Mustafa Kemal Atatürk, yurt gezileri sırasında acil koduyla Başvekil İsmet Paşa'ya bir telgraf çekti. Paşa'nın ehemmiyetle ve acilen Başvekil'e ulaştırılmasını istediği telgraf son derece sıra dışı bir konu hakkındaydı;
Acele ve önemlidir.
Son tetkik seyahatimde muhtelif yerlerdeki müzeleri, eski sanat ve medeniyet eserlerini de gözden geçirdim.
İstanbul'dan başka, Bursa, İzmir, Antalya, Adana ve Konya'da mevcut müzeleri gördüm. Bunlarda şimdiye kadar bulunabilen bazı eserler muhafaza olunmakta ve kısmen de ecnebi mütehassısların yardımı ile tasnif edilmektedir.
Ancak, memleketimizin, hemen her tarafında emsalsiz defineler halinde yatmakta olan kadîm medeniyet eserlerinin ilerde tarafımızdan meydana çıkarılarak ilmî bir surette muhafaza ve tasnifleri ve geçen devirlerin sürekli ihmali yüzünden pek harap bir hale gelmiş olan âbidelerin muhafazaları için müze müdürlüklerinde ve hafriyat islerinde kullanılmak üzere arkeoloji mütehassıslarına kâfi lüzum vardır. Bunun için Maarifçe harice tahsile gönderilecek talebeden bir kısmının bu şubeye tahsisi muvafık olacağı fikrindeyim.
Konya'da asırlarca devam etmiş ihmaller sebebiyle büyük bir harabî içinde bulunmalarına rağmen sekiz asır evvelki Türk medeniyetinin hakikî şaheserleri kıymette bazı mebânî vardır. Bunlardan bilhassa Karatay Medresesi, Alaeddin Camii, Sahip-Ata medrese, cami ve türbesi, Sırçalı Mescid ve Dnce Minare, derhal ve müstehcen tamire muhtaç bir haldedirler.
Bu tamirin gecikmesi, bu âbidelerin kamilen indirasını mucip olacağından evvelâ asker işgalinde bulunanların tahliyesinin ve kâffesinin mütehassıs zevat nezaretiyle tamirinin temin buyurulmasını rica ederim.
Atatürk, acil koduyla Başvekil'den memleketin tarihi mirasının derhal ecnebilerin ellerinden kurtarılarak Türk gençlerine emanet edilmesini istiyordu.
Ankara'da bu gelişmeler yaşanırken çocuklarının balıkçı olmasını istemeyen ve onlara yeni ufuklar açmak isteyen Mehmet Kamil Bey, iki oğlu ile beraber Kadıköy'e gelerek yerleşti.
Bu çocuklardan birisi 'Artık bu işi Türk gençleri yapsın' ifadesindeki emre maruf olacak Semavi Eyice idi.
9 Aralık 1922'de dünyaya gelen Eyice, nüfus müdürlüğünün hatası üzerine kimliğine 1923 olarak kayıt düşülmüştü.
Babasının Kadıköy'e gelip yerleşmesi bir balıkçı olacakken onun Türk tarihinin en değerli mütefekkirlerinden birisi olmasını sağlayacaktı.
Üstelik babası Kadıköy'e geldiğinde çocuklarının eğitimlerine de dikkat etmiş ve onları iyi okullara yazdırmıştı. Politik meselelerden dolayı okulların kapanma ihtimaline karşı da duyarsız kalmamıştı;
Evimiz Kadıköy'deydi. Benim çocukluğum ve gençliğim Kadıköy'de geçti. Saint Joseph'te dersler erken saatte baslardı. Biz, ağabeyimle birlikte Moda'ya yayan giderdik; öğleyin yemek için eve gelir, sonra geri dönerdik.
Akşam eve geldiğimizde hava kararmış olurdu. Ben dördüncü sınıfa kadar yabancı okulda okuduktan sonra babam 'Bu işin sonu kötü, yabancı okulları kapatacaklar' dedi; ben Galatasaray'a geçtim ve 1943'e kadar Galatasaray'a devam ettim.(Türk Sanatı ve Tarihine Katkılarıyla Semavi Eyice - Yasemin Akçaoğlu)
Henüz çocuk yaşında kitaplara ve tarihi yapılara büyük ilgi duyan Eyice, bu alanda ise alışılmış bir iş yapmak istemiyordu. Kendi ifadesiyle durumu şu sözlerle açıklayacaktı;
Kafama soktuğum bir husus vardı. Türkiye'de Bizans sanatını bilen tanıyan yok, hoş Osmanlıyı da bilen yok ya, bu dallarda ben diplomalı uzman olacağım diyordum... Ben de tutturdum, dedim ki bu yabancı konularda da Türklerden uzman çıkması lazım. Bizans sanatı, Yunan, Roma sanatı eseri bizim yurdumuzda madem var, biz tektik edelim, biz yayınlayalım. Bunun yüksek tahsilini yapacağım diye ısrar ettim.
(Türk Sanatı ve Tarihine Katkılarıyla Semavi Eyice - Yasemin Akçaoğlu)
Eyice, eğitimini ilerletebilmek için Avrupa'ya gitmek istemekteydi ama Avrupa koca bir savaşın ortasındaydı.
Yine de ne bürokratik zorluklar ne de şehre düşen bombalar Eyice'yi engelleyecekti. Üstelik 1944'te bu uğurda Berlin'de mahsur dahi kalacaktı;
Ben orada bir dönem okuduktan sonra, tatilde Türkiye'ye gideyim, denize girerim diye düşünüyordum. Tam o sırada, 1944 yılında Türkiye bizlere haber vermeden Almanya ile tüm ilişkilerin kesti. Bereket ben sigara içmiyordum. Bize verilen karnede ben sigara hakkımı yiyecekle değiştiriyordum. Bir de bize Türkiye beser kiloluk yiyecek paketleri gönderirdi. Bu yardım, Türkiye münasebetlerini kesmiş olmasına rağmen son dakikaya kadar geldi. (age.)
Neyse ki sağ salim yurda dönenen Eyice, 1948 tarihinde Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Kürsüsü'ne kaydını yaptırdı.
Türkiye'de çeşitli ayak oyunları ile kadrosu bir hayli geciktirilse de 1955'te Doçentliğini almayı başardı.
Mimar Sinan'ı yok sayan üniversite Sasani sanatını anlatınca
Semavi Eyice, bir süre Almanya'da kaldıktan sonra tekrar İstanbul Üniversitesi'ndeki kadrosuna döndü; ama bu süreçte onun ruhunu yoran ve heyecanını zedeleyen bazı çarpıklıklar bulunuyordu.
Örneğin; Sanat Kürsüsünde Sasanilerin nasıl ata bindikleri dahi anlatılıp ders olarak koyuluyorken koca Osmanlı yok sayılıyordu. Buna daha fazla dayanamayan Eyice korsan dersler koymak suretiyle bu işe el atacaktı;
Osmanlı'ya da merakım vardı. Fırsat buldukça Osmanlı'yı da anlatırdım. O günlerde bir de baktım ki öğrenciler iyice tuhaf... Sâsânî sanatını, ata binişlerini öğreniyorlar ama Mimar Sinan'ı bilmiyorlar.
Ben bunun üzerine kendiliğimden bir ders koydum. Haftada bir saat devam zorunluluğu, yoklaması ve imtihanı olmayan Osmanlı Sanatı dersi veriyordum. Katılım oldukça fazlaydı ve en sevindirici tarafı, katılan öğrencilerin bir kısmının sanat tarihi dalı dışından olmalarıydı. (age.)
Eyice her şeyi ile yerli ve milli bir mütefekkirdi. Türk sanat düşüncesine yerleşmiş bulunan yabancılaşmayı şu sözlerle eleştirecekti;
Ben Atatürk'ün, eski eserler için düşündüğü ve istediği şeylerin, yani kendi kültürümüze yabancı olmakla beraber yaşadığımız topraklardaki tarih ve medeniyet izlerini bir Türkün de tanıyıp inceleyebileceği ve yine kendi medeniyetimizin eserlerini de yasatmaya gayret edebileceği düşüncesini yerine getirmeye çalıştım. (age)
Ne yazık ki bu ülkede namuslu yaşamanın bir bedeli vardı. Semavi Eyice de bu bedeli ödemek zorundaydı.
Türk tarihine bunca katkısına rağmen birilerinin ayağına basması nedeniyle bu kurumdan tasfiye edilecekti.
Eyice, kırgınlığını şu sözlerle dile getiriyordu;
Ben yetmişli yıllarda Tarih Kurumu üyeleri tarafından üye olmak için bulunmamı desteklemişler. Beni kuruma bir daha aldılar. Evvelki seneye teklif edildim ve seçildim. 14 sene süren üyeliğim sırasında epeyce çalıştım. Konferanslar verdim, makaleler yazdım; yeni çıkan eserlerin tanıtma yazılarını hazırladım, yurt dışında Tarih Kurumu adını Türk Kültürünü tanıtmaya çalıştım.
Fakat bunun ardından arkeolojiyle ilgilenenlerin hepsini Tarih Kurumu'ndan 1983'te tasfiye ettiler. Ben, Ekrem Akurgal, Jale İnan, Afif Erzen, hepimiz ayıklandık. (age)
Ne yazık ki Eyice'ye yönelik bu tasfiye Tarih Kurumu ile sınırlı kalmamış, Kültür Bakanlığı'na bağlı tüm görevlerinden de tasfiye edilmişti.
Türk sanatına büyük emekler veren Eyice konuyla alakalı hassasiyetini şu sözlerle izah etmişti;
Sanat, bir milletin, zevkini geleneklerini ortaya koyduğuna göre, bunun tarihini araştırırken, çalışmaları yalnız bir yapı çeşidine inhisar ettirmek yanlış olur. Türk sanatı tarihinde de ilk denemelerde bu yol tutulmuş, cami mimarisi ve tezyinatı yardımıyla Türk sanatı esasları, gelişmesi, özellikleri ortaya konulmak istenmiştir.
Halbuki Türk sanat tarihi yalnız dini mimarinin bir yapı türünde değil, fakat daha pek çok başka türlerde de araştırmak, tarih içinde gelip geçmiş 'fanî'lerin sanat zevk ve tutumunu ortaya koymakla, o milletin medeniyet tarihindeki yerini tayinde büyük faydalar sağlayabilir.(Beyhan Karamağralı,
Ahlat Mezartaşları, Ankara,1993. 'Eser Hakkında')
Semavi Eyice çalışmalarının önemi
Semavi Eyice, sayısız çalışmasıyla Türk sanatına ve tarihine büyük katkılar yapmıştı. Onun çalışmalarından sadece iki tanesini yakından incelediğimizde ne kadar değerli işler yaptığını daha iyi anlamış oluruz.
İlki yakın zamanda ibadete açılan Ayasofya Camisi'ndeki Abdülmecid Mozaik Tuğralarının bulunmasıdır.
Topkapı Sarayı'nın küflü depolarında kaderine terk edilen bu mozaik Semavi Eyice'nin dikkati sayesinde bulundu.
Bugünkü değeri paha biçilemeyen tuğranın hikâyesini ise şöyle anlatacaktı;
Lanzoni adındaki bu sanatçı yuvarlak bir plaka üzerine, altın tanelerle kaplanmış bir zemin içine Abdülmecid'in tuğrasını yine renkli mozaik taneleri ile işlemiştir. Fossati, herhalde bu tuğrayı Ayasofya'nın uygun bir yerine yerleştirmeyi düşünmüş olmalıydı. Fakat bilmediğimiz bir sebepten bu gerçekleşmemiş ve tuğra unutulmuştur.
Bildiğimiz kadarı ile Türk Sanatında, mozaik taneleri ile yapılan tek Padişah tuğrası› olan bu esere yirmi yıl aşkın bir süre önce bir tesadüf sonucunda rastladık. Topkapı Sarayı Müzesi'nin depolarını o yıllardaki müdürü ile dolaşırken deponun döşemesi üzerinde yuvarlak bir plaka görmüş ve bunun yüzeyinde siyah mürekkep ile yazılmış Lanzoni imzasına rastlamıştık. İsteğimiz üzerine ters yüz çevrildiğinde, plakanın yere yatırılmış yüzeyinde, Fossati'nin raporunda bahsi geçen Sultan Abdülmecid'in turası› ile karşılaştık.(Semavi Eyice - Ayasofya'da Abdülmecid'in Mozaik Tuğrası)
Eyice'yi tanımak isteyen okuyucularımızın dikkatine sunacağımız bir diğer örnek bayrağımız üzerindeki ay yıldız üzerine yaptığı çalışmadır.
Bayrağımız üzerindeki ay ve yıldızın köklerini 1799 Napolyon'un Akka Seferine kadar süren Eyice, ay yıldızın bu tarihten öncesine kadar ulaştığını belirlemişti.
Bu değerli bilimsel keşfinden sonra konuyla ilgili saptamalarını şu sözlerle açıklayacaktı;
1799'da denize atıldığı böylece açıkça anlaşılan bu topun üzerinde en eski şekilleri ay ve yıldız bir arada bulunmaktadır. Bu duruma göre Türk toplarının üzerlerinde en geç olarak ay-yıldız alâmeti Sultan Selim (1789 -1808) yıllarında mevcuttur.
Nitekim İstanbul Askeri müze'de ve Rumelihisarı önünde teşhir edilen toplardan bazılarında da aynı alâmeti görmek mümkündür. Tantura'da bulunan topun üzerindeki tuğra okunmaya çalışılmadığı gibi, makalede bir fotosu da olmadığından kime ait olduğu anlaşılamamakta, dolayısıyla ay - yıldızlı topun kimin zamanında dökülmüş olduğu öğrenilememektedir.
Fakat her halükârda en azından 1799'dan bir kaç yıl önce olmalıdır. İstanbul'da Rumelihisarı önünde duran tunç toplardan birinin de namlusunun uç kısmında ay ve yıldız kabartması olduğu gibi, baş kısmında da tuğra ile birlikte tunca oyularak yazılmış bir yazı ve gayet açık surette belirli H. 1217 (= 1802/03) tarihi vardır (Res, 2-4). Sermed Muhtar [Alus] 1920'de basılan Askerî Müze kataloğunda ise Üçüncü Selim'in H. 1214 (= 1799 -1800) tarihli bir topu olduğu bildirilmektedir.
Bu toplar Filistin'de Tantura'da bulunanlardan daha geç tarihlerde döküldüklerine göre, bu çeşit silâhın üstüne ay ve yıldız alâmeti işlemek artık yaygınlaşmış demektir.
Türk tarihinin büyük ismi Semavi Eyice, 28 Mayıs 2018 tarihinde aramızdan ayrıldı. Ardında sayısız eser ve ilme adanmış bir ömür bıraktı.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish