İşgalciler işgal ettikleri halkın orijinalliğini bozarken kendi kültürlerinden de birçok değeri de kaybetmek zorunda kalırlar. Ya da bu melezleşmede kimin ne kaybettiği sorusu ciddi bir araştırma konusu olarak durmaktadır. Albert Camus’nün kahramanı da bu kirli melezleşmenin bir sonucu ya da bir kurbanıdır. Mersault, Fransız işgali altındaki Cezayir’ de yaşayan küçük seviyeli bir devlet memurudur. Annesini huzur evine gönderen Mersault’nun, Marie adında ilgi duyduğu bir kız arkadaşı vardır. Roman Mersault’un annesinin ölüm haberini almasıyla başlar. Romanın daha başında değer ve kimlik kaybı yaşayan bir adamın belirtileri içindedir Mersault… Onun, annesinin ölümüne karşı tavrı tamamen mekaniktir. Şöyle der:
“Bugün anne öldü. Belki de dün, bilmiyorum. Bakımevinden bir telgraf aldım: “Anneniz vefat etti. Cenaze yarın. Saygılar.” Bundan bir şey anlaşılmıyor. Belki dün ölmüştür.
Bakımevi Morengo'da, Cezayir'e seksen kilometre uzakta. Saat ikide otobüse bineceğim, ögleden sonra orada olurum. Böylece gece başında bekleyebilirim, yarın akşam da dönerim. Patronumdan iki gün izin istedim, böyle bir mazeret karşısında hayır diyemezdi. Ama pek de hoşnut görünmüyordu. Hatta ona, "Bunda benim bir suçum yok," dedim. Karşılık vermedi. Bunun üzerine böyle söylememeliydim diye düşündüm. Zaten özür dilenecek bir şey de yoktu. Asıl onun bana başsağlıgı dilemesi gerekirdi. Öbür gün beni siyahlar içinde görünce dileyecektir kuşkusuz.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Mersault, hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edecektir. Annesinin ölümünü duyduğunda ölümü ya da annesinin ölümü karşısındaki acısını dile getireceğine o tutar cenazeden dönüp yas elbisesi giydiğinde annesinin öldüğünü patrona ispat etmek gibi uzak ayrıntılarla uğraşmaktadır.
Mersault, sevgiyi ve ayrılığı sadece alışkanlıklara bağlamakta bencilliklerine de anlamlı gerekçeler bulmaktadır. Ölüm/cenaze merasimi esnasında ölümle yüzleşmesi gerekirken ölümden başka her türlü detayı düşünmüştür. Hatta annesinin cenazesi başında sigara bile içer. Annesinin ölümüne tepkisiz kalmış, hatta bu güzel günü kırlarda geçiremediği için hayıflanmıştır. Cenazeden sonra evine döner ve hafta sonunu Marie ile geçirir.
Ama Marie ile ilişkisinde de kahramanımız tamamen değer yitimi içerisindeki yabancılığına devam etmektedir:
“Akşam Marie beni almaya geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. Benim için fark etmediğini, o isterse evlenebileceğimizi söyledim. Bunun üzerine onu sevip sevmediğimi sordu. Daha önce yanıtladığım gibi, bunun bir anlam ifade etmediğini ama sevdiğimi sanmadığımı söyledim. “O halde neden benimle evlenesin ki?” dedi. Bunun hiçbir önemi olmadığını, ama eğer o arzu ediyorsa evlenebileceğimizi anlattım. “
Birgün, Mersault komşusu Raymont ve sevgilisiyle sahile giderken Raymont ile problemi olan bir Arap’ı öldürür. Mahkemeye çıktığında onun annesine karşı ilgisizliği, cenaze başında sigara içişi gibi konular da gündeme getirilir. Kahramanımız Arap’ı öldürmesinin sebebinin güneş olduğu şeklinde tamamen abes bir açıklamayla dile getirir. O, kendisinin Arap’ı öldürdüğü için değil; annesinin cenazesi başında sigara içtiği için yargılandığını söyleyecektir. Zaten mahkeme heyeti de Mersault’nun annesinin ölümü karşısındaki tepkisizliğini bir ahlakî çöküntü olarak görmektedir. Bu çöküntünün topluma yayılmaması için giyotinle öldürülmesine karar verilir. Son günlerinde hapishane papazı tarafından ziyaret edilen Mersault Tanrı’yı reddeder ve yaptığı her şeyde haklı olduğunu iddia eder.
“Yabancı” romanı birçok şekilde okunabilir. Kahramanın yazara benzerliği açısından okunursa Camus’nün hayatına dair bir çok ipucuna rastalanabilir.
Albert Camus, 7 Kasım 1913 tarihinde Cezayir’in Mondovi kasabasında doğmuştur. Babası Fransız, annesi ise İspanyol asıllıdır. Babasını henüz küçük yaşta I. Dünya Savaşı sırasında yaşanan Marne Savaşında kaybetmiştir. Cezayir Üniversitesinde felsefe eğitimi görmüştür. Başta Veba olmak üzere birçok romanında Cezayir’deki yaşantısından izler bulmak mümkündür. Camus’nün kahramanının vardığı abes ve umutsuzluk felsefik duruşunun da gereğidir.
“Camus’nün görüşleri, Kierkegaard, Nietzsche ve Dostoyevski ile Alman varoluşçuların etkisi altında biçimlenmiştir. Camus’nün felsefesinin ana teması, insanoğlunun varoluşunun anlamıdır. Bürokratik burjuva toplum içinde yoğrulan çağdaş bireyin incelenişi ile kendi varoluşuyla ilgili hiçbir yanılması olmayan aydının zihinsel yaşamındaki çelişkilerinin çözümlenişinden yola çıkan Camus, insanın varoluşunun saçma olduğu sonucuna varmış ve “saçma” kategorisini kendi felsefesinin ana ilkesi yapmıştır. Camus’ye göre, insanoğluyaşamının anlamsızlığı, sonsuza kadar, hep yeni baştan aşağı yuvarlanan ağır bir taşı yukarıya doğru itmeye mahkum edilmiş, mitolojik Sisyphos imgesinde cisimleşir. Bu anlamsızlığı taşıyamayan insan, “başkaldırır”; insanın içinde bulunduğu bu “Sisyphos durumundan” kendiliğinden bir çıkış yolu bulmaya çalıştığı sürekli “başkaldırma” ve devinimler buradan ileri gelir. Camus, “örgütlü” “hazırlıklı” bir devrimi kendi anlayışına karşı bulduğu kadar, devrimi insanın içinde bulunduğu durumdan bir çıkış yolu olarak gören bütün umutları da yanıltıcı olarak bulur. Camus’nün düşüncesi “saçma” bir dünya içinde, yalnızlıktan kurtulma umudu olmadan yaşayan insan düşüncesi olup, bu düşünce, aslında, modern kapitalist toplumdaki insanlıkdışı durumun kendine özgü biçimde dile getirilmesidir” (Frolov, 1991: 76).
Başka bir biçimde bakılırsa yani sosyal bakış açısıyla bakıldığında Mersault’nun Arap’ı öldürmesi ve sonra da kendisinin idama mahkum oluşu özelde Fransa ile Cezayir arasındaki katliam dolu ilişkinin genelde de Fransız sömürgeciliğinin iflasının bir aydın filozof tarafından tespiti olarak da görülebilir. Fransa evet Arap’ı öldürmüştür; ama kendisi de aslında kendi idam fermanını kendisi imzalamıştır.
Bir başka açıdan bakıldığında Mersault Arap olamamış fakat Fransız da kalamamıştır. Ve dahi onun şahsında sömüren, sömürdüğüne doğrultuğu silahın geri tepmesiyle kendisini de öldürmüştür. Zaten Camus’nün sosyal hadiselere hep ilgi duyduğu da göz önüne alınırsa Yabancı romanın da sadece felsefik bir bunalım romanı olmadığı belirginleşir. Ama Camus’nün Cezayir’de katledilen bir buçuk milyon Arap için evrensel bir tavır alıp kınayan tarafsız bir aydın gibi davrandığı da söylenemez. Mesela Jean Paul Sartre, Paris sokaklarında Cezayir’de yaptığı katliam nedeniyle hükümet aleyhinde bildiri dağıtmaktayken ya da “Hepimiz Katiliz” adlı eserinde Franzız sömürgeci faşizmine tavır alırken Camus’nün cinayete maktülün insan olduğu noktasından değil; katilin bakış açısından yaklaşmayı uygun görmesi oldukça enteresandır. Dr Mutluhan İzmir bu konuyu şöyle dile getirir:
1957 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Albert Camus’nün Yabancı romanı bizi bu yönden derin bir çelişki içinde bırakmaktadır. Romanın kahramanı, Cezayir’li bir Fransız olan Meursault, bir Cezayir’li Arap’ı umursamadan öldürür. Kendisi de Cezayir’li bir Fransız olan Camus, romanın felsefesini neden öldürülen Arap’ın hayatı üzerine değil de öldüren Fransız’ın üstüne kurar? Babasını hiç tanımadan büyümüş olan zavallı, yardımsever, saygılı Fransız saldırganın tüm insani yanları bizi saracak derecede ustaca ve ayrıntılı olarak verilirken kurbanın Arap olduğunu bilmek dışında insani hiçbir özelliği romanda yansıtılmamıştır, okur onun ölümü üzerine hiç düşündürülmez, inkarcı bir bakış açısı ile kurban hemen silinir gider. Babasını romanın kahramanı gibi hiç tanıyamadan 1 yaşında iken kaybetmiş olan Camus’nün bu romanı yazdığı 1942 yılından 3 yıl sonra Fransa, 1945 yılında Cezayir’de 1,5 milyon Arap’ın ölümü ile sonuçlanacak olan Cezayir bağımsızlık hareketini bastırma savaşını başlatacaktır.
Romanın bir sahnesinde, mahkemede savcı “hele bu adamda rastlanan türden bir kalpsizlik toplumu içine sürükleyecek bir uçurum halini alırsa” der (s97). Gerçekten de sanki romandan 3 yıl sonra romanın kahramanının kalpsizliği toplumu içine sürükleyecek bir uçurum halini almıştır ve daha 1 yıl önce işgalci Almanlar’ın istilasından kurtulmuş olan Fransızlar 1,5 milyon Cezayirli Arap’ın katledilmesine sessiz kalır, keza Camus de.
Sezai Karakoç’un küçük bir kız çocuğunun gözünden Fransız sömürgecilerin nasıl gözüktüğüne dair masumane birkaç dizesiyle sözü sonlandıralım.
…annemi babamı karıştırmayın işin içine
İnanmazsınız ama onların şuncacık
Şuncacık evet şuncacık bir alakaları bile yok
Sizin def olup gitmenizi istiyorum işte o kadar
Ali de istiyor ama söylemekten çekiniyor
Halbuki siz insanı öldürmezsiniz değil mi?
Gidiniz ve öteki yabancıları da beraber götürünüz
Tuhaf ve acaip şapkalarınızı da beraber götürünüz emi
Boynunuzdaki o uzun ve süslü şeritleri de
Kirli çamaşırları tahta döşemelerin
Üzerinde bırakmamanızı yalvararak istiyeceğim
Yalvararak istiyeceğim diyorum Medeni Adam
Siz bilmezsiniz size anlatmak da istemem
Kardeşim Ali gömleğinizi mutlaka giyecektir
Halbuki ben Bay Fransız sizin gömleğinizi
Hatta Matmazel Nikolun o kırmızı ipekli gömleğini
Hani etekleri şöyle kıvrım kıvrımdır ya
Bile giymek istemem istemiyeceğim
Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz
Kibrit gibi iç içe sıkışmış tahtadan
Hem şu bildiğiniz usule de lüzum yok
Tepesi demir askerleriniz babamı alıp götürmeseler
O zaman siz görürsünüz Bay Yabancı
Ağaçların tepesine çıkabileceğimizi
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish