Postkolonyal edebiyat, en temelde Avrupa-merkezci gramerin karşısında konumlanan ve çoğu zaman moderniteyle doğrudan hesaplaşan birikimlerin bütünüdür.
Gerek Afrika gerekse Hint coğrafyasından beslenen postkolonyal yazarların ürettikleri farklılıklar edebiyatın kültürel çoğulculuğunu, zenginliğini göstermesinin yanı sıra çarpışan biçimsel/dilsel arayışlara da dikkat çekmektedir.
Afrika'nın, yani siyahların tarihselliği söz konusu olduğunda bu çarpışan biçimleri görebiliriz.
Siyahlık, sömürgeciliğin üretmiş olduğu "tarihsiz, öteki ve primitif" bir söylemdir bugün.
Tıpkı Afrika'nın kendisi gibi, siyahlık, hiçbir zaman insani bir değerle anılmaz; pek çok postkolonyal yazarın dikkat çektiği gibi, Rönesans'tan bu yana medeniliğin karşısında konumlanmış tüm negatif değerlerin ortak haznesi olarak ifadesini bulur.
Sadece Joseph Conrad ya da Karen Blixen gibi sömürgeci yazarlarda siyahlar belirlenmiş evrensel ölçülerin dışında görülmez, postkolonyal yazarlar da bu tarz sömürgeci anıştırmaları zaman zaman romanlarında işlerler.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Öyle ki zaman zaman Conrad'ın metinlerinin yeniden üretilmesinin ötesinde ırkçılığı/ayrıştırmayı barındıran ifade biçimleri postkolonyal edebiyatın kolonyal söyleme, özellikle Afrika söylemine saplantısını açıkça göstermektedir.
V. S. Naipaul, Abdulrazak Gurnah ve Angola doğumlu Portekizli romancı Pepetela'nın romanlarını okuduğumuzda Batı modernitesinin üretmiş olduğu evrensel gramerlerin gücünü fark edebiliriz.
Afrika edebiyatını yerel dillerin kapsamına alarak kıtayı indirgeyen Batıcı yaklaşımların bir propaganda olarak üretildiği günümüzde, Afrika gibi siyahlık da aynı dilin içine mahkûm edilmiştir.
Afrika edebiyatının en büyük özelliği milliyetçilik gramerlerine asla prim vermemesidir, bu yüzdendir ki Afrika'yı konuştuğumuzda ya da siyah coğrafyanın edebiyatını anlamlandırmak istediğimizde Kenya edebiyatı, Angola edebiyatı ya da Nijerya edebiyatı tanımları yanlış olduğu gibi Svahili edebiyatı, Yoruba edebiyatı, Zulu edebiyatı kategorileri de nakıstır.
Çünkü Afrika'da ulus edebiyatı yoktur; ulus edebiyatı yaratma çabaları da sonuçsuz kalmıştır.
Bugün zaten dünya edebiyatı da bu tarz tematik ve tarihsel ayrımlara göre belirlenmektedir. Nasıl bugün postmodern edebiyat bir ulus edebiyatı değilse, Afrika edebiyatı da bir ulusun dürtülerine hapsedilemez.
Şüphesiz bu tarz yanlış yorumlar, Afrika edebiyatının çıkış serencamını bilmemekten kaynaklanıyor.
Kenyalı romancı Ngũgĩ wa Thiong'o'un yerel dillerin üretimini destekleyen yazılarının bağlamını anlamak için de sömürgeci sistemin yapısını doğru okumak gerekir.
Şunu bir saptama olarak söylemek isterim: Afrika edebiyatında diller belirleyici değildir.
Talal Asad, bir yazısında Batı medeniyetinin mahkumları olduğumuzu hatırlatır.
Bunu biraz daha ileri taşıyan David Scott ise Conscripts Of Modernity [Modernitenin Lejyonerleri] çalışmasında modernitenin bizi mahkûm etmesini kritik eder.
Scott eserinde sosyal bilimler alanındaki genellemeciliği eleştirirken "problem-space" diye bir kavram önerir.
Yani, "mekân-sorunsalı" olarak ifade edebileceğimiz bu kavram gerek diaspora gerekse kıta Afrika'sını anlamak için bize yardımcı olur.
Mekân-sorunsalı, her şeyden önce, söylemsel bir bağlamı, bir dil bağlamını sınırlamaktır. Ancak kavramların, fikirlerin, imgelerin, anlamların ve benzerlerinin bilişsel olarak anlaşılır bir düzeninden daha fazlasıdır - ki kesinlikle böyledir. Bu bir argüman bağlamıdır, dolayısıyla bir müdahale bağlamıdır da. Başka bir deyişle, bir mekân-sorunsalı etrafında tanımlanabilir bir menfaatler ufkunun (kavramsal olduğu kadar ideolojik-politik menfaatlerin) asılı olduğu bir sorular ve cevaplar bütünüdür.
Scott, bu söylemsel bağlamı tanımlayan şeyin, yalnızca sorun olarak ortaya çıkan belirli sorunlar ("ırk sorunu" diyelim) olmadığını, aynı zamanda sorulmaya ve cevaplamaya değer görünen belirli sorular ve bir tür yanıtların tümü olduğunun altını çizer.
Mekân-sorunsalının zamansal boyutunun olduğunu, hatta zamansal bir kategori olduğunu da ekler Scott.
Scott'un bu çalışması pek çok açıdan önemlidir, özellikle bugün yanlış Fanon okumalarının belirdiği dünyada söz konusu kavramın ehemmiyeti de büyüktür.
Scott bir şekilde postkolonyal düşüncede geçmişi yeniden üretirken sömürgeci temsillerin belirleyiciliğini eleştirir. Yani kolonyalizm karşıtlığının ürettiği romantik dilin faydasız olduğunu vurgular.
Scott, şu soruları sorar:
Sömürgecilik karşıtlığı geçmiş, şimdi ve gelecek ile ilgili hikâye anlatımının belirli bir biçimine mi dayanır?
Geçmişleri, bugünü ve geleceği birbirine bağlayan anlatı antikolonyal metinlerin içinde mi inşa ediliyor?
Ya da antikolonyalizmin politik açısı kolonyalizmi bir çeşit kavramsal ve ideolojik bir nesne biçimi olarak inşa etmeye mi dayanır?
Bütün bu soruların yanıtı "mekân-sorunsalının" ürettiği zamansallıkta saklıdır. Benzer biçimde bugün Afrika edebiyatı da egzotikleştirilirilerek modernitenin dışına itilmeye çalışılır.
Günümüzde Afrika edebiyatının ürettiği tarihselliği okurken Scott'un vurguladığı mekân-sorunsalı her zaman karşımıza çıkmaktadır.
Afrika edebiyatını bir gizem dünyası olarak gösterme gayreti de Afro-romantik söylemin eseridir.
Şüphesiz aynı sorun tarihselliğin edebi üretim biçimlerinde de karşımıza çıkar Afrika'nın tarihselliğini metinlerinde üreten Pepeleta, Naipaul ve Gurnah'ın yaklaşımındaki en önemli kusur, siyah geçmişi yıkarken yeni bir kültürel tarihselliği inşa etmeleridir.
Pepetela'nun Yaka, Naipaul'un Nehir Dönemeci ve Gurnah'ın Cennet romanları tam da yukarıda andığım mekân sorunsalının içine hapsolmuştur.
Sözgelimi, Cennet romanında yer alan şu metin, Gurnah'ın bahsettiğim ikili stratejisini gösterir:
Romanda Mohammed Abdalla yanındakilere Masaileri şöyle anlatır:
Vahşilerin ülkesindeyiz. Senin gibi ürkek bir çamurdan çıkmadılar. Her şeyini, hatta eğer elbiselerini kendine iyice sarmazsan erkekliğini bile çalar. Haya, haya! Bizi bekliyorlar!
Yaka romanından şu örnek Pepetela'nın yaklaşımını gösterir:
Kafirler vardı hepsi tacula kırmızısıyla boyanmıştı, vahşiler, kurşun sesini bastıran bir bağırışla pala ve mızraklarıyla gelirken biz koşup kaçtık.
Sömürgeciliği üç kuşağı kuşatan bir hikâyeyle anlatan Pepetela, aslında özgürlük mücadelesine katılarak siyahlar için savaşan bir aktivistir.
Dünyadaki en kötü şey monarşidir, siyahlar kölelikten tamamen kurtulmalıydılar ve papazlar siyahları asla medenileştiremez.
Suçluların, dışlananların mesken tuttuğu Sömürge Angolası'nda yerlilere medeniyet yoktur, denir romanda.
Pepetela romanda siyahları primitif, medeni, zaman zaman kafir diye ayırır. Bir yanıyla siyahların sömürgeci sistemden kurtulmasını isteyen bakış açısı hâkim iken, öte yandan siyahların geçmişleri, animist kültürleri ötekileştiriliyor.
Bu tarz örnekleri çoğaltmak mümkün. Esas vurgulamak istediğim, postkolonyal yazarların içinde bulundukları dilin kendisidir.
Sömürgecilik eleştiriye tabi tutulurken aynı gramerle konuşmak, yabancılaşmanın en dip noktasıdır. Bu günümüzde pek çok yazarın içine düştüğü handikaptır.
Bu bağlamda Gurnah, Naipaul ve Pepetela gibi yazarların sömürgeciliğe karşı çıkarken bile uygarlık söylemine sahip çıkmaları sorunludur.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish