*Görüşürüz Sayın Merkel
“Dünyadaki en kolay meşgalelerden biri, demokrasiyi kötülemektir.”
George Orwell, henüz İkinci Dünya Savaşı sürerken yazdığı Faşizm ve Demokrasi makalesine bu cümleyle başlar.
Zira demokratlar, demokrasiye inanmayan faşistler ve yine demokrasiyi büyük bir illüzyon olarak gören sosyalistlere karşı çıkmak durumundadır.
Üstelik demokrasiyi savunmak, pek kolay bir uğraş da değildir: İngiltere’de Chamberlain yönetimi Büyük Savaş’ı durduramamış; birçok demokratik ülkede alt sınıflar ülke yönetiminde söz sahibi olamamıştır. Orwell, “16 yaşındaki bir çocuk için demokrasiyi korumak, ona saldırmaktan zordur” der.
Böylesi bir dünyada demokratlar, bütün zorbalık sistemlerine karşı demokrasiyi aktif bir şekilde korumakla yükümlüdür.
Elbette 1941’den bu yana dünya da siyaset de çok değişti ama demokrasiye saldırmanın yeniden ‘kolay bir meşgale’ haline geldiği bir dönemi yaşıyoruz. Türkiye, uluslararası arenada bu yeni dönemin simge ülkelerinden biri.
Peki ya Orwell’in 80 yıl önce demokratların omzuna bindirdiği ahlaki sorumluluğu, yani demokrasiyi bu saldırıların karşısında savunma yükümlülüğünü, bugünün demokratları hâlâ omuzlarında hissediyor mu? Bu yüzyılın en önemli sorularından biri, belki de bu…
Ve ne yazık ki basit bir cevabı yok.
Dün Almanya’da biten 16 yıllık Merkel Dönemi’nin siyasi mirası yazılırken eski Şansölye’nin demokratik sorumluluğunu nasıl yüzüstü bıraktığı, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yaptığı sığınmacı anlaşması üzerinden sorgulanmalı.
Hatırlayalım…
Erdoğan’ın meydanlardaki dönüştürücü gücünü kullanamadığı; ülkenin otoriterleşen ve kanayan sorunlarına çözüm üretememeye başlayan hükümetine ceza kestiği aylardı.
2015’in Haziran’ında, genel seçimlerde AKP kaybetmiş; dönemin AKP Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, yeni bir hükümet kuramamıştı.
Türkiye, AKP’ye nota veriyordu adeta. Siyaseti tekrardan uzlaşı zeminine çağırıyordu.
Değişim rüzgarları, yıllar sonra ilk defa esiyordu.
Fakat Cumhurbaşkanı Erdoğan, fiili liderliğini bırakmadığı partisinin CHP ile ‘uzlaşmasına’ izin vermiyordu. MHP lideri Devlet Bahçeli de toplumun siyasete yaptığı çağrıya sırtını dönmüş, kimseyle koalisyon kurmaya yanaşmıyordu.
Ama Şansölye Merkel, ne bu rüzgarı umursadı ne de Erdoğan yönetiminin gittikçe otoriterleşmesine karşı ses çıkardı.
O dönemde, 2015’in başından 2016’nın ortasına kadar Türkiye’ye defalarca geldi.
Otoriterleştikçe medeni dünyadan kopan Erdoğan yönetimine karşı bu, hem içeride hem de dışarıda kullanılmak üzere verilen bir hediyeydi.
Merkel, Türkiye’de gittikçe güçlenen demokratik alternatifin liderlerini umursamıyor; tehdit edilen özgürlüklere dair sorulardan kaçıyor; sadece ve sadece mülteci krizi üzerinde uzlaşı arıyor, yoluna çıkabilecek -insan hakları, demokrasi gibi- bütün engellerden uzak duruyordu.
Zira Suriye’de bütün uluslararası aktörlerin el ele verip yaktığı ateş gittikçe harlanmış; toplum, çoğunlukla parçası dahi olmadığı bir iç savaşın ortasında kalmıştı.
İnsanlar kaçıyordu. Ölümden kaçıyordu. Tarafı olmadıkları bir çatışmadan kaçıyordu.
Hayata sığınmak istiyorlardı.
Fakat kapılarına kadar geldikleri Avrupa; düzenleri bozulur, ekonomileri zora girer, milliyetçi akımlar kontrol edilemez diye korkudan titrer haldeydi.
Merkel’in görevi, bu korkuları bertaraf etmekti.
Bunun için elinden gelen her şeyi yapacak; Avrupa’nın kendini üzerine bina ettiği değerleri, Türkiye’ye girerken vestiyere bırakacaktı.
Avrupa’yı Avrupa yapan değerleri korumak gibi bir derdi yoktu. Tersine; insan haklarını, demokrasiyi, uluslararası vicdanı, kısır çıkarlar için umursamıyordu.
Masaya bu şekilde oturdu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan için de bu bir fırsattı: Türkiye’nin kapısında durduğu ve Batılı değerleri temsil ettiğini iddia eden Avrupa Birliği karşısında elinde büyük bir koz vardı artık.
Onun yönetimi bu değerlerden uzaklaştıkça Avrupa’nın ses çıkarmasını engelleyecek; mülteciler için kapanan sınır kapılarını işaret edecekti bundan sonra.
Anlaşmaya, bu ortamda varıldı.
Merkel, Türkiye’de davulla zurnayla gelen otoriterliğe karşı sesini çıkarmadı.
Onunla beraber bütün Avrupa sustu.
Muhakkak ki Şansölye Merkel’in siyasi mirası, sadece Türkiye ile kurduğu bu iki yüzlü diyalog olmayacak. Ama Şansölye’nin Çin ve Rusya’daki zorba yönetimlere karşı başta Avrupa değerlerini koruyan, cengaver bir aslanı andıran tavrının yıllar içinde kağıttan bir kaplana dönüştüğünü; 16 yıl süren iktidarında bir noktadan sonra siyaseti tamamen realpolitikaya indirgeyip, uluslararası alanda değerleri hiçe saydığını tarih unutmayacak.
Ve şüphesiz ki Erdoğan ile değişim talep eden Türkiye’ye rağmen verdiği dostane fotoğraflar tarihin bir parçası olacak.
Bu, aslında, Almanya’nın dünya sahnesindeki kimliğine verilmiş de bir yara: Zira otoriterliğin en korkuncunu yaşamış bir ülke için başka otoriter rejimlerin yanında durmak, tarihi bir tutarsızlığın da tezahürü bir yandan.
Fakat bugün gerçekleşen seçimler, yine aynı Almanya’nın demokrasi mücadelesi veren ülkeler için neden önemli bir örnek olduğunu da gösteriyordu bir yandan.
Can dostum, T24’ün Dış Politika Editörü Kaan Kurtuluş, sahadan izlenimlerini yazarken bunun sebeplerini de açıkça anlatıyordu: Sadece 70 yıl önce Nazi Diktatörlüğü’nün altında ezilen ülke, şimdi korkudan değil umuttan, çatışmadan değil uzlaşıdan, sloganlara bezenmiş milliyetçilikten değil aklıselim politika tartışmalarından beslenen bir siyasetle seçime gidiyordu.
Sokaklarda miting meydanları kurulmuyor; seçim tartışmaları birbirine sövüp sayan düşmanların değil, ülkeye dair fikirlerini anlatmaya çalışan insanların etrafında dönüyordu.
Sandıktan ülkenin “kaderi” değil; bir sonraki yönetimi çıkacaktı.
Kimse varlığını bu yeni yönetime borçlu olmayacak; özgürlüklerini yeni iktidarın insafına bırakmayacaktı.
Seçime katılım da bu yüzden düşüktü.
Aslında bu, diktatörlüğün en acımasızını yaşadıktan sonra inşa edilmiş bir siyasi kültürün ve sistemin sonucuydu: Almanlar, ülke yönetiminin mutlak gücünü bir kişinin eline vermiyor; Meclis’te uzlaşıyı zorunlu kılan koalisyonlar kurmalarını siyasi partilerinden aktif şekilde bekliyor.
Yani sahne, Büyük Adamlar’a değil; işini bilen, aklıselim liderlere emanet.
Siyasetin karizmatik ve güçlü liderlerden ibaret olması gerektiği mitini bozan bir lider de varsa eğer; Merkel’dir. Ne Barack Obama gibi şairane konuşmalar yapıyordu ne de büyük iletişim kampanyalarıyla ülkeyi yönetiyordu. Sosyal medyada yoktu; tek cümlelik sloganlarla aklıselim tartışmalar yapılmayacağını biliyordu. Stilisti, kıyafetlerinin hiçbir zaman söylediklerinden daha çok dikkat çekmemesini sağlamakla görevliydi.
Türkiye ile ilişkiler bir yana; Avrupa’nın gidişatını tamamen yörüngeden çıkarabilecek ekonomik krizle mücadeleyi, bu şekilde verdi. Anti-Siyasi kimliğiyle girdiği seçimleri kazandı. Bu da Almanya’daki demokratik sistemin bir kazanımıydı.
Düşünün: 16 yıllık Hristiyan Demokratlar’ın Başbakanı Merkel’ken, kendini bu hükümetin ‘doğal devamı’ olarak Sosyal Demokrat lider ve eski Ekonomi Bakanı Olaf Scholz gösterebiliyor.
Fakat o dahi -tıpkı diğer adaylar gibi- mutlak güçle ülkeyi yönetemeyecek; Meclis’te yine diyaloğa ve uzlaşıya ihtiyaç duyulacak.
Bunca yıl kavganın, kutuplaşmanın ve ortak Türkiye hedeflerinin yok edilmesinin ardından; Türkiye için de yeni bir gelecek hayali kuranların hedefi, bu olmalı.
Zira Cumhurbaşkanı’na inanılmaz yetkiler veren yeni sistemden almamız gereken tek bir ders varsa, o da kontrolsüz gücün ve ülkenin sadece yarısının onayına talip olan bir siyasetin, milletin sorunlarına çözüm üretemeyeceğidir.
Geçen hafta Murat Sabuncu ve Levent Gültekin’in Halk TV’de söylediği gibi: Türkiye’de her kesim, kendine ait derin travmalar biriktirdi bugüne kadar.
Muhafazakarların 28 Şubat’ta yaşadıkları zulmü unutmasını beklemek de; modern/seküler kesimin AKP iktidarında hayat tarzlarına yapılan açık müdahaleleri görmezden gelmesini ummak da; Kürtlerin on yıllardır süren kendi kimlikleriyle yaşama özgürlüklerinin önüne çıkarılan engelleri bir kenara bırakmalarını talep etmek de mümkün değil. Ayrıca Türkiye için ortak bir hayal ve hedef kurgulanacaksa bu, sürdürülebilir bir çözüm de değil.
Öyleyse yapılması gereken, Türkiye’yi %50+1 gibi kısır ve statik bir sistemden çıkarıp, herkesin kendi kimliği, fikirleri ve siyasi görüşleriyle temsil bulabileceği; siyasilerin de ülkeyi yönetebilmek için kavgayı değil uzlaşmayı kullanmak zorunda kalacakları bir sistemin inşa edilmesi.
Demokrasi zemininde buluşamadığımız müddetçe her sandık hepimiz için “kader” olacak.
Buluşursak, bütün dünyaya da “demokrasiyi kötülemenin” pek de “kolay bir meşgale” olmadığını hatırlatacağız.
Bütün travmalarına rağmen bir araya gelip çözüm üretebilen bir siyasetle; toplumu çözüme ortak eden bir politik anlayışla, “16 yaşındaki çocuklar” için demokrasiyi savunmayı, ona saldırmaktan kolay kılacağız.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish