Yaşamın amacı nedir?
"İnsan yaşamının amacı nedir?" sorusu Antik Yunan'dan beri insanoğlunun kafasını meşgul edegelen bir sorudur.
Uzun düşünüşler sonucu ortak akıl, yaşamın amacının, diğer bir deyişle beden ve zihnin arayışının, mutlu olmak olduğu genel kabulüne ulaşmış diyebiliriz.
Başka iddialar da var elbet, ancak "mutluluk arayışı" henüz çürütülmemiş bir tez olarak karşımızda duruyor.
Kimi düşünüre göre yaşamın amacı bu olsa da böylesi bir amaca ulaşmak mümkün değildir. Bunu diyenlerden biri Schopenhauer, bir diğeri ise özellikle onun zorluklarına dikkat çeken Freud'dur.
Mutlu olmak zor da olsa uğruna uğraş vermek anlaşılır bir şeydir. Ama bu mümkün değil demek karmaşık ve kulağa hoş gelemeyen bir tespit gibi duruyor.
Bu düşünceyi ileri süren filozoflar yabana atılır cinsten olmayınca onlara biraz kulak vermekte fayda var. O halde sorabiliriz; "neden mutlu olamıyoruz" diye.
Mutlu olmayı zorlaştıran sosyo kültürel gerçek
Freud'a göre mutlu olmayı zorlaştıran üç gerçek neden vardır ve üstelik bu nedenler iç değil, dış kaynaklıdır.
Bu üç önemli sosyo kültürel ve sosyo psikolojik unsur;
- İnsanda var olan ve sürekli tatmin olmak isteyen haz ilkesi ile toplumda var olan ve haz ilkesini sürekli frenlemeye çalışan kural, kaide ve normların oluşturduğu toplumsal gerçekliğin sürekli çatışma halinde olmasıdır.
(Aşağıda açıklayacağımız üzere toplumda her gün rastladığımız kadın cinayetlerinin ve şiddetin altında yatan temel itkilerden biri budur denebilir.)
- Mutlu olmayı engelleyen ikinci unsur, öz değerlerimizi sonradan var ettiğimiz ve peşinden koşturduğumuz kaygan değerlerin üzerine inşa etmenin yarattığı sonuçtur.
(Piyasa koşullarının yarattığı yabancılaşma ve yozlaşma bundan kaynaklı bir durumdur.)
- Doğayla barışık yaşamak yerine ona egemen olmak adına yapılan tahribatın yarattığı sonuç.
(Bugün yaşadığımız pandemi tam da buna bir örnektir.)
Şimdi bu etmenleri yaşamın gerçekleri ışığında irdeleyelim.
1. "Haz ilkesi" ile "gerçeklik ilkesi"nin çatışması
Birinci gerçek, "haz ilkesi" ile "gerçeklik ilkesi"nin sürekli şekilde çatışıyor olmasıydı.
Haz ilkesi, doğarken birlikte getirdiğimiz istek ve arzulardır. Gerçeklik ilkesi ise, içine doğduğumuz sosyo kültürel dünyadır.
Dolayısıyla, buna göre, biraz sonra açıklayacağımız bu iki ilkenin sürekli çatışma halinde olduğu bir dünyada insanın mutlu olması mümkün değildir.
Nasıl yani?
Şöyle ki: İnsanın güdüleri var, diğer bir deyişle arzuları ve istekleri vardır. İnsan doğası gereği haz peşinde koşan bir varlıktır.
(Schophenauer, insanın haz ve mutluluk arayışı ile dünyaya geldiğini ama bunun yerine sürekli acı ile karşılaştığını yazar. O yüzden hayatta gerçek olan mutluluk değil, acıdır ona göre. Mutlu olmak istiyorsan çok mutlu olmayı isteme, az acı çekmeye bak.)
Freud'a göre ise haz, tatmin olmak için ortaya çıkan bir duygudur ve sürekli tatmin olma arayışı içindedir. Bu tamamen içsel bir şeydir yani içten gelir.
Bir de yukarıda belirttiğimiz gibi dışarısı var, yani içine doğduğumuz bir dış dünya.
Biz o dünyaya gelmeden bizim dışımızda oluşmuş kurallar, nizamlar, ahlak, din, kültür vardır. Bunların tamamı dış gerçekliği oluşturur.
İşte mutsuzluğun ilk kaynağı bu "iç" ile "dış"ın sürekli çatışma halinde olmasıdır.
İnsanoğlu doğarken beraber getirdiği içsel dürtüler, engelsiz bir biçimde gerçekleşmek, tatmin olmak ve hayata akmak isterler.
Bunlar genellikle bizim fizyolojik ihtiyaçlarımız olan, yeme, içme, uyuma ve cinsel güdüler ve ihtiyaçlardır.
En basiti, acıktığımızda yemek isteriz. Yani acıkma dürtüsü yemek yemekle haza ulaşır, tatmin olur.
Susadığımızda su içerek gideririz susuzluğumuzu; böylece tatmin olan bu güdü geriye çekilir ta ki tekrar oluşuncaya dek.
Aynı şey cinsellikle ilgili de söz konusudur ve bu olgu Freud'da çok belirleyicidir.
Özellikle cinsel bozukluklar ve buna dayalı şiddet olaylarının tortularını burada aramak gerekir demektedir.
Bu çatışmanın yaşanmadığı sadece iki tür insan vardır; bunlar bebekler ve delilerdir. Çünkü kurallar onları bağlamaz, onar için geçerli değildir.
Bebeklerin her istediği yerine getirilir. Çocukluğa, erişkinliğe geçtiklerinde ise durum değişir, o zaman onlarda da haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi çatışmaya başlar.
Örneğin bir bebeğin karnı acıktığında annesi onu hemen doyurur ya da uyumak istediğinde nerde olduğuna bakmadan yatırır veya çişi geldiğinde geldiği yerde yapar.
Onlara şimdi yemek yiyemezsin, zamanı değil, burada yatamazsın ya da çişini yapamazsın ayıp olur, denmez.
O yüzden onların istekleri ile dış dünya çatışmaz. Ama biraz büyüyüp çocukluğa geçtiklerinde durum değişmeye başlar.
Acıktığında, yemek istediğini söyleyebilir annesine, ama annesi ona "hayır oğlum/kızım akşam hep birlikte yeriz" der.
İşte o zaman haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi çatışmaya başlar. Acıkma güdüsü hemen bir şeyler yiyip tatmin olmak isterken, dış norm onun zamanını beklemesini söyler.
Artık büyümüş olan çocuğu kurala tabi tutmak isteyen anne, onun bu isteğini yerine getirmeyerek onda bir çatışmaya sonra giderek onun bu çatışmaya alışmaya yol açmasını sağlar.
Büyüdükçe bunu daha bariz yaşarız. Haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi her alanda çatışmaya devam eder ve bu mücadelede çoğunlukla gerçeklik ilkesi kazanır.
Tabi sadece yeme içme değil mesele, o işin en basiti, sosyolojik alanda olduğu gibi psikolojik alanda, zihinsel alanda, cinsel alanda bunu hep yaşarız.
Yeme, içmenin yanında cinsel arzular tatmin olmak ister, yanı sıra kişinin çok ve çeşitli başka istekleri vardır, vb.
Gerçeklik ilkesi ahlak, kültür ve görgü kuralları vs.dir, demiştik. Biraz daha örneklendirelim.
Örneğin derste acıktın yemek yiyemezsin ya da toplantıda uykun geldi uyumak istiyorsun, uyuyamazsın veya çok beğendiğin karşı cinsten biriyle birlikte olamazsın.
Yemek, uyumak veya cinsel tatmin haz ilkesine dayanır. Ama toplantıda yatmamak, derste yemek yememek kuralı var toplumda veya canın çektiği ile istediğin yerde beraber olmaya toplumsal kültürün, etiğin ahlakın itirazı var.
Bu itirazları yaratan unsurlar Freud'a göre gerçeklik ilkesini temsil ederler, yani toplumsal gerçekleri.
Böylece senin bireysel arzuların ve haz isteğin toplum tarafından, bir toplumsal düzen adına sonradan yaratılmış olan kurallarca dizginlenir. Bunları istesen de yapamazsın.
İşte burada ikinci safha gelir. Ne olur o zaman? Ya bu arzularını bastırırsın ya da öyle değilmiş gibi yaparsın ya da rol yaparsın.
Fakat burada kritik nokta şudur: Bastırılan hiçbir şey yok olmaz, bilinçaltına gider bir gün şu ya da bu biçimde patlayarak ortaya çıkar.
Tıpkı bir kutuya bağlanmış bir tuz torbası gibi. Onu göle attığınızda bir müddet suyun altında kaybolur, ama tuz eridiğinde kutu dışa vurur. Bu da üçüncü aşamadır. (Çatışma, bastırma sonra dışa vurma)
İşte toplumda gördüğümüz birçok aşırılık, bu bastırılmış güdülerin dışavurumudur diyebiliriz.
Yetişkinler yaşamları boyunca rol yaparlar genellikle, (ya da buna mecbur bırakılırlar) takiye yaparlar ya da bastırırlar duygularını ve güdülerini onlar yokmuş gibi davranırlar.
Bazen sevmediğimiz insanları seviyormuşuz gibi yapmamız gibi (Bu noktada dedikodunun bir giderme ve rahatlama biçimi olabileceğini söyler Freud.)
(Sonraki yazıda ele alacağımız gibi bunları da id, ego ve süper ego yardımı ile açıklar, çözümünü de kendisinin bulduğu bir yöntem olan psikanaliz/psikoterapi ile yapmaya çalışır)
2- Öz değerlerin yanlış kurgulanması
Freud'a göre mutsuzluğun ikinci kaynağı, öz değerimizi sarsılmaya müsait kavramalar üzerinde inşa etmektir.
İnsanlar genellikle bunu yapar ve bu nedenle mutsuz olurlar. Nedir sarsılmaya müsait değerler? Sonradan elde edilen şeyler, zenginlik, mal mülk, mevki makam vb.dir.
Örneğin o benden daha zengin, daha eğitimli daha güzel, daha yakışıklı vs. Bu sürekli başkalarıyla bir kıyaslamayı getirir.
O zaman da insan para mevki, makam, şan şöhret, güç zenginlik vb. sahibi olmak için çırpınır durur.
Ulaşabilirsin de peki ya sonra? Diyelim sahip oldun birine, kaybettiğinde mutsuz olursun. Çünkü bunların hiçbiri kalıcı değerler değil.
Ya da ulaşamadın, gene mutsuz olursun. Sahip olduğunda beklenmedik şeylerle karşılaştığında gene mutsuz olur insan.
Hayatın öğretilmiş düzeni böyle kurgulanmış çünkü.
Demek ki öz değerini her zaman sarsılmaya müsait değerler üzerine inşa edersen sonu bu olur. Bugün çok paran var, yarın olmasının garantisi yok.
Ya da bir yere ulaşmak istiyorsun ulaşamadığında, bir şey olmak istiyorsun olamadığında büyük sorun başlar.
Çünkü istediğiniz kişi olamıyorsanız, istediğiniz parayı kazanamıyorsanız içten içe sarsılırsınız.
Ya da istediğiniz mevkie makama sahip olmadığınızda öz değerleriniz darmadağın olur veya sahipken kaybedildiğinde de.
Üstelik öyle olmamış gibi yaşıyor, hep " ....mış gibi" bir yaşam sürüyor, rol yapıyorsunuz.
O yüzden birileri bu öz değerini sarsan şeyler söylediğinde ona düşman kesiliyor kişi.
(Schopenhauer da mutsuzluğun kaynaklarından biri olarak sürekli bir yere ulaşmak, bir şeye sahip olmak, birileriyle yarışmak, onun gibi olmayı istemek olarak söyler ve bu noktada kıskançlığın altını çizer. Kıskanç kişi asla mutlu olmaz!)
O halde öz değerimizi sarsılmayan değereler üzerinde kurmalıyız.
Bunlar kendine inanmak, kendine güven, iyi insan olmak, sevgi, bilgi, dürüstlük, doğayı sevmek gibi içsel öz değerlerdir.
Yakışıklı olmak, mevki sahibi olmak büyük bir evde oturmak değer değildir.
Ne ki insanlar yaşamda içsel öz değerleri yüceltir ama dışsal olanın peşinde ömür tüketir.
Çünkü kapitalist dünya bize sürekli bunu empoze eder bu da bir çürümeye, yozlaşmaya ve yabancılaşmaya götürür.
3- Doğadan kopuş ve doğayla çatışma
Üçüncü mutsuzluk kaynağı doğadan kopuştur; onu ele geçirmeye çalışmak, boyunduruk altına alma gafletidir.
Nietzsche, uygarlığın kefareti travmalardır, der. Tıpkı bugün Kovid-19 nedeniyle bütün dünya uygarlığının yaşadığı travma gibi. İnsanoğlu doğaya zulmetti, şimdi bedelini ödüyor.
Doğadan kopuş kendi kendinden kopuştur, çünkü insan da doğanın bir parçasıdır.
Oysa uydurma ve yapay uygarlıklar başını döndürdü insanoğlunun. Geldiği yerde, ben doğanın parçası değil sahibiyim, ona hükmedeceğim, hâkim olacağım demeye başladı.
(İşte bak, şimdi gözle bile görülmeyen bir virüs ne hale getirdi seni... Bundan derin bir utanç duymalı insanoğlu ve aslına dönmelidir.)
Doğadan, tabiattan kopup şehirler kurduk, kendimizi doğadan üstün saydık.
Beton yığınların içinde kendimizi üstün görmeye başladık. Aç gözlülükle yaptığımız doğa yıkımının adına uygarlık dedik.
Uygarlığın bedeli nevrozlarla ödüyoruz. Psikolojik hastalıklarla, yeni hastalıklarla ödüyoruz. Koranayla ödüyoruz.
Varsayalım korona bitti, böyle giderse yarın daha büyük bedeller ödeten "morona"nın gelmeyeceğinin garantisi var mı?
Bu bedelleri ödememek için kendimize ayna tutmamız lazım ve yeni baştan sağlıklı düşünmemiz lazım.
Yüzyıllar önce ilkel diye Kızılderilileri yok edip onların yerine beton kuleleri dikenler mutsuzluğun pençesinde çırpınıp duruyorlar şimdi.
Olmadık kanser türleri, bilinmedik patolojik psikolojik hastalıkların pençesinde insanlık.
Ve şimdi "Beyaz Adam" bir zamanlar atıyla çadırında doğayla barışık ve mutlu yaşayan Kızılderili'yi referans gösteriyor, doğaya sahip çalmak için.
Şef demişti ki "son ağaç kesildiğinde, son nehir kuruduğunda ve son balık tutulduğunda beyaz adam doların yenemeyecek bir şey olduğunu anlayacak ama o zaman artık iş işten geçmiş olacak" diyor.
Oysa o Şefi kabilesiyle birlikte üç beş yeşil dolar için sen katletmedin mi?
Şimdi derin muhasebe zamanı; unutmamalıyız ki doğa bizsiz yaşayabilir ama biz doğa olmadan yaşayamayız.
Arada lütfedip doğaya gidiyor, sonra oraya binlerce yıl ortadan kalkamayacak çöpler, pislikler bırakıyoruz.
Tanrı insanı affedebilir ama doğa insanı affetmiyor. Başka biçimlerde ortaya çıkıyor ona yaptığımız kötülüğün bedeli.
İklim değişikliği, asit yağmurları, seller ve de psikolojik travmalar ve modern hastalıklar biçiminde… Ve işte korona...
Doğa intikam alır. Evet, şimdi bir türlü o dev ordularınız, afta tafralarından geçilmeyen liderlerinizle, toplarınız, tüfeklerinizle başa çıkmadığınız Kovid-19 bunlardan biridir.
Farkında mısınız? Küçücük virüs böbürlendiğiniz o koca yapma uygarlıkla alay ediyor...
Tek çözümü var bunun: Farkındalıklı içsel huzurla doğaya sarılmak, doğayla barışmak ve bütünleşik yaşamak. Doğaya saygı duymak, başka da yolu yok.
Sonuç
Biraz karamsar bir yazı oldu ama umudu asla elden bırakmamalıyız.
Konfüçyüs'ün dediği gibi;
Bir insan parasını kaybederse bir şeyini kaybeder, onurunu kaybederse çok şeyini, ama umudunu kaybederse her şeyini kaybetmiş olur.
Umut iyidir belki de en iyisi... İnsanın mutlu olmasını engelleyen sosyo psikolojik gerçeklere rağmen yaşamı güzelleştirmenin yolları da var:
- Çalışmak (yani insanın kendini gerçekleştirmesi),
- Sevmek-sevilmek, (yani insanın değerli bir varlık olduğunu hissetmesi),
- Gülmektir. (Yani bu dünyanın yaşamaya değer bir yer olduğunu bilmesidir insanın.)
Bunun için üç büyük içsel silaha sahibiz:
- Yaşama içgüdüsü (en zor koşullarda bile yaşama tutunuruz)
- Her koşula uyum sağlama hüneri (her zaman her yere uyum sağlaması ile diğer varlıklardan ayrılır insanoğlu)
- Unutma yeteneği, aslında buna unutma mucizesi de denebilir.
Çünkü bu yeteneği olmasaydı bu kadar ağır yükün altından kalkamazdı sınırlı bir güce sahip insanoğlu.
Madalyonun bir de öteki yüzü var tabi; hatırlamak. Eğer hatırlama olmasaydı o zaman da binlerce yıldır yaratılan değerleri geleceğe taşıyamazdık; bilim, kültür, demokrasi; birlikte yaşama pratiği, eşit ve özgürce yaşama iddialı olmazdı.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish