ABD’nin İran’a saldırı tehdidi gayet gerçek. Trump yönetimi John Bolton liderliğinde, İran’ın kötülükleri hakkında hikayeler uyduruyor. Saldırı için bahaneler uydurmak kolay. Bunun tarihte birçok örneği var.
İran’a yönelik saldırı, dünyanın patronuna karşı gösterdiği “başarılı meydan okumaya” son vermesi için, ABD’nin ezici kuvvetini sergilediği uluslararası programın unsuru. ABD’nin Küba’ya 60 yıl boyunca işkence yapmasının başlıca nedeni de buydu.
Bunun mantığı herhangi bir “Mafya Babası” tarafından kolayca anlaşılabilir. Başarılı bir meydan okuma, başkalarına aynı yolu izlemeleri için ilham verebilir. Kissinger’ın Şili’de Salvador Allende’yi devirmeye çalışırken söylediği gibi, “virüs yayılabilir”. Bu tür virüsleri imha etme ve kurbanları salgın tehlikesine karşı -genellikle sert diktatörlükleri dayatarak- aşılama ihtiyacı, dünya meselelerinin önde gelen prensiplerindendir.
İran, parlamenter sistemi yok edip itaat düzenini yeniden sağlayan ve 1953 darbesiyle ABD tarafından, İngilizlerin de yardımıyla yönetime getirilen tiranı tahttan indirdiği 1979 Devrimi’nden beri, “başarılı meydan okuma” kabahatiyle suçlu. Liberal cenah, 1953'ü hoş karşılamıştı. New York Times’ın 1954’te açıkladığı gibi, İran ve yabancı petrol şirketleri arasındaki müteakip anlaşma sayesinde, “Zengin kaynaklara sahip azgelişmiş ülkeler artık, içlerinden fanatik milliyetçilikle deliye dönen birinin ödemesi gereken ağır maliyeti ibret olarak alabilir.”
Makale, “İran’ın deneyimlerinin diğer ülkelerdeki Musaddıkların yükselişini önleyeceğini ümit etmek belki çok fazla olabilir. Ancak bu deneyim en azından daha makul ve ileri görüşlü liderlerin elini güçlendirebilir” diye devam ediyor.
O zamandan beri çok az şey değişti. Daha yeni bir örnek düşünürsek, Hugo Chavez küresel güney ülkeleri, yani yanlış insanlar, yararına petrol fiyatlarını yükseltmek için OPEC’i teşvik ettiğinde, hoş görülen kötü çocuktan tehlikeli bir suçluya dönüştü. Kısa bir süre sonra hükümet, liberal gazeteciliğin önde gelen organı tarafından memnuniyetle karşılanan bir askeri darbeyle devrildi. The Times editörleri “Venezuela demokrasisinin artık bir diktatör tarafından tehdit edilmediğine”, “yıkıcı demagog” Hugo Chavez’in “gücünü askerin müdahalesiyle saygın iş insanı Pedro Carmona’ya devretmesine” sevindiler. Pedro Carmona, meclisi hızlıca fesh etti, anayasayı askıya aldı, yargıtayı dağıttı ve ne yazık ki, Washington’u virüsü öldürmek için başka yollara başvurmaya zorlayan bir halk ayaklanmasıyla devrildi.
Üstünlük arayışı
"Zeki” Şah'ın iktidara güvenli bir şekilde yerleştirilmesiyle İran, resmi olmayan yakın müttefikleri Suudi Arabistan ve 1967 sonrası İsrail’i ile birlikte, ABD’nin Ortadoğu kontrolünün bir ayağı haline geldi. İsrail ve Suudi Arabistan’ın da ortak çıkarları vardı. Trump yönetimi, bölgedeki ABD gücünün temelini oluşturan gerici Ortadoğu devletlerinin ittifakını yönettiği için, ilişkileri şimdi daha da belirginleşti.
Stratejik açıdan önemli olan Ortadoğu’nun kontrolü, devasa ve kolay ulaşılabilir petrol rezervleriyle, ABD’nin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra küresel hegemonya kurmasından bu yana politikanın merkezinde duruyor. Sebepler meçhul değil. ABD Dışişleri Bakanlığı, Suudi Arabistan'ı “muazzam bir stratejik güç kaynağı” ve “dünya tarihindeki en büyük maddi ödüllerden biri” olarak tanıdı. Eisenhower da Suudi Arabistan’ı “dünyanın stratejik açıdan en önemli kısmı” olarak nitelendirdi. Ortadoğu’daki petrol kontrolünün “büyük ölçüde dünyanın kontrolü” anlamına geldiği ve endüstriyel rakipler üzerinde “kritik nüfuz” sağladığı; Roosevelt’in danışmanı A.A. Berle'den Zbigniew Brzezinski'ye kadar, etkili birçok devlet adamı tarafından kabul edildi.
Bu prensipler, ABD’nin bölge kaynaklarına erişiminden de bağımsız. Hatta bu kaynaklara erişim asıl konu değil. ABD o dönemde de, bugün olduğu gibi büyük bir fosil yakıt üreticisi oldu. Ancak prensipler aynı kaldı. ABD’ye büyük avantajlar sağlamak için, Suudi anlaşmasıyla doların küresel para birimi olması ve petrol diktatörlüklerinin doyumsuz askeri teçhizat ihtiyacı gibi faktörlerle bu prensipler pekiştirildi.
Ortadoğu muhabiri Tom Stevenson, “ABD’nin Körfez’deki tarihsel hakimiyeti, rakipleri ve müttefikleri üzerinde benzersiz biçimde nüfuz sahibi olmasını sağladı… Körfez’in rolünü, dünyanın şu anki yönetim şekliyle aşmak zor” derken abartmıyordu.
Öyleyse, bölgedeki başarılı bir başkaldırının neden hoş görülemeyeceği anlaşılabilir.
İranlı müşterisinin devrilmesinden sonra ABD, Saddam’ın İran’ı işgaline doğrudan destek vermeye, kimyasal silah kullanımı konusunda ustaca yalanlara ve son olarak İran’ın boyun eğmesini sağlamak için Körfez’deki Irak nakliyatını İran’ın tecridinden koruyarak, konuya doğrudan müdahale etmeye yöneldi. Reagan’ın arkadaşı Saddam’a olan bağlılığının kapsamı, Irak füzelerinin USS Stark’ı vurarak 37 mürettebatı öldürmesine karşılık olarak sadece hafif bir uyarı verilmesiyle de tasvir edilebilir. Sadece İsrail benzer bir karşılıkla kurtulmayı başarmıştı (USS Liberty, 1967).
Savaş sona erdiğinde, Başkan George H.W. Bush, Pentagon ve Enerji Bakanlığı, Iraklı mühendisleri ABD'ye silah üretimi konusunda ileri düzey eğitim için davet etti. Bu İran için varoluşsal bir tehdit demekti. O zamandan beri, sert yaptırımlar ve siber saldırılar -Pentagon doktrinine göre saldırganlık eylemi- yaramazları cezalandırmak için kullanıldı.
Dünya düzeni tehdit altında
Yelpazenin karşısındaki ABD siyasi liderleri, İran’a saldırmak için tüm seçeneklerin açık olduğunu, veya Newspeak’te söylendiği gibi “her şeyin kontrol altında olduğunu" belirtiyor. Modern uluslararası hukukun temeli olan BM Sözleşmesi’nde “güç tehdidinin veya güç kullanımının” yasaklanmasının ise durumla ilgisi yok!
İran, ABD’de sürekli, dünya barışı için en büyük tehdit olarak tasvir ediliyor. Oysa dünya geneli, dünya barışına en büyük tehdit olarak ABD’yi görüyor. Ancak Amerikan halkı bu istenmeyen haberlerden, “Özgür Basın” tarafından korunuyor.
İran’ın hükümetinin kendi nüfusu için bir tehdit olduğundan şüphe yok. Herkes gibi İran da etkisini artırmak istiyor. Sorun, İran’ın dünya düzenine yönelik sözde tehdidi.
Peki bu tehdit nedir? Bu soru; 2010’da meclise (o zamandan beri hiçbir şey değişmedi), İran askeri doktrininin “savunma amaçlı… olası bir saldırıyı yavaşlatmak ve düşmanlıklara diplomatik bir çözüm getirmek için tasarlandığını” söyleyen ve “İran’ın nükleer programı ve nükleer silah geliştirme ihtimalini elinde tutmaya istekli olmasının caydırıcılık stratejisinin merkezi bir parçası olduğunu” belirten ABD istihbaratı tarafından makul biçimde cevaplandı. ABD istihbarat teşkilatı, 2007 ve 2012'de İran’ın nükleer silah programına sahip olmadığını kabul etti. Bölgede özgürce saldırılar yapmak isteyenler için, caydırıcı bir program, “başarılı bir meydan okumadan” bile daha kötüdür.
Elbette İran’ın sözümona nükleer silah tehdidine son vermenin yolları olabilir. Güvenlik Konseyi’nin onayladığı ve İran'ın taahhütlerini yerine getirdiği bilinirken Trump yönetiminin bozduğu Kapsamlı Ortak Eylem Planı adlı nükleer silahları sınırlandırma anlaşması, bunun için bir başlangıçtı.
Hawks, anlaşmanın yeterince ileri gitmediğini, ancak ilerletmenin basit yolları olduğunu iddia ediyor. Bunlardan en belirgin olanı, Arap devletleri, İran ve G-77’nin (eski tarafsız ülkeler) desteklediği ve başka ülkelerden de destek alan Ortadoğu’da nükleer silahsız bir bölge oluşturulması. Ancak önemli bir engel var. Teklif, ABD’nin NPT inceleme konferanslarında düzenli olarak -en son 2015’de- Obama tarafından veto edildi. Herkesin bildiği gibi bu plan, ABD’nin İsrail’in nükleer silahlara sahip olduğunu resmen onaylamasını ve hatta denetimlere izin vermesini gerektiriyor. Bu, ABD için tolere edilemez.
ABD’nin (İngiltere ile birlikte) Ortadoğu’da bir Nükleer Silahsız Bölge kurmak konusunda benzersiz bir sorumluluğu olduğu unutulmamalı. Bu iki saldırgan ülke, Irak işgali için yasal kılıf bulmaya çalışırken, Saddam’ın, Güvenlik Konseyi’nin 1991 tarihli, 687 no’lu kararını ihlal ettiğini ve Körfez Savaşı’ndan sonra, bu programları sonlandırması gerektiği halde nükleer silahlar geliştirdiğini iddia etti (aslında doğruydu da). Ancak “Ortadoğu'da kitlesel imha silahlarından arınmış bir bölge oluşturma hedefine yönelik adımlar” çağrısında bulunan 14. Maddeye çok az dikkat edildi.
Ayrıca, İran’ın Şah tarafından yönetildiği zamanlarda, nükleer silah geliştirme niyetine dair çok az endişe duyulduğuna dikkat etmek gerekir. Şah İran’ın nükleer silahları “hiç şüphesiz ve düşünülenden daha kısa sürede” geliştireceğini, yabancı gazetecilere açıkça ifade etmişti. İran'ın nükleer enerji programının yaratıcısı ve eski İran Atom Enerjisi Teşkilatı Başkanı, liderliğin planının “nükleer bomba inşa etmek” olduğuna emindi. CIA de komşu ülkelerin yapması durumunda, İran’ın nükleer silah geliştireceği konusunda emin olduğunu bildirmişti (elbette İsrail gibi).
Bu dönem, Dick Cheney, Donald Rumsfeld, Henry Kissinger ve diğer üst düzey yetkililerin, İran’ın nükleer programlarını kolaylaştırmak için ABD üniversitelerine (kendi okulum MIT de dahil) baskı yaptıkları dönemdi. Şah’ın yönetiminde bu programları desteklerken neden daha sonra onlara şiddetle karşı çıktığı sorulduğunda Kissinger dürüstçe İran'ın o zamanlar bir müttefik olduğunu söyledi. Yeterince basit.
Neoliberal formül
ABD, rasyonelliğin hüküm sürdüğünü ve Bolton ile ortaklarının kontrol edilebileceğini varsayarsak, İran’ın ekonomisini ezme ve nüfusunu cezalandırma programına devam edecek. Avrupa cevap veremeyecek kadar korkuyor ve diğerleri de “Efendi”ye karşı çıkma gücünden yoksun. Aynı politikalar Venezuela’da uygulanıyor. Kennedy yönetimi, Küba’da uygulanan “Yeryüzü Terörünü” (tarihçi Arthur Schlesinger’in tabiriyle) kampanyasının füze krizi sırasında dünyayı yıkıma yaklaştırdığını kabul ettiğinden beri, Küba’da da sürüyor.
Trump’ın performansının arkasında büyük bir jeopolitik düşünce aramak hata olur. Bunlar; doktrini kişisel iktidarı korumak olan ve öncelikle tüzel gücü ve özel serveti, sonra da seçmenlerini memnun etmeyi esas alan narsist bir megalomanın eylemleri olarak kolayca açıklanabilir. Oy tabanı, dindar sağa verilen hediyelerle, Amerikalıların tecavüzcü ve katil ordularından korunmasına ilişkin dramatik açıklamalarla ve yönetimin asıl politikaları her virajda sarsıldığı halde ayakta durma iddiasıyla hizaya getirilir.
Şimdiye kadar her şey gayet güzel. Neoliberal formül gelişiyor: 2008’deki büyük durgunluğun ardından devam eden toparlanma süreci nispeten iyileşirken, çoğunluk için istikrarsızlık; birincil seçmenler içinse muhteşem karlar. Kısacası, Trump gayet iyi gidiyor. Demokratların Russiagate’e takıntısı ve Trump’ın nitelikli suçlarını -en önemlisi de çevresel felakete giden politikasını- önemsememesi onun işine geliyor. Ancak ikinci bir Trump dönemi, kelimenin tam anlamıyla, insanlık için ölüm çanlarını çalabilir.
Yeni bir anket, Trump’ın muhtemel seçmenler arasındaki onay oranının % 50 olduğunu gösteriyor. Bu; Obama’nın başkanlığının bu aşamasında aldığı orandan daha yüksek. Trump için akıllıca olan politika, MAGA (Make America Great Again) yazılı şapkalıların savaştığı korkunç düşmanlara, “Uykucu Joe” ve “Çılgın Bernie” gibi zayıf, diz çökmüş liberallerin teslim olacağını iddia etmek ve dünyaya yumruk sallamaya devam etmek. Bu duruş; savaşa cılız bir sesle karşı çıkan ama (Pompeo’nun deyişiyle) İran adlı “haydut devletinin” ABD gibi “normal” bir ülke olmasını isteyen liberal medya tarafından da desteklenir.
Elbette izlenebilecek başka yollar da var. Ancak felaketle sonuçlanabilecek yeni bir saldırganlığa karşı güçlü bir muhalefet yaratmak için gecikme şansımız yok.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
http://inthesetimes.com/article
Independent Türkçe için çeviren: Ekin Bayur
© The Independent