Yönetmen Ferit Karahan ile 'Okul Tıraşı' üzerine: Yatılı okul bir ömür sürer

58. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nden "En İyi Film", "En İyi Senaryo" ve "En İyi Kurgu" ödülleri alan 'Okul Tıraşı' filminin yönetmeni Ferit Karahan ile Independent Türkçe için buluştuk

'Okul Tıraşı' korku, baskı ve insani çelişkilerin hüküm sürdüğü bir yatılı bölge okuluna yerleştiriyor kamerasını.

Doğu Anadolu'nun ücra ve karlar altındaki bir yatılı bölge okulunda geçen film, çocuklar kadar öğretmenlerin de mahkuma dönüştüğü karanlık bir atmosfer yaratırken, gerilim dozu bir an düşmeyen küçük bir başyapıta dönüşüyor.  
 

Berlinale Foto.jpg
Berlinale Film Festivali'nde 'Okul Tıraşı' ekibi ödülünü alırken


71. Berlin Film Festivali Panorama bölümünde dünya prömiyerini yapan yılın en iyi filmlerinden 'Okul Tıraşı', yurt dışında katıldığı festivallerde birçok ödüle layık görüldü.
 

130621_BD_1228.jpg
Fewrit Karahan


Berlinale, Fecr, Valencia, Hayfa, Ourense, Kazan, Palic, Atlantida, Antalya ve Chicago film festivallerinden ödüller alan 'Okul Tıraşı', Oscar yarışında da bu sene Türkiye'nin en güçlü adaylarından biri aynı zamanda.

Çocukluğu yatılı bölge okulunda geçen yönetmen Ferit Karahan ile okulla ilişkisinden, senaryo sürecine, çocuklarla film yapmanın zorluklarından, Kürt sinemasına uzanan keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
 

 

- 'Okul Tıraşı'nın Türkiye prömiyeri 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde gerçekleştirdiniz. Pandemi döneminde ekip olarak katıldığınız ilk festival oldu. Festival sizin için nasıl geçti?

Antalya Film Festivali benim için çok özel bir yer. Çok iyi bir izleyici kitlesi var. İlk filmim "Cennetten Kovulmak" da Antalya'da "En İyi Film" ödülü almıştı.

'Okul Tıraşı' şimdiye kadar 50'den fazla festivale gitti; ama ekip olarak doğru dürüst bir yere gidemedik pandemiden dolayı. Antalya'ya neredeyse bütün ekip katıldık. Seyirci, diğer film ekipleri, eleştirmenler ve sinemanın farklı alanlarında olan insanlarla filmi paylaşma şansına ulaştık.

Hem seyirci hem de sinema profesyonellerinin ilgisi beni mutlu etti. Sadece benim filmim için değil, dikkat ederseniz neredeyse bütün filmler dopdoluydu ve bu sinema açısından gerçekten iyi bir şey. 
 

 

"Biçimi politik filmler daha derin, mesajını gizleyen ve iyi veren yapıtlar olarak önümüze çıkıyor"

- Son yılların en güçlü yarışma seçkisi vardı bu sene. Seçkiye ve jürinin kararlarına dair ne dersiniz?

Bu kadar iyi filmi bir arada görmek çok iyi geldi bana kişisel olarak. Bu anlamda sanırım son yılların en iyi seçkilerinden bir tanesi. Böyle güçlü bir seçki içinde "En İyi Film" ödülü almak da beni ayrıca onore etti.

Genel olarak sinemanın politik bir sanat olduğunu düşünüyorum. Kamerayı koyduğunuz yer, ışık, ses vb. parçaların hepsi politikken, işlediğimiz konuları bundan ayrı düşünemeyiz.

Politik olma iddiası taşımayan bütün filmlerin politik okumasını yapabiliriz. Örneğin müzikal filmler, iki kutuplu dünyada yani ABD ve Sovyetlerin Soğuk Savaş'a girdiği dönemde politik bakış açısına sahipler.

Politik filmler dendiğinde sadece muhtevası politik filmler akla geliyor; fakat biçimi politik filmler daha derin, mesajını gizleyen ve iyi veren yapıtlar olarak önümüze çıkıyor.

Ben filmlere, politik-apolitik diye ya da türlerine göre ayırmaktan çok, iyi yapılmış ya da yapılmamış diye bakmaktan yanayım. Jüri politik bir jüri olabilir; ama daha önce dediğim gibi, bütün filmler politik. Bu anlamda sadece belli türde filmleri ödüllendirdiklerini düşünmüyorum. 
 

 

"Bu filmi yapmamın sebebi korkuyu kırmak, onunla yüzleşmek, yatılı okulla hesaplaşmaktı"

- Kürt çocuklarının okulla ilişkisi her zaman netameli olmuştur. Özellikle 80'lerden itibaren okullar korku ve asimilasyonun merkezine dönüştürüldü. Yatılı Bölge Okulu'nda (YİBO) okuyan biri olarak kişisel tarihiniz üzerinden okulla ilişkinizi konuşabilir miyiz?

İlkokulu ben köyde okudum. Ev, ahır, okul, sokak hepsi iç içeydi. İlkokulda çocuk olduğun için her şeyi farklı görüyorsun ve algılıyorsun. Ortaokula başlayacağım zaman yatılı bölge okulunu (YİBO) kazandım.

Abim beni okula götürdüğü zaman bütün yol boyunca aslında Japon tapınaklarına benzer bir mimarinin beni beklediğini ve samuray kostümleri giyip karate öğreneceğimizi düşünüyordum; fakat betonarme bir yapı karşıma çıktığı zaman büyük hayal kırıklığı yaşamıştım.

11 yaşındaki bir çocuktan bahsediyoruz. Yatılı okulda altı yıl okudum ve benim için zor bir deneyimdi. Daha doğa ile iç içe olan bizim gibi çocukların bir yere kapatılıp, şehre gitmeyip, toprağa dokunmayıp, hayvanlardan, aileden uzaklaştırılıp bir kamp gibi ortamda eğitilmeleri, kendi kimliklerinden arınmaları, asimile olmaları feci kötü bir şey.
 


Jacques Lacan'a göre aile, kültürel yapının taşıyıcısı ve birey düzeyinde oluşturucusudur. İnsanlık dediğimiz şeyi var eden, düzeni gerçekleştiren ailedir. Çocuk, aile üzerinden kültürel ve toplumsal düzene girer.

Fakat çocuğun aile bağlarını alıp daha başka suni bağlarla adapte etmeye çalışmak, en başta toplumsal düzene zarar verir. Bu bağlamda tanıdığım ve daha önce gözlemleme-araştırma fırsatı bulduğum bütün yatılı okul çocukları bir şekilde aile düzeni dolayısıyla toplumsal ve kültürel yapıyla sorunlar yaşıyorlar.

Şefkat almamış ve ailesi tarafından başı okşanmamış bir çocuk, büyüdüğünde kendi çocuğuna da ailesinin ona yaklaştığı gibi yaklaştığı sıkça görülen bir durumdur.

Bu filmi yapmamın sebebi biraz da geçmişte yaşadığım korkuyu kırmak, onunla yüzleşmek, yatılı okulla hesaplaşmaktı.

Füruzan'ın dediği gibi "Yatılı okul bir ömür sürer."  Bunu yapmak isterken de daha kurmaca bir yerde durmak istedim. Kendi çocukluğumun romantik ve başkasını suçlayan belgeselini yapmak istemiyordum. Sistemin insan üzerinde yarattığı baskının, davranış biçimlerimizi nasıl şekillendirdiği üzerine bir film, belli anlamda "korkunun filmini" yapmak istedim.
 

 

"Yatılı okullar, tıpkı 1970'lerdeki eğitim kampları gibi, 1950 sonrasındaki dönemin militarist kültürünün bir ürünü"

- Filmde, yatılı okulu adeta bir askeri okul ve kışla gibi resmediyorsunuz. Yatılı okullar, Türkiye'de militarizmin sınırlarını göstermesi açısından da önemli bir yerde duruyor değil mi?

Şimdiyi, tarihsel bir bağlamdan ayrı tutamayız. Ülkemizdeki militarizmin geçmişi çok eskiye dayanıyor. Hamidiye Alayları'ndan cumhuriyete ve günümüze sirayet eden militarizmin Türkiye'deki insanların üzerinde yarattığı dezenformasyona ve Kürtler üstünde kurduğu baskıya bağlıyorum.

1928'e kadar toplumun, iç ve dış mihraklara karşı askerileştirilmesinden bahsedebiliriz. Bu dönemde gerekli olduğunu düşünüyorum.

Ancak, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki iki kutuplu dünyada, Türkiye'deki askeri düzen topluma başka bir militarist ruh ekliyor. 1950'lerden sonra sağ ve solda eğitim kampları oluşturuldu ve çoğunlukla öğrenciler bu kamplarda askeri eğitim görüyordu. Sağı ABD, solu ise Sovyetler himayesine almıştı.

Bunu ilk başta okullarda görebiliriz. Bu yatılı okullar da, tıpkı 1970'lerdeki eğitim kampları gibi, 1950 sonrasındaki dönemin militarist kültürünün bir ürünü.

Asimilasyon da, tam da kışlaya benzettiğimiz bu militarizmin içinden çıkan bir olgu. Kışlada herkes aynılaşır, aynı ruha sahip olur.

Bu filmi yapmamızın kökeni biraz da bu tarihsel gerçeklikle ilgili. Toplumun militarizasyonu başlangıçta kişisel olarak beni, sonra etrafımda gördüğüm birçok arkadaşımı bir şekilde etkiledi.

Özellikle bizim kuşaktan birçok insan yatılı okullarda büyüdü. Okulun kışla ya da hapishane gibi görülmesinin sebebi toplum olarak böyle bir militarizasyon sürecinden geçmiş olmamız. 
 

 

"Dövülen çocuklar büyür ve başkalarını döver. Onlar da bundan zevk alırlar. Aynı bizim gibi... İşte kadim gelenek!"

- Filmde kara mizah yer alsa da çok karanlık bir atmosfer hakim. Yatılı okul, öğretmenlerin ve öğrencilerin mahkuma dönüştüğü, telefonun bile çekmediği, karlar altında bir hapishane gibi… Kişisel deneyiminizi merak ediyorum. Okula dair hatırladığınız güzel ve olumlu şeyler yok mu hiç?

Okula dair güzel şey, bana şimdi komik gelen; ama geçmişte yaşadığım trajik şeyler. Anne ve babasından ayrılmış, oraya bırakılmış yaralı ve sorunlu çocuklardan veya askeri görevini yapmaya gelen ya da sürgün gelmiş öğretmen ve idarecilerden bahsediyoruz.

Evet, bu anlamda karanlık bir atmosfer var. Öğrenciler gibi öğretmenlerimiz de korkarlardı ve korkularını def etmenin yollarını ararlardı.

Hiç unutmam, sınıfa yeni gelen kadın öğretmenimiz, savunmasız ve zayıf kişiliğini, içimizden seçtiği en masum çocuğu döverek örtmeye çalışıp, "Bakmayın narin göründüğüme. Yeri geldiğinde çok sert de olabilirim" demişti.

Bunu yalın bir kötülük olsun diye yapmadığını şimdilerde anlıyorum. Onun korkusu, yabancı bir coğrafyada hem kadın olmaktan hem de yalnız olmaktan gelirdi.

Dövülen çocuklar büyür ve başkalarını döver. Onlar da bundan zevk alırlar. Aynı bizim gibi... İşte kadim gelenek!
 


"Henüz merhameti öğrenemeden acımasızlıkla yoğrulmuştuk"

Biz öğrenciler de sütten çıkmış ak kaşık değildik elbet. "Siz, öğretmenlerden daha kötüsünüz" lafı, çoğu öğrencinin diline pelesenk olmuştu.

Henüz merhameti öğrenemeden acımasızlıkla yoğrulmuştuk. Bizim birbirimize uyguladığımız şiddetin tarifini yapmak zor.

Bildiğimiz tek şey, önemli sayılmak istiyorsan gücünün yettiğine zulmetmen gerektiğiydi. 

Biraz da Bremen Mızıkacıları gibi aslında. Bir sürü sorunlu hayvanın bir orkestra kurması gibiydik.     
 

 

"Çocuklarla çalışmak dünyanın en zor işlerinden biri. Çok zekiler, sürekli seni manipüle ediyorlar"

- Çekimler Van'ın Bahçesaray ilçesinde çok zorlu kış şartlarında gerçekleşmiş. Çekim süreci nasıldı? Çocuklarla çalışırken zorlandınız mı?

Açıkçası profesyonel oyuncularda çok zorlanmadım. Onlara hazırlık yapmamalarını, kafalarının boş olmasını, sette bir şeyler deneyeceğimizi ve olabildiğince minimal oyunculuk istediğimi söyledim.

Sadece setten önce gelip okulda vakit geçirmelerini istedim. Filmin ana karakteri Yusuf'un peşinden giderken onlar kostümlerini giymiş okulda diğer gerçek öğretmen ve öğrencilerle kaynaşıyordu.

Öğrencilerin birçoğu oyuncuları gerçek öğretmen zannediyordu. Bu hocaların davranış biçimini çok etkiledi.

Tabi çocuklarla çalışmak dünyanın en zor işlerinden biri. Çok zekiler, sürekli seni manipüle ediyorlar, bir şekilde seninle oynuyorlar, bir güç savaşı içerisindeler. Senin onların tuzağına düşmemen gerekiyor.
 


O yüzden bir mesafe koydum araya. Sette onlar gibi bir oyun oynadım. Hiç gülmüyordum. Biraz öğretmenleri gibi katı duruyordum. İncitmeden ve belli bir mesafeden iletişim kurmaya çalıştım.

Bu da bir saygı ve ciddiyet getirdi. Onlara, profesyonel oyunculara yaklaştığımda o sorumluluğu fark ettiler. Bunu başardığım noktada verim de aldık.

Daha önceki yönetmenlerin taktiklerini de kullandım doğrusu. Mesela Fellini'nin oyuncu yönetimi beni hep etkiler ve bunu sette kullandım. 
 

 

- Filmde Yusuf karakterine hayat veren Samet Yıldız'ın performansı çok övgü aldı. Son yılların en beğenilen çocuk oyuncuları arasında gösterildi. Onunla çalışmak nasıldı?

Çocuklar içerisinde en zorlandığım Samet oldu doğrusu. Çok güzel gözleri ve ifadesi olan bir çocuktu, ama birkaç defa farklı bir çocukla çalışsam mı diye düşündüm ancak ısrarla bırakmadım.

İlk günlerde özellikle çok zorladı beni. Yürürken kabadayı gibi yürüyordu. Türk dizilerinde gördüğü mafya karakterleri gibi konuşuyordu. Başlarda beni çok rahatsız etti ama çok uğraşınca ve farklı yöntemler deneyince performansı daha iyi oldu.

Ciddi bir mesafe koymuştum aramıza ve bu yüzden de ciddiyetimden dolayı çekiniyordu benden. Bir de sanırım filme inandı. Samet'le sonrasında da iyi bir bağ kurduğumuzu düşünüyorum. 
 

 

- Bir daha çocukların olduğu bir film yapar mısınız?

Evet, yaparım; fakat bu çok farklı ve zor bir filmdi. O kadar kalabalıktı ki… Beş yüz tane çocuk vardı çünkü. Seti bitirip eve geldiğimde eşim Gülistan (Acet) dedi ki "Benim eşim nerede?"

Bir hafta kendime gelemedim. Sakallarım beyazladı bu süreçte. Aylarca seti bitiremeyeceğime dair kabuslar gördüm.

Samet'le iki yıl aradan sonra ilk defa Antalya Film Festivali'nde görüştük. Çok büyümüş. "İyi ki çekilmedik sahne bırakmadık" dedim ona ve birkaç gün yine seti bitiremediğim rüyalar görmeye başladım. 
 

130621_BD_1086 - Kopie.jpg
Ferit Karahan ile Gülistan Acet

 

"Birbiriyle çalışan çiftlerde dikkat edilmesi gereken ince bir çizgi var"

- 'Okul Tıraşı'nın senaryosunu eşiniz Gülistan Acet ile birlikte yazdınız. O da bir yönetmen. Onunla çalışmak nasıldı? Senaryo yazım süreci nasıl geçti?

Senaryo yazım öncesinde çok tartışıyoruz hikayeye dair. Genelde bir şekilde aynı çizgiye geliyoruz; ama çok zor geçiyor tartışmalarımız.

Filmin ilk versiyonu 2009'a dayanır ve yıllar içinde çok gelişti; ama bu son versiyonu bir fona yetiştirmemiz gerekiyordu ve yedi günde yazdık. Senaryo da iyi gidince zevk almaya başladık.

İyi bir üretim biçimimiz vardı. Şimdi Gülistan'ın yeni filminin senaryosunu çalışıyoruz. Burada da benzer bir durum oluyor. Çok tartışarak ve sürekli yazdığımız hikayeyi sorgulayarak güçlü bir senaryo yaratmaya çalışıyoruz.

Birbiriyle çalışan çiftlerde dikkat edilmesi gereken ince bir çizgi var. Karşıdakini çok fazla olumladığınızda kötü senaryo çıkarken, sert bir karşı çıkış olduğunda da film daha kağıt üstündeyken ölüyor.

Bu yüzden gerçeklik çizgisini kaybetmememiz gerekiyordu. Sanırım bunu başardığımız ikinci senaryodur. İlki, Gülistan'ın kısa filmi 'Günah'tı. 
 

 

- 'Okul Tıraşı'nda yapımcı Kanat Doğramacı ile birlikte çalıştınız. Yapım süreci nasıl geçti?

Biz 2018'de çalışmaya başladık ve çok iyi bir iletişim sürecimiz oldu. Onun da bir beğeni düzeyi ve kendisine oluşturmaya çalıştığı filmografisi var.

Ön hazırlıkta çok sıkı çalışmamız gerekiyordu ve öyle de oldu. Nitekim başvurduğumuz hemen hemen her yerden destek aldık.

Yapımcı, filme gerçekten inanıyorsa -ki Kanat en az benim kadar inandı- bir şekilde her şey yoluna giriyor.  

Bir de şeffaf olmak çok önemli gerçekten. Başardığımız en büyük şey bu sanırım.
 

 

"Kürt sineması henüz kurumsallaşamadı; varoluş mücadelesi veriyor"

- Kürt sineması içerisinde kendinizi nereye koyuyorsunuz? Kürt sinemasıyla ilişkinizi konuşabilir miyiz?

Ben kendime dair hikayeler anlatmaya çalışıyorum. Çocukluğumu anlattığım zaman ya da kardeşlerimin hikayesini anlattığım zaman kendiliğinden politik oluyor; çünkü Ortadoğu'da her şey politik.

Kürt sinemasından söz edebilir miyiz, emin değilim. Bireysel performanslar var daha çok. Henüz kurumsallaşan bir sinema yok maalesef.

Zor şartlarda filmler yapan yönetmenler ve birkaç tane festival var. Onun dışında varoluş mücadelesi veren bir sinema bence Kürt sineması.
 

 

"Sinemacıdan önce iyi bir okur olarak görüyorum kendimi"

- 'Okul Tıraşı'nı izlerken birçok filmi ve kitabı anımsadım. Yılmaz Güney filmlerinden Bahman Ghobadi'ye, Kafka'dan 'Son of Saul' filmine birçok yönetmen ve yazarla akrabalıklar taşıdığını düşünüyorum filmin. Sinema ve edebiyatta sevdiğin, etkilendiğin isimleri konuşarak bitirsek…

Edebiyatta çok fazla etkilendiğim yazar var. Marquez'den Hesse'ye, Orhan Pamuk'tan Borges'e çok geniş bir okuma listem var. Çok okumaya çalışıyorum. Sinemacıdan önce iyi bir okur olarak görüyorum kendimi.

Filmlere gelince de, Tarkovsky'nin 'Ayna', Yılmaz Güney'in 'Yol' ve Bahman Ghobadi'nin 'Sarhoş Atlar Zamanı' benim için çok özeldir. Beni ben yapan filmler bunlardır.

Sinemada izlediğim ilk film 'Ayna'ydı. Görev bilinciyle defalarca seyrettim bu filmi. Bir ev üzerinden bir ülkeyi çok etkileyici bir biçimde anlatır Tarkovski. Baba, Tanrı, merhamet ve Sovyetlerin gerçekliğini küçük bir hikaye üzerinden vermesi çok büyüleyiciydi.

Yılmaz Güney'in 'Yol' filmi de öyle. İçerinin ve dışarının hapishane olduğu, insanların aslında dertlerinin en temelde politik bir sisteme bağlandığını gösteren çok güçlü bir film.  

Bahman Ghobadi'nin 'Sarhoş Atlar Zamanı'nı benim bir parçammış gibi görüyorum. Bir filmden öte, yaşadığım bir şey gibi görüyorum.

2000'lerin başında benim gibi gençlere, sinema yapma motivasyonunu ve gücünü veren bir film oldu aynı zamanda.

 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU