Neredeyse iki yıldır salgınla yatıp salgınla kalkıyoruz. Hepimizi evlere mahkûm eden salgın, hayatımızdaki her şeyi ters yüz etti. Ancak, Covid 19 insanlığın yüz yüze kaldığı ilk salgın değil elbette. Tarih atalarımızın savaşlar kadar salgınlarla da mücadele ettiğini yazıyor.
Anaodolu’nun salgın tarihçesi hakkında Independent Türkçe’ye konuşan ve dördüncü ile beşinci kolera pandemilerinin Karadeniz’e etkileri konusunda bir doktora tezinin sahibi olan Düzce Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. İsmail Yaşayanlar yaşadığımız coğrafyanın salgın deneyimlerine dair şunları söylüyor:
"Asya, Avrupa ve Afrika’yı birbirine bağlayan Anadolu hem kıtaların kesişim noktasıdır hem de ilk medeniyetlerin doğduğu coğrafyalardan birisidir. Sonraki devirlerde şehir devletleri şeklinde organize olan siyasi varlıkların yahut büyük imparatorlukların ortaya çıktığı Anadolu toprakları, hem insan hareketliliğinin yoğun olması sebebiyle hem de önemli ticaret yollarının güzergâhında olması sebebiyle salgın hastalıklardan da fazlaca etkilenmiştir. Henüz veba olup olmadığı belirsiz olan ancak Antoninus Vebası olarak tanımlanan hastalık, birinci veba pandemisinin başlangıcını ifade eden Jüstinyen Vebası, tarihe Kara Veba olarak geçen ikinci büyük veba pandemisi, çiçek, beş büyük kolera pandemisi, tifüs, tüberküloz ve İspanyol Gribi/Nezlesi olarak bilinen influenza Anadolu’yu vuran büyük salgınlar olmuştur. Bunun dışında daha lokal etkileri olan cüzam, sıtma, sarı ve kara humma, trahom, difteri ve frengi gibi hastalıklar da dönem dönem salgın halini almıştır."
Salgınla mücadele II. Mahmut döneminde başladı
Peki, eskiden salgınla nasıl mücadele edilirdi? Tarih bunun da belgeleriyle dolu. Osmanlı’da salgınla mücadelenin en önemli merkezi tahaffuzhaneler ve tebhirhaneler.
Avrupa’dan gelen veba ile Hicaz’dan gelen kolera payitahtı zorlu salgınlarla karşı karşıya getirse de, Osmanlı Devleti karantinayla çağdaşlarından oldukça geç bir zamanda tanıştı. Klinik Mikrobiyoloji Uzmanları Derneği’nden Dr. Yüce Ayhan’ın araştırmasına göre sistemli bir devlet politikası olarak ilk kez II. Mahmut döneminde, 1831 yılındaki kolera salgınına karşı karantina uygulaması gerçekleştirildi. Bu uygulamada Karadeniz’den gelen gemiler denetim altına alınırken 1835 yılında da Akdeniz’den gelecek gemiler için Çanakkale’de bir karantina bölgesi oluşturuldu. II. Mahmut’u takip eden padişahlar, karantina teşkilatını taşrada kurumsallaştırmaya gayret etti.
Osmanlı İmparatorluğu’nda karantina düşüncesi ve uygulamasının kabul görmesi için hem dinsel önyargıları gideren hem de bilimsel bakışı geliştiren çabalara gerek duyuldu. Sultan II. Mahmut, Cezayirli Hamdan Hoca’ya bir risale hazırlattı ve devletin ilk resmi gazetesi sayılan Takvim-i Vekayi’de yazılar yayımlattı. Yanı sıra Fransız hekim Anton Lago’ya da bir layiha (makale) hazırlattı. Bu makaleye göre karantinanın bir mevzuat çerçevesinde kurumsallaşmasından çok önce Kız Kulesi’nin vebalı askerlerin tecrit ve tedavisi için kullanıldığı anlaşılıyor. 1838 yılında ise bir karantina meclisi atanmış ve dezenfeksiyon işlemi yapan tebhirhaneler ile tahaffuzhaneler oluşturuldu.
Doç. Dr. İsmail Yaşayanlar da Osmanlı Devleti’nin salgınla mücadele politikasının en büyük ayağının, 1838 yılında Karantina Teşkilatı’nın kuruluşu olduğunu söylüyor:
"Daha önce iki defa geçici olarak karantina uygulanmış olsa da teşkilatın resmi olarak kuruluşu salgınlarla mücadele konusunda en önemli gelişmedir. Meclis-i Tahaffuz yahut Karantina Meclisi adı verilen yapının içinde Osmanlı topraklarında elçiliği bulunan bütün ülkelerin temsilcilikleri de yer almaktaydı. Kısacası bu organizasyon uluslararası bir örgütlenmenin parçasıydı. Dolayısıyla hayata geçirilen karantina usulünün de uluslararası standartta olması gerekiyordu. Teşkilatın ilk örgütlenme safhasında Avrupa’dan uzman hekimler getirtilmiş, karantina usulünün Osmanlı ülkesinde nasıl uygulanacağı hususunda bu hekimler öncülük etmiştir. Fakat şu unutulmamalıdır, Karantina Teşkilatı sadece kara ve deniz sınırlarındaki önlemleri örgütleyen bir kuruluştur. Bunun dışında Osmanlı kentlerindeki salgın önlemleri ve kamu sağlığı uygulamalarının örgütlenişi 1850’lere kadar Hekimbaşı’nın, daha sonra ise Dâhiliye Nezareti’ne bağlı çeşitli kurumlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Özellikle Mekteb-i Tıbbiye’nin altında kurumsallaşan Nezaret-i Tıbbiye-i Mülkiye ve daha sonra Meclis-i Tıbbiye-i Mülkiye ve Sıhhiye-i Umumiye’nin bu organizasyondaki payı büyüktür. Bu kurumlar Osmanlı ülkesinde yürürlüğe konulan çeşitli kanunname ve nizamnamelerin ışığında kamu sağlığının muhafazası ve kent hijyeninin korunması hususunda çalışmalar gerçekleştirmişlerdir."
Osmanlı’da tahaffuzhanelerde dezenfeksiyon işlemlerinin gerçekleştirildiği birimlere tebhirhane denilirdi. İlk tebhirhaneler ise Leh bir mülteci çocuğu olarak Osmanlı topraklarında dünyaya gelmiş ve bulaşıcı hastalıklarla mücadeledeki başarıları nedeniyle Dersaadet ve bilumum Vilâyât-ı Şâhâne Hıfzıssıhha Başmüfettişi mertebesine ulaşmış kimyager Bonkowski Paşa’nın önerisiyle 1891’de Fransız malı Geneste-Herscher marka birer etüvün satın alınarak Klazomen (Urla-İzmir) ve Kavak (İstanbul) tahaffuzhanelerine kurulmasıyla ile hayata geçirildi. Osmanlı imparatorluğunda ilk tahaffuzhane binası olarak Kuleli Askeri Kışlası kullanıldı.
Karantinalar nasıl uygulandı, dezenfeksiyon nasıl yapıldı?
Doç. Dr. İsmail Yaşayanlar, Osmanlı’daki karantina uygulamaları hakkında şu bilgileri veriyor:
"Karantinahaneler aslında tecrit ve basit dezenfeksiyonların yapıldığı kuruluşlardır. Kelimenin kökeni İtalyanca quarante yani kırk rakamından gelmektedir. 15. yüzyılda Avrupa’da karantina kurumu ortaya çıktığında tecrit süreleri 40 gün olarak uygulanıyordu. Ancak 1838’de Osmanlı’da sistemli bir şekilde hayata geçen karantinada, tecrit hiçbir zaman 40 gün olmamıştır. Çünkü 19. yüzyılda standart karantina süresi 5 gün olarak belirlenmiştir. Olağanüstü durumlarda bu süre 10-15 yahut 20 güne kadar uzatılabiliyordu.
1860’lardan itibaren tahaffuzhanelerin yani dezenfeksiyon istasyonlarının kurulmaya başlamasından evvel karantinahanelerde bulunan memurlar ticaret ürünlerine güherçile, talaş ve kükürt karışımıyla hazırlanan tütsülerle dezenfeksiyon yapıyorlar yahut sirkeye batırma, suda bekletme ve en kaçınılmaz durumlarda yakma uygulaması gerçekleştiriliyordu. İnsanlar benzer şekilde sirkeli sularla, kükürtlü zeytinyağlı sabunlarla yıkanıyordu. Daha sonra profesyonel dezenfeksiyon istasyonları olan tahaffuzhaneler açıldı. Burada kara ya da deniz yollarında belirli noktalarda kurulan dezenfeksiyon istasyonlarında hem yolcular, hem taşıtlar hem de mallar dezenfekte edilmeye başlandı. Tahaffuzhanelerde insanların tecrit sürelerini geçirmeleri için barakalar kuruldu. Bu esnada hastalık belirtileri gösterip göstermedikleri gözlemlendi. İstanbul’da Kavak, Urla’da Klazomen ve Sinop tahaffuzhaneleri, Osmanlı’nın ilk dezenfeksiyon istasyonlarındandır.
Özellikle yolcuların kıyafetleri ve yüksek sıcaklığa dayanabilecek türdeki ürünlerin dezenfeksiyonu için geliştirilen etüv makineleri önemli bir teknolojik gelişme oldu. Kentlerde bu makinelerle dezenfeksiyon yapılan tebhirhaneler kuruldu. Hastalık görülen evlerdeki eşyalar toplanarak tebhirhanelere götürülür ve burada dezenfekte edilirdi. Tebhirhane olmayan yerlerde ise mutlaka vilayete ait bir seyyar etüv bulunurdu."
Yaşayanlar, dezenfeksiyonda ne tür maddeler kullanıldığını, burada görevlendirilen kişilerin çalışma şeklini de şu bilgilerle anlatıyor:
"Sulandırılmış göztaşı (zâc-ı Kıbrıs/bakırsülfat) ve sirke başlangıçta en çok kullanılan maddelerdi. Ancak daha sonra farklı kimyasallar işin içine girdi. Sülfirik asit (hâmız-ı kibritî), klor, süblime (aksülümen/cıva ile klor karışımı), brom, fenol (asidfinik), krezol, hidroklorik asit (tuz ruhu) ve javel suyu (çamaşır suyu) dezenfeksiyon sıvısı oluşturmak için suya karıştırılan kimyasal eriyikler oldu. Bu karışımlar hazırlandıktan sonra pülverizatör adı verilen püskürtme cihazlarına dolduruluyor ve yüzeyler ya da ürünler bu şekilde dezenfekte ediliyordu. Dezenfeksiyon için görevlendirilen memurların özel bir vasfı yoktu, vilayetçe yahut belediyece görevlendirilebilecek herhangi bir memur bu işi yapabilirdi. Ancak tebhirhanelerdeki etüv makinelerini çalıştırmak için uzman bir görevliye ihtiyaç vardı. Bunlara ateşçi adı veriliyordu."
İstanbul’un korunması için kurulan tahaffuzhaneler
İmparatorluğun merkezi olan İstanbul’un korunması payitaht için çok önemli olduğundan tarihimizde İstanbul çevresindeki tahaffuzhaneler de öne çıkıyor. Çanakkale boğazı girişinde kurulan Nağra Tahaffuzhanesi Akdeniz’den Marmara denizine giriş yapacak gemileri denetliyordu. 1835’te bütün Akdeniz’i esir alan koleraya karşı Çanakkale yakınlarındaki Sarı Sığlar koyunda kurulan çadırlarla yürütülmeye başlayan karantina, yaklaşık altı ay sürdü. Karantina uygulaması sırasında Marmara Denizi ve İstanbul’a gidecek tüm gemiler gözetim altında tutuldu. Ayrıca başka sahillerden buraya gelecek kayıkların reislerinden de karantina tezkiresi alınması usulü getirildi. Çanakkale’de kurulan bu ilk tahaffuzhanenin müdürü Mehmet Esat Efendi’ydi. Doktor İspiro ise karantina uygulamasını yerine getirmişti. Karantina uygulanmaya başlandığı andan itibaren, karantina altında bulundurulan gemilere sarı bayrak çekilmesi kabul edilmişti. Sarı renk, daha sonra karantinanın rengi olarak kabul edilmiş ve 1852 yılından itibaren Karantina Meclisi kararıyla, sıhhiye gardiyanlarına da sarı şeritli üniformalar giydirilmesi kararlaştırılmıştı.
1893-1895 döneminde payitahtın kolera salgınlarından korunabilmesi amacıyla karayolu kontrolü de sağlayacak şekilde Tuzla, Çatalca ve Kalikratya’da üç tahaffuzhane daha açıldı. İstanbul dışında ticaret limanları olan önemli yerler de ihmal edilmedi. Kafkasya ve Rusya’dan Hicaz’a uzanan hat üzerinde gemilerle gelenler için 1892’de Sinop tahaffuzhanesi, kara yolculuğu yapanlar için de Erzincan tahaffuzhanesi kuruldu.
Karantina için kurulan tahaffuzhaneler kısa sürede pek çok yerde çalışmaya başladılar. 1841 yılına kadar Erzurum, Bursa, Sinop, Sivas, Aydın, Trabzon, Kıbrıs, Ayvalık, Midilli, Saruhan, Antalya, Isparta, Afyon, Alanya, Amasya, Bilecik, Kuşadası, Limni, Sakız, Eskişehir, Bodrum, Balıkesir, Bergama, Yozgat, Menteşe, İzmit, Kayseri, Bolu, Erdek, Kütahya, Rodos, İstanköy, Ankara, Samsun, Edirne, Köstence, Selanik, Manastır, Rusçuk, Varna, Kavala, Ahyolu, İslimye, Filibe, Vidin, Silistre, Şumnu, Nis, Galos, Siroz, Tırnova, Gelibolu, Aynoz, Tekirdağ, Gümülcine, Ereğli, Kastelorizo, Draç, Kastamonu, Çanakkale Boğazı, Bulakabad, Ayvacık, Yanya, Preveze, Avlonya, Yenişehir, Sofya, Üsküp, Karamürsel, Marmara, Kemer, İmralı, Gülek, Safranbolu, Mihaliç, Girit, İzmir Tahaffuzhaneleri faaliyete geçmişlerdi.
İstanbul’u koruyan en önemli tahaffuzhanelerden biri Tuzla’daydı. 1890’dan 1935’e dek kullanılan Tuzla Tahaffuzhanesi, 19.yüzyılın sonlarında yaygınlaşan salgın hastalıklara karşı sınırlayıcı ve koruyucu bir önlem olarak kuruldu. Başta kolera olmak üzere sıtma, tifo ve veba gibi bulaşıcı hastalıkları kontrol edebilmek için Anadolu’dan kara ve deniz yoluyla İstanbul’a gelen yolculara karantina uygulanan tahaffuzhanede, tebhirhane binası, kadın ve erkekler için ayrı ayrı düzenlenmiş iki hastane, revir, yönetim ve karakol binaları ile konaklama amacıyla kullanılan barakalar yer alıyordu. Tahaffuzhane, 20.yüzyılın başlarından itibaren denizyolunu kullanarak Balkanlardan göç edenler ile Lozan mübadelesi olarak bilinen karşılıklı nüfus değişimi kapsamında Rumeli’den denizyolu ile gelen mübadillerin iskân edilecekleri yerlere gönderilmeden önce sağlık kontrolünden geçirildikleri yer olarak da kullanıldı. Günümüzde İTÜ Denizcilik Fakültesi Tuzla Kampüsü içerisinde kalan Tuzla Tahaffuzhanesi’nden bugün sadece tebhirhane, revir ve yönetim binaları ayakta.
Dünyanın üç karantina adasından biri: Urla
Dünyada tescilli üç karantina adasından birinde kurulmuş olan Urla Tahaffuzhanesi ise, 1865’ten 1950 yılına dek hizmet verdi. Tahaffuzhane işlevsiz kaldıktan sonra da yıllarca Urla Kemik ve Mafsal Hastalıkları Hastanesi’ne ve Sağlık Bakanlığı Eğitim ve Dinlenme Tesisleri’ne ev sahipliği yaptı. Klazomenai (Urla) Tahaffuzhanesi, Osmanlılar tarafından Fransızlara yaptırıldı. Fransızlar bu adayı çeşitli teçhizatlar ile döşeyip tahaffuzhane haline getirdi. Bu dönemde adanın karayla bağlantısı olması için Fransızlar bir de köprülü yol yaptı. 1950 yılına kadar işlevini sürdüren tahaffuzhanede sistem şöyle işliyordu. Yolcular gemilerden indirilip soyunma odalarına alınır, kıyafetler çıkarılıp filelere konulur, peştamal ve takunya giyen yolcular giysilerini 360 derece dönen dolaplara yerleştirirdi. Soyunma odalarının arka duvarında olan görevliler dönen dolaplardan kıyafetleri alıp dezenfekte işlemini başlatırdı. Peştamal ve takunyaları giyenler özel duş odasına alınırdı. Burada kendilerine verilen sabunlar ve özel sterilize edilmiş suyla yıkanılırdı. Duştan çıkanlara kıyafetleri iade edilir, giyinenler doktor odasında muayeneden geçtikten sonra hasta olanlar karantinaya alınır, sağlıklı olanlar da yolculuğuna devam ederdi. Hastalık taşıyanlar bir daha asla adadan çıkamaz, ölene kadar adada misafir edildikten sonra sönmüş kireç dökülen mezarlıklara gömülürlerdi.
Sultan II. Abdülhamid döneminde Karadeniz’in güney kıyısında kurulan ilk tahaffuzhane Büyükliman’daki Kavak Tahaffuzhanesi’dir. Boğazlardan transit geçiş yapacak gemilere burada binen gardiyanların gözetiminde Kavak Tahaffuzhanesi’ne dek ilerleyip burada gardiyanları bırakıp Karadeniz’e çıkış yapabiliyordu. Karadeniz’den gelerek Akdeniz’e geçecek gemiler içinde aynı uygulama sürdürülüyordu. Daha sonra Karadeniz’de Sinop Tahaffuzhanesi 1892’de kuruldu. Ancak bu iki tahaffuzhanenin yoğun gemi trafiğini kaldıramaması sebebiyle, zaman zaman Doğu Karadeniz’deki bazı karantinahanelerin geçici olarak tahaffuzhaneye dönüştürüldükleri durumlar yaşandı. Kavak Tahaffuzhanesi şuan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı SAT Grup Komutanlığı sınırları içerisinde kaderine terk edilmiş durumda.
İstanbul Hindistan’dan dünyaya yayılan kolera salgınıyla 1832’de tanıştı. Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi, bir ‘Kolera Risalesi’ yazarak, henüz nedeni belli olmayan bu hastalık hakkında devlet büyüklerine, sivil ve askeri görevlilere bilgi verdi. Kolera İstanbul’a deniz yoluyla gelmişti. Sıhhiye Nezareti, denizden İstanbul’a gelecekler için bir karantina istasyonu kurulmasını istedi. Boğaz’ın Karadeniz’e açıldığı noktada, Kavak’ta ilk ‘tahaffuzhane’ 2 yıl sonra hizmete girdi. İlk salgında 6 bin İstanbullu hayatını kaybetti. İkinci kolera salgını ise 1846’da Erzurum ve Trabzon’dan başlayıp, oradan İstanbul’a yoğun göçlerle başkente taşındı. Bu defada 5 bini aşkın kişi yaşamını yitirdi.
Kolera salgınında Abdülhamit, Pasteur’den yardım istedi
İmparatorluğun merkezi olan İstanbul’da Gedikpaşa, Tophane ve Üsküdar’da tebhirhaneler açıldı. Prof. Nuran Yıldırım’ın tebhirhaneler ile ilgili araştırmasında aktardığına göre, İstanbul’un salgınla mücadele şöyle seyretti:
"1893’te başlayan kolera salgınının odaklarından biri de Üsküdar’dı. Hastalığın özellikle Üsküdar’da tehlikeli bir biçimde yayılması üzerine II. Abdülhamid, Louis Pasteur’den salgınla mücadele için yardım istedi. Pasteur Enstitüsü’nden gönderilen Dr. André Chantemesse, İstanbul’da yaptığı incelemeler sonunda, o dönemde İstanbul adı verilen tarihi yarımada ile Üsküdar, Galata-Beyoğlu’nda, Paris Récollet Sokağı’ndaki gibi, belediyeye bağlı üç tebhirhane/dezenfeksiyon istasyonu yapılmasını önerdi. Derhal harekete geçilerek Gedikpaşa Tebhirhanesi için Atikali Paşa Mahallesi Cami Sokağı'nda Eczacı Aleksandiridis ile kunduracı Nikoli'ye ait olan arsa istimlâk edildi. Çok kısa bir sürede inşa edilen Gedikpaşa Tebhirhanesi 17 Aralık 1893 günü dezenfeksiyon işlemlerine başladı. Nisan 1894’te Tophane, Mayıs 1894’te Üsküdar Tebhirhaneleri hizmete girdi. Tebhirhanelerde bulaşık ve temiz olmak üzere iki bölüm vardı. Her iki bölümün personeli ile kullandıkları araç ve gereç ayrıydı. Bu iki bölümü ayıran duvara etüv makinesi monte edilmişti. Etüvün bulaşık ve temiz bölümlere açılan iki kapağı bulunuyordu. Hastalık ihbarı geldiğinde adrese en yakın tebhirhanenin bulaşık tarafında çalışan görevliler resmi elbiseleriyle ihbar edilen yere gidiyorlardı. Burada resmî elbiselerini çıkarıp dezenfektan maddelerden zarar görmeyecek şekilde tasarlanmış özel iş elbiselerini giyerek dezenfekte edilecek mekâna giriyorlardı. Hasta odasındaki; kapı, pencere, perde, kilim, keçe gibi eşya ile elbise ve diğer eşyaları özel torbalara koyuyorlardı. Daha sonra; tavan, duvar, döşeme tahtaları ile konsol, dolap gibi eşyanın içine pulverizatör25 ile süblime eriyiği sıkıyorlar, ayna, levha gibi yaldızlı ve kıymetli ev eşyalarını ise süblime eriyiği ile ıslatılmış bezlerle silerek temizliyorlardı."
Salgınlara yönelik tarih bilincinin Osmanlı arşivlerinin önemli bir kaynak olduğunu söyleyen Doç. Dr. İsmail Yaşayanlar salgınlarla ilgili kayıtlara Osmanlı Arşivi’nde rastlamanın mümkün olduğunu söylüyor:
"Karantina Teşkilatına dair kayıtlar Hariciye Nezareti ya da bu nezaretin altında yer alan Sıhhiye Nezareti’nce tutulmuştur. Salgınların gündelik hayata ve kentlere yansımalarıyla ilgili evraklar ise çoğunlukla Dâhiliye Nezareti kayıtları içinde yer almaktadır. Bir yerde salgın hastalık görüldüğü zaman o bölgede bulunan hekim bunu merkeze bildirme mecburiyetinde olduğundan, taşrada salgının etkilediği her yerden merkeze jurnaller gidiyordu. Bu jurnallerde yer alan bilgiler bize hastalığın bir bölgede ne şekilde etkili olduğunu göstermektedir. Salgın hastalıklarla mücadele, karantina ve kamu sağlığı uygulamalarıyla ilgili hukuki düzenlemelere de hem arşivden hem de bir nevi kanunlar dergisi sayılabilecek olan Düstur’lardan izlenebilmektedir.
Hastalıklarla mücadeleyle ilgili her türlü tecrübe hem Osmanlı döneminde sonraki yıllara hem de Cumhuriyet dönemindeki sağlık kuruluşlarına aktarılmış vaziyettedir. Her alanda olduğu gibi salgınla mücadele ve kamu sağlığı uygulamaları bağlamında da Osmanlı’dan Cumhuriyet’e bir devamlılık söz konusudur. Cumhuriyet kurulduğunda tam fonksiyonuyla işler durumda olmasa da her kentte en az bir hastane bulunuyordu. Mikrobiyoloji ve aşı üretimi konusunda Osmanlı döneminde kurulmuş olan Bakteriyolojihane-i Şahane ve Telkihhane, deneyimlerini orada yetiştirdiği hekimler ve mikrobiyologlar vasıtasıyla Cumhuriyet’e aktarmıştır. Karantina Teşkilatı Cumhuriyet döneminde Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü halini aldı. Kısacası kurumsal hafıza devamlılığını sağlamıştır."
"100 yıl önceyle aynı sorunları yaşıyoruz"
Günümüzden geçmişe baktığımızda, salgınlarla mücadele konusunda tarihsel birikimin ve tarih bilincinin önemli olduğunu belirten Doç. Dr. Yaşayanlar; bunun Covid 19 sürecinde de gözlenebildiğini söylüyor:
"1918-1920 arasında dünyayı kasıp kavuran influenzanın seyri Covid-19 seyriyle çok benzer olduğu için, vakaların düşüşü ve yükselişini tahmin etmek bağlamında tarihsel birikimden faydalanmak mümkün olmuştur. Hala var olan ancak tedavisi ve aşısı üzerinde yıllardır çalışma yapılmış olan bu hastalık, Covid-19 için bir öncü örnek teşkil etmiştir. Daha önceki yıllarda görülen ancak etki süresi bu kadar uzun ve derin olmayan kuş ve domuz gripleri örnekleri de influenzayla benzerlik göstermiştir. Bir hekim olmamakla birlikte tarihçi olarak Covid-19’un geleceği hakkında, aşının ve ilaçlı tedavinin yaygınlaşması ve virüsün çeşitli mutasyonlarla gücünün kırılmasıyla bu hastalığın da influenza ya da zatürre gibi tedavi edilebilir ve daha az korkulan bir hastalık haline geleceğini düşünüyorum."
Dördüncü ve beşinci kolera pandemilerinin Karadeniz liman kentleri üzerindeki etkileri üzerine bir doktora tezi hazırlayan, doktora çalışmasında incelediği dünyanın ve dönemin, şu an içinde yaşadığımız dünya haline geldiğini söyleyen Doç. Yaşayanlar, salgının toplumsal hayata etkilerine dair şu yorumu yapıyor:
"Salgınlar sonrası toplumsal hayat hem tarihte hem de günümüzde çok benzerlik gösteriyor. Salgınların etkilediği hayatlar, ticaret ve taşımacılığın sekteye uğraması, karantinaya ve modern sağlık uygulamalarına tepkiler, hekim ve ilaç karşıtlığı bugünle neredeyse bire bir aynı. Bu sadece yaşadığımız coğrafya olan Anadolu’da değil, dünyanın her yerinde benzer özellikler göstermiştir. Mesela kolera hastalığı Hindistan’dan dünyaya yayıldığında, ülke ayırt etmeksizin alt ekonomik gruplar bu hastalığın devletler tarafından kendilerini yok etmek için geliştirildiğini düşünüyorlardı. Benzer komplo teorileri Covid-19 için de gündeme geldi. Hastalığın Çin’de suni olarak oluşturulduğu ve dünyaya bilerek yayıldığına dair fikirler ortaya atıldı.
Veba ve kolera salgınları döneminde uygulanan karantinalar da tıpkı bugünkü gibi ticareti olumsuz etkilemiştir. Bu sebeple tüccar nezdinde merkeze gönderilen karantinanın kısaltılması taleplerine kayıtsız kalınamadığı görülmüştür. Aksi durumda karantinaya karşı isyanların ortaya çıktığı, hatta bazen karantina hekimlerinin öldürüldüğü durumlar yaşanmıştır. Benzer örnekler ilaçla tedavi uygulamaya çalışan hekimlerin başına da gelmiştir. Kolerayı ilaçla tedavi etmeye çalışan hekimlere ya da aile üyelerine zorla ilaç içirildiği, tehdit edildikleri, kentten kovuldukları pek çok olay meydana gelmiştir. Covid-19’un ilk aylarında dünyanın çeşitli yerlerinde karantina ekiplerine ve tedavi uygulamaya çalışan sağlık görevlilerine saldırılarda bulunulduğunu canlı bir şekilde takip etmiştik. Dolayısıyla salgın hastalıkların aynı zamanda ortak sağlıksız bir psikoloji oluşturduğunu söylemek de mümkündür."