıkın, evinizde dilinizi konuşun. Çocuklarıyla evinde Kürtçe konuşmayanların öbür dünyada iki yakasında olacak ellerim.
Bu sözlerden sonra badireli hayatı son bulmuş yaşama gözlerini yummuştu.
Celadet babasının kendisine anlattığı bu vasiyeti ömrü boyunca hiç unutmadı. Siyasette başarılı olamayınca halkına dil ve kültür çalışmalarıyla öncülük etmeye çalıştı.
Dilin önünü açmak için Arap harfleriyle yazılı olan Kürt alfabesini Latinceye çevirdi ve bu alfabe ile yazılan Kürtçe yazıları ilk defa Hawar'da yayınladı.
Hawar 1943 yılına kadar 57 sayı çıkabildi. 1942 yılında onun bir eki olarak Ronahi'yi çıkarmaya başladı. Kıt kanaat koşullarıyla Ronahi'yi çıkarmaya ağırlık verdi. Ama o da bir yere kadardı.
Gazi Paşa'ya mektup
O sürgünde badireden badireye koşarken Türkiye'de cumhuriyetin 10. kuruluş yıldönümü nedeniyle af çıkacağı konuşuluyordu.
1933 yılında daha önceden tanıdığı Mustafa Kemal'e "Gazi Paşa Hazretlerine" diye başlayan son derece seviyeli ve diplomatik bir dille kaleme alınmış 100 sayfa tutan bir mektup yazdı.
Mektup hem bir analiz hem bir hesaplaşma hem de eleştiri ve öneriler içeriyordu.
Mektubun yazılış sebebi kuruluşun 10. yıldönümü nedeni ile çıkarılması düşünülen affa ilişkin yapılan çağrılar ile buna dair yapılan gerçeği yansıtmayan propagandalardı.
Celadet Bey mektubunda, "Çıkan af, aftan ziyade pişmanlık ve topluma kazandırma amacı güdüyor" diyordu;
Bizler pişman olacak bir şey yapmadık. Bizim çabamız, halkımızın temel hak ve hürriyetidir. Ayrıca bizi 150'likler içinde gösteriyorsunuz, bizim onlarla bir alakamız yok.
Bu af ile hedeflenen 150'likler gibi gözükse de asıl neden Şeyh Said ve Ağrı sonrası hala dağlarda dolaşan silahlı örgütlü grupların varlığı ve bunların yarattığı endişeydi.
Celadet Bey şöyle devam ediyordu:
Dahili Türkiye, Harici Türkiye'den (sürgünler ve ele geçirilmemişlerden) korkuyor, bu afla harici Türkiye'yi Dahili Türkiye'ye entegre ederek bu endişeyi ortadan kaldırmak istiyor. Bu yapılacağına çok eskilere dayanan Kürt sorununa çözüm üretiniz.
Celadet Bey 88 yıl önce adeta bu günleri gören bir uzak görüşlülükle mektubun sonunda, "Eğer bu gerçek tanınıp sorun çözüme kavuşturulmazsa, savaş ve inkâr politikaları devam ederse, bu sorun asla bitmez, yıllar geçse de devam eder. Sonradan Türkçü olan Ziya Bey'in (Ziya Gökalp'i kastediyor) Trabzon'da çıkan bir gazeteye verdiği demeçte söylediği gibi Kürtler buranın kadim halkı, Kürtçe ise Arapça da dahil bütün şark dillerinin en zenginidir" diyordu.
Sonra sözü Avrupa devletlerine getirip onların ikiyüzlülüklerine vurgu yapıyor, bu devletlerin yeni Türkiye'yi Sovyetlerden ve sosyalizmden uzak tutmak için Türkiye'ye kur yaptığını, bu nedenle Kürt meselesini göz ardı ettiğini söylüyor, "En den hürmetlerimle" diyerek mektubu bitiriyordu.
Ama istenen ile olan her zaman birbirine uymuyordu.
Kaderin gazabı
Bir gün morali bozuk bir biçimden eve geldi, karısı Rewşen Hanım baktı ki kocası çok üzgün. "Hayırdır Bey, biri mi öldü, niye bu kadar çok kederlisin" diye sordu.
"Hayır, biri ölmedi hanım, param tükendi, artık ne Hawar'ı ne Ronahi'yi çıkaramayacağım" diye cevapladı onu.
Kocasını çok seven Rewşen Hanım bu cevapla sarsılmıştı. Hemen diğer odaya geçti, çeyiz sandığını açtı, içinden bir bohça aldı ve getirip eşinin önüne koydu.
"Bunlar benim düğünümden kalan altınlarımdır. Götürüp sat, Hawarı ya da Ronahi'yi çıkarmaya devam et" dedi.
Eşinin bu hareketi karşısında Celadet'in kederi azalacağına arttı. O an sadece sustu ve sevgili eşini nemli gözlerle seyretti.
Nereden nereye gelmişlerdi. Koca bir miri miran hanedanlığından geriye içine düştükleri bu yoksul sefil durum kalmıştı.
Bunları düşününce kederi kat be kat arttı. Çünkü yüksekten düşenler çok incinirdi, ama zeminde yer tutanlar düşse de incinmezlerdi.
O gece oturup "Biluramın" kavalım diye bir şiir yazdı, derdini kavala anlattı;
Ey kavalım çal, senin yanık sesin arkadaşsız arkadaşları, göç ile kaçı aklıma düşürüyor.
Çal. Gel seninle yüksek dağlara gidelim.
Çal. Oradan Berazan yiğitlerine selam söyleyelim.
Çal, ey kavalım, dertli kavalım.
Gel seninle sulara karışıp Suruç ovasına akalım.
Orada gençlerin yüreğine girelim.
Bak gün akşama döndü.
Karanlık çöktü ova ve vadilerimize birden.
Ama korkma, bak duyuyor musun, sabahın seherine doğru yiğitlerin sesi geliyor.
Şafak yakındır. Uyan artık.
Celadet ve ailesi dedelerinin yüksek ideallerinin peşinden giderek her şeylerini yitirmiş naçar düşmüşlerdi. O akşam bir altınlara bir Rewşen'e bakmıştı.
Yazı, altından kıymetli görünmüştü gözüne. Karısının altınları ile Ronahi arasında kaldığında Ronahi'yi seçmişti.
Ertesi gün altınları götürüp sattı, sonra Ronahi'yi bu parayla iki sayı daha çıkardı. Altınlar, ancak bu kadarına yetmişti.
İki sayı sonra o paralar da tükendi. Bir çare bulmalıydı, ama nasıl? Levre ölümüne bağlı iddialını mutlaka sürdürmeliydi.
Aklına Suriye'de yaşayan zengin bir toprak ağası Kürt Mahmut Bey geldi. Kalktı onun evine gitti.
Ve kader kuyusuna giden yol
Mahmut Bey o gün evinde dostlarına bir ziyafet veriyordu. Hizmetçileri içeri girip, ona Mir Bedirhan'ın torunu Celadet Bey'in geldiğini haber verdiler.
Mahmut Ağa bunu duyunca hemen kapıya çıktı, "İçeri buyur Beyim, birlikte yemek yiyelim" dedi. Celadet Bey teşekkür etti.
Mir Bedirhan'ın azametli yıllarını hayranlıkla yad eden ağa onun bir derdi olduğunu anlamıştı. "Buyurun Beyim, bir arzunuz mu vardı?" diye sordu.
Celadet Bey, yekten "Çiftçilik yapmak istiyorum, ama toprağım yok, bana biraz toprak ver" dedi.
Mahmut Bey şöyle bir baktı, karşısında bir zamanlar Osmanlı'ya kök söktürmüş koskoca Mir Bedirhan'ın torunu duruyordu. Onun sözünü ikiletmek olmazdı.
Dışarıya çıktı, evinin önünde tarlaları ve arazileri uzanıyordu. Baş hizmetçisini yanına çağırdı, sağ elini gözlerine siper edip sol eliyle karşısında uzanan arazileri işaret etti;
"Şu tepeden sağdaki vadiye kadar, solda da alabildiğine uzanan düzlük hepsi bundan sonra Celadet Bey'indir" dedi ve baş hizmetkarına dönerek ekledi:
Celadet Beyle birlikte gidin en güzel yerleri seçin, neyi, nereyi beğeniyorsa kendisinindir.
Bunları duyan Celadet, hala içinde yurtsever hasletler taşıyan böyle insanlar olduğunu düşününce duygulandı ve bir o kadar da umutlandı.
O gün eve gönençli döndü, artık işleteceği bir arazisi, Ronahi'yi çıkaracak bir geliri olacaktı. Yenilikçi bir adamdı, çiftçilikte bir yenilik yaparak bu arazide pamuk ekmeye karara verdi.
Ancak bir sorun vardı, pamuk için su gerekiyordu, arazide su yoktu. Onun da çaresini düşündü. Bölgede kuyu vuran en deneyimli ustayı buldu.
Bütün alet adavatı tedarik etti. Kuyu vuracakları yeri tespit etiller, araç gereçleri oraya taşıyıp usta ile birlikte işe koyuldular. Yedinci günün sonunda suyu buldular. Kuyu derin, su gürül gürüldü. Keyiflendi.
Derken akşam bastırdı. Celadet Bey çıkan suya bakıp keyiflenince cebinden paketini çıkarıp bir sigara sardı, sigarasını eski yadigâr çakmağı ile yaktı, içine derin derin çekti, dumanını kederli kadrine dönüşen engin coğrafyaya savurdu. O an hülyalara daldı.
Usta "Hadi Beyim akşam oldu, eve gidelim, yarın gelip son bağlantıları yapar suyu tarlalara veririz" deyince, Celadet ona "Sen git usta, ben biraz daha oturup sonra gelirim" dedi.
Usta gidince, suyun akıyla birlikte aklı gerçekleşmeyen ideallere takılmıştı. Düşünüyordu, tefekkür ediyordu. Hüzünlü geçmişin harmanında kendisi ile hasbihaldeydi Celadet Bey.
Ve işte ölüm, ölesi ölüm onu bekliyor, bir ucu suya bir ucu kuyuya bağlı bir çıkrıkın ucunda ona gülümsüyordu.
Celadet Bey gelecekte oluşacak başka güzel dünyalara dalmışken bir ara ceketinin bir kenarı o farkına varmadan suyu yukarı çeken çıkrıka takılmıştı..
Kuyuda ölüm
Akşam olmuş Celadet Bey eve gelmemişti. Rewşen Hanım ustanın evine gidip sordu. Usta, ona olanı biteni anlattı.
Rewşen Hanım buna bir anlam veremedi, kuyunun bulunduğu yere gitmek istedi, fakat hem uzak hem de karanlıktı şimdi. Çarnaçar sabahı bekledi.
Sabahleyin yel yepelek kuyunun başına gittiler. Orada, Celadet Bey'in cansız bedeni suyun içinde öylece yüzüyordu.
Celadet Bey, akşam, usta gittikten sonra sigarasını içip geçmiş yenilgilere ve gelecek hayallere dalmış, farkına varmadan ceketinin bir kenarı kuyudan suyu çeken çıkrıka takılmış, kendini kurtarmayınca da çıkrık onu dibe doğru çekmişti.
Mala mini. Tankın topun, devletlerin, orduların yapamadığını bir küçük çıkrık ile biraz su başarmıştı. Doğumuna sebep olan kader kuyusu onu alıp ölüm kuyusuna atmış, bu dünyadan ekmeğini suyunu kesmişti (15 Temmuz 1951).
Doğumdaki mucize
Bedirhan Bey'in birçok oğlundan biri olan hukukçu Emin Ali Bey'in eşi hamileydi ve o hep bir oğlu olsun istiyordu.
Ona "Bir oğlun oldu" diye haber verdiklerinde yıl 1893'tü ve o gün Emin Ali Bey, Kadıköy taraflarında bir arazinin başındaydı. "Gözün aydın Beyim bir oğlun oldu" diye müjdeyi verdi sevinç içinde gelen adam.
Bey çok sevindi bu habere. "Sağ ol" deyip ona müjdesini verdi. Müjdeci adam bir saat sonra tekrar geri geldi, bu kez kem küm ederek "Beyim ömrünüze bereket olsun, çocuk yaşamadı, öldü maalesef" deyince, Bey de "takdiri ilahı, o zaman götürüp yıkayın ve defnedin" dedi.
Adamlar yeni doğan küçük çocuğu yıkamak için avluda bulunan kuyunu başındaki musalla taşına götürdüler.
Biri kuyudan çektiği soğuk suyu parkaca doldurdu, su buz gibiydi, öbürü elindeki maşrapayı parkaca daldırıp doldurdu, çıkardığı soğuk suyu bebeğe döktü.
İşte ne olduysa o an oldu. Buz gibi su bebeğin vücuduna değer değmez bebek birdenbire canlandı, ağlamaya başladı. Herkes "Neler oluyor?" diyerek, büyük bir korku ve irkilmeyle geri çekildi.
O an korku, şaşkınlık ve sevinç birbirine karışmıştı. Bu kez hizmetçi yel yepelek tarlaya koşup Bey'e tekrar durumu iletince, Bey "Subhanallah" deyip, yerinden kalktı kuyuya geldi.
Oraya vardığında herkes daha kuyunun başındaydı. Emin Ali Bey, oğlunu ellerinin arasına aldı, kulağına eğilip üç defa "Senin adın Celadet olsun, senin adın Celadet olsun, senin adın Celadet…" dedi.
Kadere bakın ki bir kuyunun başında ölümden dönen Celadet, yıllar sonra badireli bir hayattan sonra sürgünde, Suriye'de bir kuyunun başında yaşama veda ediyordu.
Kuyu, onun doğumunun da ölümünün de kader kuyusu olmuştu.
Dilbilimci, yazar, diplomat ve siyasetçi olarak ardında 18 yıl üzerinde çalışarak Latin harfleriyle oluşturduğu bir alfabe, Hawar ve Ronahi gibi kültür ve tarih hazineleri, beylikten sürgünlere uzanan mücadeleci ve acılı bir yaşam bırakarak kuyruklu bir yıldız gibi geçip gitti bu darı dünyadan.
Acılı hayata veda
Evet, bir insanın başka bir insanın içinden çıkmasıyla doğum mucizevidir. Önlenemez oluşu, sırlarla dolu oluşuyla ölüm ise ihtişamlıdır.
Mucizevi doğum ile ihtişamlı ölüm arasındaki yaşam ise bilinenin aksine sönük, sonsuz ve sıradan bir tekrardan ibarettir.
İnsanoğlu, doğumu ve ölümü değiştiremez ama hayatını değiştirebilir. İsterse bu sıradan, sönük yaşamdan görkemli bir ömür çıkarabilir.
Bunun için kendisinden daha büyük bir amaca bağlanması gerekir. Kendinden büyük ve değerli bir amaca bağlanmak ise cesaret, gerektirir. Feraset ve fedakârlık gerektirir.
İşte Celadet Bey'in de yapmaya çalıştığı buydu. O bir kuyunun başındaki mucizevi doğumu ve bir kuyunun başındaki ihtişamlı ölümü arasında uzanan karanlıkta bir ışık yakmak istedi.
Bu ışıktan korktular, korku zulmün yaratıcısı oldu. O yüzden ona zulmettiler, yaşamı sürgünler ve vurgunlarla geçti.
Ama o yılmadı, sonuna kadar mücadele etti, ölürken sonsuzluğa uzanan göğe bakarken beklediği güneşin bir gün mutlaka doğacağını biliyordu.
Bir gün mutlaka…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish