31 Mart seçimlerinde İstanbul’da partiler ve adaylar nasıl bir yol izlediler, neler yaptılar? Nasıl bir performans sergilediler? Bu soruların cevapları üzerinden 23 Haziran seçiminde nasıl bir yol izleyeceklerini kestirmek ve gidişata göre seçim sonuçlarına dair öngörülerde bulunmak mümkün olabilir.
İstanbul seçimi AK Parti için o derece hayatiydi ki, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan AK Parti Genel Başkanı olarak, Türkiye genelinde ve İstanbul’da seçimin başından sonuna kadar sahalardaydı. İstanbul’da Erdoğan’la Binali Yıldırım “İstanbul Bizim İçin Bir Aşk Hikayesi” sloganını kullandılar. Bu sloganın ne anlama geldiği ise Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği Genel Seçimlerinden bir yıl, yerel seçimlerden ise yaklaşık iki yıl önce AK Parti İstanbul İl Başkanlığı’nın düzenlediği bir toplantıda Erdoğan tarafından dile getirilmişti.
Erdoğan, 20 Ağustos 2017 tarihinde yaptığı konuşmada, “Unutmayın, İstanbul’da teklersek, Türkiye’de tökezleriz. İstanbul’da metal yorgunluğu olursa, Türkiye’de paslanırız. Buna karşılık İstanbul’da kıpırdanırsak, Türkiye’de şahlanırız. İstanbul’u sağlam tutarsak, Türkiye’de de, dünyada da bizi yıkacak bir güç tanımıyoruz” ifadeleriyle İstanbul’un AK Parti ve Türkiye açısından anlamını, önemini ortaya koymuştu.
Aynı konuşmanın devamında ise İstanbul’da alınacak oyun AK Parti’nin iktidarda kalması açısından hayati bir rol oynadığını tekrar tekrar vurgulamıştı:
İstanbul’un büyüklüğünü anlamayan hiç kimse İstanbul’a ve AK Parti’ye hizmet edemez… İstanbul Türkiye’dir, Türkiye İstanbul’dur. İstanbul, Türkiye ortalamasının altına düştüğü an, buna yanarız, buna üzülürüz. İstanbul, Türkiye ortalamasının altına düşmemeli, onun üstünde olmalı. Üstünde olduğu anda birçok şey değişir… Eğer metal yorgunluğu diyorsak burayı oturup değerlendireceğiz… Bizim İstanbul'a ihtiyacımız var.
Konuşmasının devamında yine “İstanbul’daki oy oranımızın Türkiye ortalamasının üstüne çıkması şart, olmazsa olmaz. Bilhassa son dönemdeki seçimlerde birkaç puan da olsa İstanbul’un ortalamanın altında kalmasının bize verdiği mesajı çok doğru okumalıyız” diyordu. Bu konuşma, başkanlık sistemine geçişin oylandığı ve az farkla kabul edildiği 16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu sonrasında yapılmıştı.
Erdoğan, İstanbul’u Türkiye’nin anahtarı, iktidarda kalmanın garantisi olarak görüyor ve iki yıl sonra yapılacak yerel seçimlerde İstanbul’da nasıl bir kampanya yürütüleceğinin de işaretini vermiş oluyordu.
31 Mart öncesinde, yerel seçimlerin Türkiye genelinde iktidar partisi açısından kolay geçmeyeceği görülebiliyordu; gazeteciler, siyasetçiler, uzmanlar sık sık 1989 yerel seçimlerine gönderme yaparak ANAP’ın sandıkta yaşadığı ağır yenilgiyi hatırlatıyordu.
Fakat bu seçimlerde, muhtemelen AK Parti’nin kurulduğu günden bu yana girdiği çok sayıda genel ve yerel seçim ile referandum sonucunu kendi kazanç hanesine yazdırmasının getirmiş olduğu psikolojik hava içinde, yorum ve analizler bir taraftan da hayli ihtiyatlıydı.
Hangi partinin seçimden nasıl bir kazanç veya kayıpla çıkacağı konusu belirsizliğini sürdürüyordu. Bir de Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği Genel seçimlerinde kurulan ittifakların yerel seçimde de fiili olarak gündeme gelmesi ve uygulanması taraflar arasındaki güç dengesini belirsizleştiriyordu.
İttifakların kurulduğu, hatta yapılan araştırma ve analiz sonuçlarına göre genişletildiği, aday başvuru süreçlerinin devam ettiği koşullarda, ibre referandumdan bu yana yüzde 50’ler civarında kümelenmiş olan taraflar arasında gidip geliyordu.
İktidar partisinin yönetimde bulunması dolayısıyla, kırsaldaki küçük nüfuslu il ve beldeleri daha kolay etkilemesi mümkündü. Ancak büyükşehir belediye seçimlerinde kıran kırana bir mücadele verileceği görülüyordu.
Marmara, Ege, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki büyükşehirlerde hatırı sayılır bir değişiklik olacağı hissediliyordu. Bu çerçevede, İzmir’in Millet İttifakı’nda kalacağından kimsenin şüphesi yoktu; Ankara’da yönetimin el değiştireceğine hemen hemen kesin gözüyle bakılıyordu.
İstanbul’da ise, seçim sürecinin henüz resmi olarak başlamadığı günlerde adaylığı açıklanan Ekrem İmamoğlu’nun seçim sonucunda mazbatayı alan kişi olacağı farklı çevrelerce yüksek bir ihtimal olarak değerlendirilmiyordu.
Ekrem İmamoğlu, adaylığının açıklandığı günden 31 Mart akşamına kadar nasıl bir yol haritası izledi ki, Binali Yıldırım ile arasındaki büyük farkı kapattı ve öne geçmeyi başardı?
Bu soru aynı zamanda “Ak Parti ve Binali Yıldırım ne yaptı -veya ne yapmadı-ki, İmamoğlu ile arasında olduğu düşünülen farkı sürdüremedi, seçim kampanyası sırasında fark giderek eridi?” sorusuyla birlikte ele alınmalıdır.
Fakat bu iki soruyu tamamlayan üçüncü bir soruya da cevap aramak gerekir: Aday ve partilerin seçim kampanyası performanslarından bağımsız olarak, ülkenin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşullar adaylara nasıl bir zemin oluşturdu ve seçim sonuçlarını nasıl etkiledi?
Bu üçüncü sorunun etraflıca cevaplanması, tarafların gerçek başarılarını ölçebilmek açısından önemlidir. Diğer türlü yapılacak değerlendirmeler, parti ve adayların performansını olduğundan yüksek veya düşük göstereceğinden sağlıklı olmayacaktır. Aşırı veya eksik değerlendirmeler, tarafların bundan sonraki kampanyalarında muhtemelen daha fazla hata yapmalarına da yol açacaktır.
“Ekrem İmamoğlu ile Binali Yıldırım arasındaki fark hızla nasıl kapandı?” sorusunun cevabı öncelikle İmamoğlu’nun kararlı bir şekilde, AK Parti’ye ve AK Parti seçmenine dokunmasında aranmalıdır.
AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, İmamoğlu yapmış olduğu ziyaretlerle bir yandan kendi tanınırlığını artırdı, öte yandan kendi seçmeni dışında, AK Parti seçmeni nazarında meşruiyetini pekiştirdi.
AK Parti’nin güçlü kabul edildiği semtlere yaptığı ziyaretlerde her halükarda pozitif bir dil ve üsluptan taviz vermedi. Sabırlı, anlayışlı, toplumun milli ve dini değerlerine saygılı, kararlı bir aday imajı çizdi.
İmamoğlu genel seçmenin yanı sıra, AK Parti seçmenine o derece dokundu ve ısrarla bunu sürdürdü ki, bir anlamda kurulduğu günden bu yana AK Parti’nin her seçim kampanyasında izlediği “biz” ve “onlar” şeklindeki kurgu işlemedi; AK Parti’nin kimi zaman yumuşak, kimi zaman sert bir tonda uygulamaya koyduğu, seçmen kitlesini kendi çevresinde konsolide eden, böylece başka partilere akışını önleyen bu stratejisi çöktü.
İmamoğlu seçim kampanyasının hemen başında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ziyaret etti, ziyaret sonrası yaptığı açıklamada Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan İstanbul adayı olarak oy istediğini belirtti. Takip eden kampanya süresince, iktidar partisine oy veren seçmenin ağırlıkta olduğu semt ve pazarları ziyaret etti, onlar vasıtasıyla toplumun ortalamasının hislerine dokunacak mesajlar paylaştı.
Muhafazakâr, mütedeyyin seçmen kitlesinin hem CHP’ye dair tereddütlerini gidermek, hem kendisine dair pozitif duyguları beslemek için -bir zamanlar Erdoğan’ın yaptığı gibi-, Yeni Zelanda'daki camilere yönelik terör saldırılarının ardından Eyüp Sultan Camii’nde Kur’an okudu. Bununla yetinmedi, bir bakıma Erdoğan yönetiminin sembolü olarak inşa edilen Çamlıca Camii’nde Cuma namazı kıldı.
Bu kampanya sırasında İmamoğlu, muhalif seçmenden kendisine yönelen her türlü eleştiri veya tepkiye pozitif bir tavırla karşılık verdi. Hatta oy alamayacağını gördüğü kimselerin dualarını istedi. Bu tavır meşruiyet açısından o derece etkiliydi ki, toplumun tüm kesimlerinde olumlu karşılandı. Farklı siyasi görüşlere sahip seçmenler kendilerini İmamoğlu’nun tavrı ve mesajları karşısında bir bakıma daha değerli ve saygın hissetti.
Diğer yandan, Cumhur İttifakı’nı oluşturan AK Parti ve MHP’nin İmamoğlu’nun kampanyasında hâkim olan pozitif tema ve dile, toplumda yeterince sıcak duygular oluşturacak bir dil ve üslup ile karşılık veremediği görüldü.
Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli Türkiye’nin bekası söylemini kampanyalarının temeline oturttular, fakat bir yandan da seçim meydanlarında kürsülerden seçmene çay dağıtarak oy kazanmaya çalıştılar.
Cumhur İttifakı diğer yandan, kendisi dışındaki ittifakı ve ittifak içinde bulunmayan partileri demokratik kültür ve dille telif edilemeyecek, hayli olumsuz kelimelerle nitelemeyi, terör örgütleri ile ilişkileri varmış gibi, doğrudan veya dolaylı yollarla itham etmeyi tercih etti.
İstanbul’da yerel seçimin nasıl bir havada geçtiğine Binali Yıldırım seçim sonrasında yaptığı bir konuşmada şöyle işaret ediyordu:
Bu seçimin kendi sosyolojisi var, kendi şartları var. Onun içinde değerlendirilmesi lazım. Seçimde adaylar yarışmadı, bunu hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla adaylardan biri kaybetti biri kazandı diye değerlendirmek çok sağlıklı olmaz.
Bu değerlendirme yerel seçimlerin İstanbul’da da genel seçim havasında geçtiğini teyit ediyordu. Beka söylemi ve kutuplaşma siyaseti, CHP, İYİ Parti, HDP ve Saadet Partisi’ni ötekileştirmenin dışında, beklenmeyen sonuçlar da doğurdu.
HDP seçmeni haricinde, Kürt kökenli seçmenin önemli bir kısmında Cumhur ittifakına ve AK Parti’ye karşı ciddi güven kaybına yol açtı. Selahattin Demirtaş’ın demeçleri ve AK Parti’nin ikircikli politikalarının bir sonucu olarak HDP, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde kendi adayları ile seçime girdi, fakat İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin geri kalan bölgelerinde aday çıkarmadı, AK Parti’ye karşı büyük ölçüde Millet ittifakı adaylarına dolaylı destek verdi.
Seçim sürecinde Cumhur İttifakı’nın ve AK Parti’nin İstanbul’da başarılı bir kampanya yürütmekte güçlük çektiği görüldü. Seçimde kullandıkları beka teması ve dil hayli sorunluydu ve toplumda istenen karşılığı bulmadı. Buna rağmen, Cumhur İttifakı niçin böyle bir kampanya yürütmüştü?
Cumhur İttifakı, Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği Genel Seçimlerinde kendisine oy veren seçmeni yerel seçimde de tutabilmek amacıyla, karşısında “öcü” (bkz. TDK Sözlüğü) olarak gösterebileceği bir blok oluşturmaya çalıştı; bu şekilde kendi seçmeninin o bloğa gitmeyeceğini düşündü.
Ana stratejisi, seçmenini kendinde tutmak, bunun için de diğer parti ve adaylar ile arasına bir tel örgüsü inşa etmekti. Bu, aslında 2014 seçimlerinden bu yana sürdürülen bir stratejiydi. Yeni bir şey yoktu. Fakat bu defa umulduğu gibi işe yaramadı.
İktidar-muhalefet ilişkileri bakımından da AK Parti, MHP dışında ittifak yapacağı bir taraf bulmakta güçlük çekerken, CHP ve İYİ Parti’den oluşan Millet İttifakı kendisi dışındaki siyasi partilere ve toplum kesimlerine dokunabilmiştir. İstanbul’da özellikle HDP ve Saadet Partisi kritik rol oynamıştır.
Cumhur İttifakı’nın kampanya teması, dili ve ittifak stratejisi haricinde İstanbul seçimlerinde birkaç husus daha etkili olmuştur. Bunlardan bir kısmı adaylık süreçlerinin iyi yönetilmemesiyle ilgilidir.
Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olarak ilan edildiğinde Binali Yıldırım’ın Meclis Başkanlığı görevinden istifa etmemesi, Anayasa’yı ihlal ettiği iddialarına karşı “Seçim bir siyasi faaliyet değildir” sözüyle durumunu savunması, seçmen tercihini olumlu etkilememiştir.
Ayrıca, Büyükşehir Belediye Başkanı’nın daha önce istifa ettirilmesi, muhtemel parti içi çekişmeler, Binali Yıldırım’ın gönülsüz aday olduğu söylentileri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçimlerde AK Parti Genel Başkanı sıfatıyla aşırı rol üstlenmesi gibi faktörler Erdoğan’a ve Cumhur İttifakı’na karşı güven kaybına yol açmış görünüyor.
Yine bu kapsamda, şehrin her bir köşesinin büyük afiş ve posterlerle donatılması da seçmen üzerinde beklenen etkiyi üretmemiş, aksine bir sonuç doğurmuştur.
Seçim sonuçları üzerindeki en belirleyici etken ekonomik koşullar olmuştur. Özellikle gıda ve tarım ürünlerindeki aşırı pahalılık hiçbir söze gerek duyulmayacak ölçüde iktidar partisinin hanesine negatif olarak yazılmıştır.
Seçim vesilesiyle kurulan tanzim satış noktalarında patates, soğan kuyruğuna giren seçmenin oylarının “Bu, yokluk kuyruğu değil, varlık kuyruğu” söylemiyle alınması mümkün olmamıştır. Haliyle, ekonomik açıdan beklediğini elde edemeyen insanlar umudu başka bir yerde aramaya başlamıştır.
23 Haziran seçim sürecini ve muhtemel senaryoları bu çerçevede ayrıca değerlendirmek gerekiyor.
© The Independentturkish