Asıl adı, Jale Fatma Süleymangil Pütün, kamuoyunun bildiği isimle ise Fatoş Güney. Moda’da doğdu. İlkokul eğitimini Marmara Koleji’nde, ortaokul eğitimini İtalyan Lisesi’nde tamamladı. 1970 yılında Yılmaz Güney ile evlendi ve eğitimini yarıda bıraktı. Yılmaz Güney’in son filmi Duvar’da reji asistanı olarak görev yaptı. Yılmaz Güney’in vefatının ardından 1984 yılında Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Vakfı’nı kurdu ve yönetti. "Dağlar Kendini Sever" ve "Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun" adlı iki kitap yayınladı.
Yılmaz Güney ve Fatoş Güney aşkı farklı bağlamlarda pek çok tartışmanın konusu oldu. Nice zorluklara göğüs gererek serpilen, cezaevi, sürgün, ayrılık gibi çeşitli süreçlerle daha da güçlenip büyüyen bu destansı sevgi ilk kez tüm detayları, tüm çıplaklığıyla kâğıda döküldü Fatoş Güney tarafından. İndependent Türkçe olarak Fatoş Güney’in kapısını çaldık ve birlikte mücadele etmenin, birlikte olgunlaşmanın, birlikte direnmenin hikâyesini konuştuk,
Yılmaz giderek etrafına büyü saçan bir sihirbaza dönüşüyordu nezdimde, başka hiçbir şey düşünemiyordum. Bana pembe gözlüklerimi çıkartmamı söyleyen adam, beni pembe bulutlar üzerinde uçuruyordu. Ama ne olursa olsun artık şunu biliyordum; Yılmaz benim hala yabancısı olduğum gerçek bir dünyanın insanıydı ve ben bu dünyanın içine girmek, onunla birlikte yaşamak, her şeyi bilmek ve öğrenmek istiyordum. Yüreğir’in bereketli topraklarının kutsallığını esirgemediği bu adam, gözümde bir ilahtan farksızdı. Ardımda bıraktığım ve muhteşem istikbal vaat eden o hayat sahteydi. Er veya geç, boyalarını, yaldızlarının dökülmesiyle yıkılmaya mahkûmdu.
Fatoş Güney, kitaba ismini verdiği "Camları Kırın Kuşlar Uçsun" un hikâyesini anlatmaya başlıyor,
"Bu isim Yılmaz Güney’in Fransa’da çektiği son filmi olan "Duvar" için düşündüğü bir isimdi. Fakat sonra vazgeçti. Ben ise bu isme vurulmuştum! Bana özgürlükleri çağrıştırıyordu. Kitabı yazarken şöyle düşündüm: Toplum ve birey olarak herkes, hepimiz çeşitli baskılar altındaydık. Toplumsal baskılar, geleneksel baskılar, bireysel baskılar vb. bizi çevreleyen her türlü kısıtlamalar, yargılamalar ve engellemeler sonucu kafese sıkıştırılmış kuşlar misali bir halimiz vardı. Bu duyguyla kitaba bu ismi verdim"
Burjuva kültürüyle büyüyen Güney, hayatında hayal dahi etmediği zorluklarla karşılaştı ama inatçılığından hiçbir zaman vazgeçmedi:
"Liseye kadar yabancı mekteplerde okumuş, seçkin zevklere ve yaşam biçimine tanıklık eden biri olarak büyütüldüm. Yaşımın her döneminde insanları, doğayı, canlıları seven biri oldum. Her zaman keşfetme duygusu olan biriydim, kendi dışımdaki yaşamlara meraklıydım. Tek çocuk olarak özenle büyütülmeme rağmen, vicdanlı ve şefkatli bir insandım ama diğer taraftan da dik kafalı, haksızlığa gelemeyen, inatçı ve öfkeli biri olabiliyordum"
Yüreğin bir çocuk yüreği kadar yufka, sen karıncayı incitmeyecek kadar inceydin.
Hayat sana hiç mutlu olma şansı tanımadı çünkü sen kendinden başka herkesin üzüntüsüne üzüldün. Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığın bir insanın gözyaşı bile içini parçaladı.
Çocukluğun yokluklar, yoksulluklar içinde geçti. Ezildin, horlandın, hapishanelerde, sürgünlerde, ömrünü tükettin. "Hayatım, başarı ve başarısızlık, kazaların, kavgaların, acının, yokluğun, varlığın, zaferin ve kederin birbiriyle kaynaştığı bir kâbustur" demiştin.
Zavallı kocam benim, seni anlıyorum ve seni seviyorum. Bütün çektiklerini unutturmak için sana hayatımı veriyorum. Her şeyi yeniden yaratacağız, sana söz veriyorum, inan. Göreceksin, bana güven. Bende sana güveniyorum. Sonsuza kadar birlikte.
Arkadaşının, "sete gitmek ister misin Fatoş?" önerisine, büyük bir heyecanla "evet" diyen Fatoş Güney, Yılmaz Güney ismini duyunca, "Lakabı çirkin kral. Ay basbayağı çirkin be, öyle artist mi olur? Dünyada bir ben, bir de o kalsa, erkek diye dönüp de suratına bile bakmam" dediği adamın peşinden bilinmezlere gideceğini asla tahmin bile edemezdi,
"18-33 yaş arası dönem benim için olağan dışı bir hayattı. Yılmaz ile birlikte ülkemizin önemli bir siyasi tarihine tanıklık etmiştim. 12 Mart ve 12 Eylül’ün ülkeye ödettiği bedellere kendi ödediğimiz bedellerle tanıklık ettik. Öte yandan Yılmaz Güney gibi bir sinema dehasının üretkenliğine de. Bu sinema dehasının özellikle Cannes Film Festivali yolculuğunda tüm dünyada övgüyle söz edilişini gördüm. Tüm bunlar sıra dışıydı, bedelleri çok ağır olsa da"
Yılmaz Güney ile evlenmeseydi konforlu ve rahat bir hayatının olacağını söyleyen Güney, "ama beni ben yapan gerçeğim olmayacaktı" diye asla pişman olmadığını söylüyor,
"Kitap esas olarak bir kadın hikâyesi. Farklı bir dünyadan kopup gelen bir kadının geçirdiği değişimleri, gelişmeleri ve yine bir kadının dayanışma ruhunun derinliklerini anlatmak için yola çıkıyor. Bu güçlü değişim ve dönüşüm insanın kendi içinde yaptığı evrim olarak da nitelenebilir. Nitekim sonunda başka bir dünyaya yeni bir perspektiften bakmayı başarıyor"
Geçmişe dair bir şey gizlemezdi benden. Eski birlikteliklerinden haberdardım Yılmaz’ın. Zaten birçoğu basına yansımış, kimi skandallar yaşanmış ilişkilerdi. Bu skandalların bazıları Yılmaz’ın şiddet düşkünü biri olarak algılanmasına neden olmuş, onun olumlu özelliklerinin perdelenmesine araç olmuştu. Geçmişini asla kurcalamadım. Sezgilerimle, anlattıklarıyla kavrıyordum her şeyi. Yaşadığı sıkıntıları, olumsuzlukları, çatışmaları tahmin edebiliyordum. Güveniyordum Yılmaz’a ama bu yeterli değildi. Her şeyden önce kendime güveniyor, esas meselenin de insanın kendisiyle barışık olması olduğunu biliyordum.
Yılmaz Güney ile müthiş bir aşk yaşayan Fatoş Güney hüzünlü bir gülümsemeyle anlatmaya devam ediyor,
"Bu aşkın hikâyesi, güçlü, sıra dışı bir adamın tel örgüler, demir parmaklıklar ardından bile, aşkının ışığını ve kuvvetini on yıl boyunca, yirmi-otuz yaş aralığındaki genç bir kadına geçirmiş olmasının ve O’nu kendisine bağlı tutmasının sihirli ve büyülü hikâyesi. Evet, zorluklarla, acılarla geçen dayanılması çok zor günlere rağmen gerçek aşkın birlikte sürdürülen dayanışma ve direniş biçiminin efsanevi bir ifadesi"
Kitabını çocuklara hitaben yazan Fatoş Güney anlatmaya devam ediyor:
"Kitabı oğluma ve hapishane ve de sürgünlerin gölgesinde yaşamak zorunda kalan tüm çocuklara ithaf ettim. Çünkü o dönemlerin travmalarını en çok çocuklar yaşadı. Hapishanelerde, süngülerin, askerlerin, gardiyanların nezaretinde ziyaretlere gidip geldiler. Sürgünlerde ise büyük özlemler, eksiklikler yaşadılar. Olumsuz bir şekilde etkilendiler ve bu etkiler yaşamları boyunca sürdü"
Yılmaz Güney ile yaşadığı sürecin sıkıntılarını, zorluklarını düşündüğünde hiç ‘keşke’ hissine kapılmamış Fatoş Güney:
"Hiç keşke demedim çünkü yaşadığımız tüm acılar beni zenginleştirdi ve beni "ben" yaptı. Kendi gelişimimden memnunum. Sıradan, monoton bir hayatım olmadı. Yaşamın ta göbeğinde oldum ve bu beni güçlü kıldı"
Radyodan yasağın bittiği ilan edilir edilmez tavan arasının kapağı açıldı. Önce Hüseyin Cevahir atladı aşağı. Ardından Oktay Etiman, en son ise henüz ismini bilmediğim genç indi çevik bir hareketle. Tamamen toz toprak içinde kalmışlardı. Önce ellerini, yüzlerini yıkadılar. Elbise fırçasıyla her birinin kıyafetlerini temizlemelerine yardım ettim. Aydınlık yüzlü, geniş alınlı, kumral genç adam şefkatle gözlerime baktı: "Seni hiç unutmayacağım bacım, hiçbir zaman" bu genç, Mahir Çayan’dı.
Bir dönemin devrimci liderleriyle de karşılaşan Fatoş Güney, hissettiklerini anlatıyor:
"Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, bu insanlarla karşılaşmış olmak büyük bir şanstı. Onların ülkeleri için hayatlarını göz kırpmadan tehlikeye atmalarına hayrandım. Eğer evli olmasam, üniversitede olmuş olsam, onlarla birlikte hareket edeceğimden emindim. Onların her biri gözümde bir kahramandı.
Tüm Türkiye’de arandıkları gece bizde saklandılar. Ben altı buçuk aylık hamileydim. Silahlarıyla birlikte tavan arasına çıktılar. Eğer yakalansalardı teslim olmayıp çarpışacaklardı. Arada biz ne olacaktık bilemiyorum ama bizim de sağ çıkmama ihtimalimiz vardı"
Kızıldere Katliamı sonrasında ayağımın altındaki zeminin kaydığını hissettim. Büyük, çok büyük bir yıkımdı bu. Adil bir dünya, eşit bir gelecek için mücadele eden o gençler vahşice katledilmişti. Onları yakından tanıma fırsatı bulduğum, bir gün, bir gece dahi olsa onlarla kader birliği ettiğim için gurur duyuyordum ama tüm bunlar acımı da katmerliyordu. Onları hayatım boyunca aklımdan hiç çıkarmayacak, hiç unutmayacaktım."
Birlikteliklerinin önemli bir bölümü Yılmaz Güney’in cezaevi süreciyle geçti, Fatoş Güney bu süreci dışarıda nasıl geçirdiğini anlatıyor:
"Duvarın bir yanında Yılmaz, diğer yanında oğlumla biz vardık. Yılmaz’ı sürekli bir hapishaneden diğerine sürüyorlardı. Biz de gönderildiği her şehre peşinden gidip ev kiralayarak orada yaşamımızı sürdürüyorduk. Oğlumuz ilkokula Kayseri’de başlamak zorunda kaldı. Ankara, Kayseri, İzmit, İmralı ve Isparta olmak üzere değişik cezaevleri gördük"
Gitme zamanımız gelmişti. Ne pahasına olursa olsun gitmeliydik. Gideceğimiz hiçbir ülke kendi ülkemden daha yabancı olmayacaktı bana. Yılmaz’ın bunca başarısına, emeğine rağmen bu muameleye maruz bırakılmasını sindiremiyor, kimi çevrelerce yıpratılıp hor görülmesini kabul edemiyordum. Senelerdir hak etmediği bir cezanın kefaretini ödüyor, şimdi de düşünceleri nedeniyle yüz yıl boyunca esir edilmek isteniyordu! Henüz yirmi dokuz yaşındaydım. Kısa ömrümde darbelere, haksızlığa, işkencelere yeterince tanıklık etmiştim, dayanamıyordum artık, istemiyordum. Yılmaz fazlasıyla metindi ama hayır, daha fazla katlanmayacaktık bu dipsiz kuyuya. İçim tarifsiz bir öfkeyle, iğrenme duygusuyla dolup taşıyordu. Bu düzenden, işbirlikçilerden, bu rezalete çanak tutan herkesten, bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyenlerden nefret ediyor, lanet okuyordum. Gitmek geç kaldığımız bir zorunluluktu ve artık daha fazla erteleyemezdik.
Yılmaz Güney’in ölümünün üzerinden 36 yıl geçti, Fatoş Güney bu yılların nasıl geçtiğini, neler yaptığını anlatıyor:
"Ölümünün ardından sekiz yıl Türkiye’ye dönmedim. Çünkü henüz Evren cuntası hükmünü sürdürüyordu ve Yılmaz’ın filmlerinin gösterimi yasaklanmıştı. Dönmek benim için ‘’teslimiyet’’ olacaktı. Önce, dostlarım sayesinde Türkiye’de bir ‘’Anıt Mezar’’ projesi yarışması düzenleyerek kabrini yaptırdım. Sonra Fransa, Almanya ve İsveç’te büyük organizasyonlar yaparak Vakıf kurabilmek için olanak sağladım ve Türkiye’ye dönerek ‘’Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Vakfı’nı kurdum. Yirmi sene boyunca Vakfı dişimle tırnağımla uğraşarak, sırtımda taşıyarak çalıştırdım. Ancak Yılmaz Güney filmlerinin o günlerde ve hala bugün de gösterilmiyor olması nedeniyle sonlandırdım.
Bir Yılmaz Güney Kültür Merkezi oluşturmak ve bir Müze oluşturmak için uğraşmaktayım. Bir kitap yazdım, hayatımızla ilgili bir film projesi için çalışmalarımı sürdürüyorum"
Bugünkü Türkiye’ye ilişkin de sözleri olan Fatoş Güney, son cümlelerini şöyle bitiriyor:
"Maalesef bu coğrafyada değişen bir şey yok. Üstelik bu dijital çağın ifşasıyla ülke sorunlarımızın Aysbergin yüzeyi gibi ne kadar büyük olduğu da meydanda. O gün de bugün de demokrasisine kavuşamadı bu topraklar. Ama bazen çok zor gelse de umut etmeye devam diyorum"
© The Independentturkish