Bugünün kutlanmasındaki amaç; basının demokrasiyi korumaktaki rolünü vurgulamak, etik gazeteciliği ön plana çıkarmak ve dünyada basının sansür edildiği ülkelere mesaj göndermek.
Uluslararası Basın Enstitüsü'nün hazırladığı rapora göre Türkiye'de 15 Temmuz 2016 yılından beri kapatılan medya kuruluşu ve basımevi sayısı 170'e ulaşırken, Türkiye hükümeti medyanın yaklaşık yüzde 95'ini etkisi altına aldı. İndependent Türkçe olarak, Türkiye'deki basının ve gazetecilerin durumunu konuştuk.
Basın ve ifade özgürlüğü her yıl geriye gidiyor
Faruk Eren-Gazeteci-Disk Basın İş Sendikası Başkanı
“Uluslararası saygın kuruluşlar, her yıl ‘özgürlükler', ‘basın ve ifade özgürlüğü' gibi kriterlerin yer aldığı raporlar yayınlar. Türkiye ne yazık ki bu raporlarda basamak basamak aşağı yuvarlandı. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü'nün en son hazırladığı raporda Türkiye 180 ülke arasında 154. sıradaydı diye hatırlıyorum. Bu, Türkiye demokrasisinin hangi ligde olduğunun en büyük göstergelerinden biri bana göre.
Bu sürece adım adım, göstere göstere gelindi. AKP iktidara geldiğinde ana akım denilen medya çok kötü durumdaydı. Sektördeki iki büyük gruptan biri girdiği kirli ekonomik ilişkiler nedeniyle TMSF'nin eline geçmişti. Medyanın önemini bilen iktidar, ilk büyük operasyonunu bu alanda yaptı. Bu operasyonun en büyük hamlesi Doğan Grubu'nun Demirören Grubu tarafından satın alınmasıydı.”
İktidarı ve onun politikalarını desteklemeyen onlarca gazetecinin işinden olduğunu söyleyen Eren, ilk başlarda iktidara açık destek veren bazı gazetecilerin de AKP politikalarına yönelik en ufak eleştirileri nedeniyle gazetelerden, televizyon kanallarından kovulduğunu dile getiriyor:
“AKP iktidarının ilk günlerini hatırlayın, demokrasi türküleri söyleniyor, AB'ye ne zaman tam üye olacağımız konuşuluyordu. Ama o günlerde bile Erdoğan basın ve ifade özgürlüğü hakkında ne düşündüğünün ipuçlarını veriyordu. Karikatüristlere, gazetecilere art arda ağır tazminat davaları açılıyordu. Sürekli gündemin değiştiği, her günün bir önceki günü unutturduğu bu süreçte Musa Kart ve ona destek veren Leman dergisi hakkındaki davaları hatırlamak yeter sanırım bunun için.
AKP'nin Gülen cemaati ile kavgalı olmadığı dönemde gazeteciler toplu olarak gözaltına alınmaya, tutuklanmaya başlandı. KCK Basın Davası, Oda TV ve Ergenekon davalarındaki gazetecileri hatırlayın. İktidar ve ona destek verenler şehvetle bu davaları, tutuklamaları savundu. Gülen cemaatinin adı FETÖ olunca bu tutuklamalara, zulme ‘kumpas' denilmeye başlandı.”
15 Temmuz darbe girişimi sonrası da gazetecilerin hedef haline getirildiğini söyleyen Eren:
“Çok sayıda gazeteci tutuklandı ya da hakkında dava açıldı, birçok yayın organı (gazete, TV kanalı, haber ajansı, dergi, internet sitesi) kapatıldı. Ve bu baskılar hala olanca hızıyla sürüyor.
Evet, iktidar medyanın ezici bölümünü, kimilerine göre yüzde 95'ini kontrol ediyor. Ama bu medyanın inandırıcılığı yok. Satın alınan, biat eden her gazete ve televizyonun okuyucu ve izleyici oranı düştü. Devlet ve iktidara yakın şirketler tarafından sübvanse ediliyor bu medya organları.
Yeni doğan alternatif yayın organları daha çok izlenir hale geldi. İktidar bunlara karşı da büyük baskı uyguluyor. Birçok kritik davaya gizlilik kararı, kendisini rahatsız eden her habere erişim yasağı, RTÜK ve BİK aracılığıyla ve ekonomik baskı, gazetecilere sadece yaptıkları haberler nedeniyle değil, sosyal medya paylaşımları nedeniyle dava açma tutuklamalar... Bunlar bir çırpıda saydığımız basın ve ifade özgürlüğünü yok eden uygulamalar.”
İktidarın, elindeki medya araçlarını kullanarak örneğin salgında, ekonomik krizde olduğu gibi birçok alanda toplumu manipüle etmeye çalıştığını söyleyen Eren, sözlerine şöyle devam ediyor:
“Bunu yakın zamana kadar büyük ölçüde başardı da. Ama örneğin Merkez Bankası'nın rezervleriyle ilgili tartışmada bunu beceremiyor. Durum neredeyse 128 demenin yasaklanmasına kadar varacak.
Artık sadece gazeteciler, akademisyenler, siyasetçiler, Kürt ve sol muhalifler değil, iktidardan yana olmayan herkes büyük baskı altında. Kadınlar, işçiler, öğrenciler, toprağını korumaya çalışan köylüler, doğayı savunan çevreciler, liyakatsiz atamalar sonucu yaşanan kazalarda, ihmallerde yakınlarını kaybedenler baskı altında.”
Basın ve ifade özgürlüğünün, halkın haber alma hakkının sadece gazetecilerin sorunu olmadığını, tüm toplumun sorunu olduğunu söyleyen Eren:
“Karamsar bir tablo ama tüm bunlardan yine de gazeteciler aracılığıyla haberdar oluyoruz. Gazetecilerin tüm baskıya, tehdide rağmen haber yapıyor olması umudumuzu artırıyor. Gidişat önümüzdeki günlerde baskının daha da artacağını gösteriyor. Bu özgürlükleri getirecek olanlar da gazeteciler değil, demokrasi ve özgürlük isteyen herkes. Ancak hep birlikte mücadele ederek gerçekten demokrasiye ulaşabiliriz ve bir gün bu ülkede gerçekten ‘Dünya Basın Özgürlüğü Günü'nü kutlarız.
Son sözüm de gazetecilere olsun. Bu günler geçince her şeye rağmen kamuya hakikati ulaştırmaya çalışan gazetecilerin mücadelesi de tarihe geçecek. Ama yeni kurulacak demokrasinin yine bu kadar kolay teslim olmaması, gazetecilerin bu kadar kolay baskı altına alınmaması için örgütlü, sendikalı olmayı ihmal etmemek gerekiyor. Üstelik bunu şu andan, demokrasiyi savunan yayın organlarından başlatmak gerekiyor.”
3 Mayıs Dünya Basın Günü bir şey ifade etmiyor
Nevşin Mengü-Gazeteci
“Türkiye'de basın elbette özgür değil ve özgür olmadığını sanırım herkes biliyor. Dolayısıyla 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü çok bir şey ifade etmiyor. Türkiye'deki gazeteciler için siz de sorularınız da belirtiyorsunuz. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü'nün 2020 endeksinde 180 ülke arasında Türkiye 154. Sırada. Bu da şaşırtıcı değil, öncelikle konvansiyonel medya dediğimiz ya da ana akım medya dediğimiz televizyonlar gazeteler büyük ölçüde hükümetin kontrolü altında.”
Devletin elinde kamu kuruluşları üzerinden 1 × 1 reklam verme sopası olduğunu söyleyen Mengü, sözlerine şöyle devam ediyor:
“Yani kamu, Türk Hava Yolları gibi şirketler, YÖK'ün toplu reklamlarını hükumete yakın medya organlarında veriyorlar. Bu medya organları için önemli bir gelir kalemi malum. Hükumete yakın olmayan basın bu gelir kalemlerinden mahrum kalıyor.
En basiti onun dışında çok geniş yorumlanan, sürekli eleştiri konusu da olan bir Terörle Mücadele Kanunu var. Söz konusu Terörle Mücadele Kanunu o kadar geniş yorumlanmakta ki maalesef ceza yargılamalarında dar yorum esastır. Buna rağmen Terörle Mücadele Kanunu nedeniyle pek çok gazeteci sadece haber yaptığı için terörist olmakla ya da teröre yardım yataklık yapmakla suçlanabiliyor bu nedenle.”
Türkiye'de gazetecilerin haber yapabilmesi için var olan kırmızı çizgilerin git gide kalınlaştığını söyleyen Mengü,
“Normal koşullar altında bir televizyonda en çok seyredilen program en çok reytingi alır. En çok reyting alan televizyonda en çok reklam alır. Ancak Türkiye'de bu anlamda serbest piyasa koşulları işlemiyor, hükümetin sevmediği televizyonlara reklam veren kuruluşlar hükümet tarafından en hafif dille uyarılıyor. Uyarıldıkları için özel sektörde ‘muhalif' diye tanımlanan basına pek reklam vermemeyi, basında yer almamayı tercih ediyor. Onun için reklam pastasının o kısmı da hükümete yakın basına gidiyor. Yani şöyle diyebiliriz ki Türkiye'de Comas yerel medya hemen hemen 1.02 istisna dışında tamamen hükümetin kontrol altında. Bu tabi ki hükümet için çok önemli, normal koşullarda baktığımız zaman şu anda iktidar partisinin oy oranının belki %10'lara inmiş olması lazım”
Ekonominin çıkmazda olduğunu söyleyen Mengü, Pandemi ile mücadelede Türkiye'nin çok kötü bir sınav verdiğini dile getiriyor,
“Ancak buna rağmen Ak Partinin oyları hala yüzde 40'lar civarında. Bunu da aslında hükümetin medya üzerindeki etkisine bağlamak gerektiğini düşünüyorum çünkü insanlar iktidar partisinin de seçmenleri bilhassa doğru habere ulaşamıyorlar. Hükümetin kontrolü altında olan medya üzerinden daha çok propaganda dinliyorlar. Hükümet de bunun farkında yani medyanın gücünün ne kadar önemli olduğunun farkında, onun için zaten dikkat edecek olursanız en güçlü devlet kurumlarından bir tanesi İletişim Başkanlığı, çok fazla bürokrat var bu başkanlık da çalışan. Ankara'daki en büyük binalardan bir tanesine sahip bu bir tesadüf değil, zira şu anda bu iktidar aslında tamamıyla propaganda başarısı üzerine iktidarını sürdürüyor”
"Basın özgürlüğü gazetecinin özgürlüğüdür"
Sedat Yılmaz- Gazeteci
“Basın özgürlüğü hem dünyadaki gidişatı hem de her bir ülke için ayrı ayrı bakmak gerektiğine inanıyorum. Gazetecilerin hükümetlerden, medya sahiplerinden bir nevi bağımsızlığını ifade eden 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü Türkiye şartlarıyla bugün uyuşmamaktadır. Nitekim medyanın yüzde 95'nin hükümet denetiminde olduğu bir gerçeklikten bahsediyoruz. Benim için basın özgürlüğü, gazetecinin özgürlüğünden geçmektedir. Bugün ekonomik, siyasi ve idari koşullardan kaynaklı, yazamayan, çizemeyen, çekemeyen, görüntüleyemeyen gazeteci doldu taşıyor.”
Bu ortamda Türkiye'de basın özgür mü? Sözünü açmadan kapatmak gerektiğini söyleyen Yılmaz,
“İktidarın siyasi, ekonomik ve ideolojik olarak yaşamın her alanında kurduğu hegemonya altında topladığı bir basın için özgürlük kavramını tartışmak abesle iştigal etmektir. Yaptığı haberleri bir kenara bırakalım, sosyal medya paylaşımları dahi gözaltı, tutuklama gerekçesi sayılan bir ortamda basın ve ifade özgürlüğünden bahsetmek mümkün değil. Sansür ve oto sansürün alabildiğine yaygınlaştığı bir ortamda gazeteciler özgürlüğünü yitirmiş demektir. Özgürlüğünü yitiren bir gazeteci basın özgürlüğünü nasıl savunabilir? Bunların yanı sıra nitelikli, profesyonel gazetecilerin ayıklandığı, işsiz kaldığı yaşadığımız günlerin cabası. Tutuklama riski altında olan gazetecileri, ulusal ve uluslararası basın emek ve meslek örgütlerinin raporlarını yan yana getirdiğimizde Türkiye için basının halini özetler niteliktedir.”
Türkiye'de basının geriye gidişinin bugünün sorunu olmadığını söyleyen Yılmaz, nedenini şöyle açıklıyor,
“Dün ile bugün arasındaki fark, otoriterleşen iktidardan zarar görenlerin artmasından kaynaklı bir durum. Örneğin, Kürt basını için dün ile bugün arasında değişen bir husus bulunmamaktadır. En fazla öldürülmüyor, hapsediliyor, sürgün ediliyor, diyebiliriz. Dolayısıyla bu sonucu doğuran iktidara çuvaldızı batırırken, Kürt basın çalışanlarının dün yaşadıklarını gazetecilik faaliyeti saymayan ulusal ve uluslararası basın kurumlarına da iğneyi batırmak gerekiyor. İktidarın tüm uygulamalarını göz önünde bulundurduğumuzda, bu sonuca şaşırmıyorum.”
İktidarın istemediği tüm seslerin, kalemlerinin kriminalize edildiğini söyleyen Yılmaz, sözlerine şöyle devam ediyor,
“Gazetecilerin sadece tutsak edilmeyle sınırlı bir durumdan bahsetmiyorum. Sürgün ediliyor, işsiz bırakılıyor, sansür ve otosansüre zorlanıyor. Hatta hatta yaşamı tehdit altına alınıyor. Bu da yetmiyor, ailesi, çocuğuyla cezalandırma yol ve yöntemleri izleniyor.
Türkiye basını eskiden de dolaylı veya direk kontrol altındaydı. Sermaye grupları arasında pay edilmiş olsa da askeri ve siyasi vesayet her zaman haber merkezlerinde oldu. Bugünün farkı, daha gönüllü, biatçı “gazeteci” üretildi. Sokağa çıkmadan, araştırmadan, incelemeden masa başında çamur at izi kalsın anlayışı yaygın ve hâkim kılındı. Her şeye rağmen umudumu kaybetmiyorum, yüzde 99'unu da kontrol etseler, çuvaldıza sığmayacak mızraklar gibi özgür kalemler olacak. Bu toprakların aynı zamanda bu direnci ve gücü olduğu da tarih boyunca kanıtlanmıştır.”
"Ne bu özel günleri kutlayacağımız bir ortam var, ne de bu kavramların varlığı"
Gökçer Tahincioğlu-Gazeteci
Türkiye'de artık Çalışan Gazeteciler Günü, Basın Özgürlüğü Günü gibi simgesel günlerin gazeteciler açısından kutlanacak günler olmadığını söyleyen Tahincioğlu:
“Ne bu özel günleri kutlayacağımız bir ortam var ne de bu kavramların varlığı. Türkiye'de gazeteciler, yeni baştan basın özgürlüğünü inşa etmeye, var olmaya, hakikati anlatmaya çalışıyor. Bizim için bu günlerin anlamı, bir gün kutlayabilme umudunu bize anımsatması.”
Türkiye'de basının özgür olmadığını şu sözlerle ifade eden, Tahincioğlu:
“Bunun çok basit bir sağlaması var. Bütün gazeteciler için bu sağlamayı yapmak da çok kolay. İstediğini yazabiliyor musun? İstediğin gibi konuşabiliyor musun? Bu soruya verdiğiniz yanıt, aslında bu sorunun da yanıtıdır. Bu soruya en çok yanıt vermesi gereken de basın özgürlüğü için mücadele eden örgütler, gazeteciler değil, hararetle basının özgür olduğunu savunan kişiler ve kurumlardır. Gerçekten soru da yanıtı da basit. Onlar da biliyor. Herkes biliyor. Hakikati herkesin bildiği ancak hakikatin ısrarla yok sayıldığı bu ortam, tek başına bu sorunun yanıtı.”
Türkiye'de artık kimin gazeteci olup olmadığını söyleme hakkını bulan bir yönetim anlayışının olduğunu söyleyen Tahincioğlu, şöyle ifade ediyor:
“Üstelik, “yaptığınız gazetecilik değil” diye kurulmuyor cümle. “Teröristlikten” başlanıyor, devam ediliyor benzer kavramlarla. Basın kartlarını, yargı kararlarına rağmen, tamamen keyfi biçimde dağıtıp, daha sonra basın kartı vermediklerinin gazeteci olmadığını savunan bir anlayıştan söz ediyoruz. “İltisak” denilen bir kavramdan söz ediyoruz. Nedense o kavramın sadece belli bir kesime uygulanmasından söz ediyoruz. Cezaevindeki ortalama gazeteci sayısı, yargılanan gazeteci sayısı, her an yargılanabileceğini bilen gazeteci sayısını düşündüğümüzde, sıralamadaki yerimizin de fena olmadığı kanısındayım.”
Cezaevleri gazetecilerle dolu. Gazetecilik terörize mi ediliyor? Sorumuza yanıt veren Tahincioğlu,
“Çoktan yapıldı bu. Amerika'nın 1980'lerde, AB'nin 1990'larda tartışıp geride bıraktığı kavramları, meseleleri tartışıyor, üstelik onların ulaştığı sonucun tam aksi yönünde ilerliyoruz. 50 yılını gazetecilikle geçirmiş, herkesin gözünün önünde gazetecilik yapmış, bir dönem iktidarın “dost” saydığı, iktidarı eleştirdiğinde “düşman” kategorisinde sayılan duayen isimlere basın kartı verilmiyor. Artık basit basın açıklamalarını çekmek isteyen gazetecilere, alandaki polis, “teröre hizmet ediyorsunuz” diyebiliyor. Düşünün, vatandaşı darp ederken görüntüsü çekilen polis, “Terörist misin?” diye soruyor gazeteciye. Bütün bunları izliyoruz. Herkesin gözünün önünde oluyor, ne olup bitiyorsa, gizli saklısı yok.”
Türkiye'nin kutuplaşmış bir ülke olduğunu söyleyen Tahincioğlu, son sözlerini şöyle dile getiriyor:
“Büyük oranda herkesin safı belli. İnsanlar, okuyacaklarına, inanacaklarına bulundukları merkeze göre karar veriyor artık. En sağlıksız olanı da bu. Merkezin boşalması, siyasette olduğu gibi basında da asıl sorun. Elbette bir medya organının dünyaya bakışı söz konusu olacaktır. Ancak bu nesnellikten ayrılmasının gerekçesini oluşturamaz. Türkiye'deki basınla ilgili asıl sorun hakikatin yerini sloganların alması ve herkesin de istediği sloganları duymayı beklemesi. Hakikat ve habercilik güçlenmediği sürece, bu darboğazdan çıkamayız.”
“Yerli ve Milli” addedilen, eleştiri gücünden yoksun bir gazetecilik alanı inşa edilmeye çalışılıyor
Erol Önderoğlu-Gazeteci- Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) Örgütü Türkiye Temsilcisi
“Henüz yayımlanan RSF Endeksi'nde Türkiye, 180 ülke içerisinde kendisine 153. Sırada yer buldu. Geçen yıl 154. Olan ülkenin bir sıralık ilerlemesi ne yazık ki işlerin medya özgürlüğü anlamında birazcık olsun yoluna girdiği anlamına gelmiyor. Türkiye, Belarus'ta, Cumhurbaşkanlık Seçimleri sonuçlarının aylarca protesto edildiği kitlesel eylemler sırasında gazetecilerin ağır baskılarla karşılaştığı Belarus'un sıralamadan 153. Sıradan çok gerilere düşmesi nedeniyle bu ülkenin yerini aldı. Yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti yeniden ve tam olarak tesis edilmedikçe Türkiye'de gazetecilik haklarına saygı beklemek mümkün olmayacak.”
Türkiye'de tutuklu gazetecilerin sayısının son iki üç yılda düşüşe geçtiğini söyleyen Önderoğlu, ancak bu gazetecilerin hapis tehdidinden kurtuldukları anlamına gelmediğini ifade ediyor:
“Gazeteci tahliyelerinde, çıkarılan yasal “reform” düzenlemeleri yoluyla adil yargılanmayanlara yeni haklar getirilmesi daha ziyade etkili oldu. Belirleyici olan başka bir durumda, yargı makamlarının daha önce sistematik şekilde tutukladıkları gazetecileri çeşitli adli kontrol yöntemleriyle tahliye etmeye yönelmeleri oldu. Sonuçta, bazı pragmatik nedenlerle gazeteciler artık dört duvar arasına gönderilmiyorlar ancak mahpusluğu artık zihinlerinde yaşıyorlar. Diğer yandan, daha önceki yıllarda tutuklanmış 20'ye yakın gazeteciyi de unutmamak gerekir.”
Türkiye'de makbul görülen, “yerli ve milli” addedilen, eleştiri gücünden yoksun bir gazetecilik alanı inşa edilmeye çalışıldığını söyleyen Önderoğlu:
“Gazeteciliği böyle yaşamayanlar, basın kartından yoksun bırakılıyor, keyfi şekilde yargı tacizine maruz bırakılıyor, hiçbir resmi etkinliği izleyip soru yöneltemiyor, gazeteleri resmi ilan cezaları, televizyonları da para cezasına boğuluyor. Yargı bağımsızlığının kalmadığı, mahkemeler ve savcılıklarca iktidar mesajlarının gereğinin yapıldığı bir süreçte, eleştirel online habercilik de hakimlerin sistematik ve keyfi sansürüyle yüz yüze kalıyor. Türkiye'de son beş yılda 139 gazeteci ve medya çalışanı şiddet gördü. Ancak 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri'nden beri birçok yerel gazeteci sokakta iktidar blokunu eleştirdikleri için çeşitli politik grupların saldırısına uğradı. Medya tarihinde ilk kez, bir iktidarın bir şiddet döngüsüne göz yumduğu ve kayıtsız kaldığına tanıklık ettik.”
Ulusal sermaye medyasını kontrol altına almak iktidarın daha Avrupa Birliği müzakere sürecinin başında hayal ettiği bir durum olduğunu söyleyen Önderoğlu,
“Son 15 yılda yüzde 90'ına hâkim olan, son iki yılda RTÜK, Basın İlan Kurumu ve Basın Kartları Komisyonu'nu denetimine alan iktidar, otoriter hedefler uğruna eleştirel diğer medya kuruluşlarını da susturmak için yoğun çaba gösteriyor.”
© The Independentturkish