Derinlemesine hasta durumdaki bir topluma kolaylıkla uyum sağlayabilmek, sağlıklı olmanın bir belirtisi değildir.
JİDDU KRİSHNAMURTİ
Hintli düşünür ve eğitimci
(1895-1986)
* * *
Nedenleri, nasılları her zaman için tartışılabilir. Fakat, Türkiye'de siyasal İslâmcılığın 1950'lerden bu yana entelektüel açıdan beslendiği kaynakların sığlığı ise tartışma kaldırmayacak türden bir vâkıâ…
Uzun bir ataletin ardından Menderes iktidarları döneminde kendilerine verilen cömert ödünlerle zincirlerinden boşanan tarikat ve cemaatler, bağlıları arasından görece daha alt sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik sınıflara mensup olanları geleneksel bilgi kaynakları, yanı sıra da evliya menkıbeleri ve hikmetli sözlerden oluşan temel bir malzeme çantasıyla kolayca yönetip yönlendirebilirken, bu yönetip yönlendirme işi ise eğitim düzeyi arttıkça doğal olarak zorlaşmaktaydı.
Tarikat ve cemaat evlerinde aktarılan bilginin hem düzeyi, hem de içeriği, yavaş yavaş lise sıralarının, ardından da yükseköğrenimin tadını almaya başlamış muhafazakâr çevrelerdeki genç ve eğitimli insanların o sürekli soran, sorgulayan, gerektiğinde karşı çıkan fıtratıyla büyük ölçüde uyumsuzdu.
Dindar gençlik, bu açılım döneminde, Türk solunun kültürel-sanatsal kaynaklarının çeşitliliğine de yoğun bir imrenmeyle bakarak, kendisinin inanıp bağlandığı ulvî değerlerle uyumlu, entelektüel açıdan beslenebileceği yeni bilgi kaynaklarının iştahlı bir arayışına girdi.
Amaç, geleneksel eğitim üzerinden kazanılmış olan kadim inancı, çağın yeni bilgisiyle donanarak daha da güçlü ve iddialı bir şekilde tahkim etmekti.
Ancak, Türkiye'de etkinlik gösteren İslâmcılığın o dönemde yükselişe geçen bu yeni insan dalgasının entelektüel beklentilerini karşılayabilecek türden bir ön hazırlığı yoktu.
Fransa model alınarak oluşturulmuş katı seküler bir devlet ve toplum düzeninin kâh iknâ yoluyla, kâh sertlikle oturtulmaya çalışıldığı 27 yıllık bir tek parti iktidarının ardından, Washington'un uzaktan siparişiyle kurdurulmuş Amerikancı bir partinin yönetiminde dinsel pratikleri yaşamak ve yaymak bir ölçüde kolaylaşmıştı.
Fakat, İslâm'ın çağdaş dünyayı yorumlayış biçimi üzerine iki satır mûteber bilgi edinebilmenin ise her zamankinden daha zor olduğu görülüyordu.
Osmanlı'nın çöküş dönemi ve Cumhuriyet'e geçiş evresinde o dönemin en anlı şanlı İslâmcıları arasında sayılan Mustafa Sabrı Efendi gibiler ömürlerini önce Kuvvayi Milliyeciler'e idâm fermanları hazırlamak, ardından da Türklüğe lanetler yağdırıp ondan istifa etmekle tükettiklerinden dolayı, genç dindarlar, kendilerini 20'ci yüzyılın ortalarında sudan çıkmış birer balık olmaktan kurtarıp çağı derinlemesine kavramış şuurlu bireylere dönüştürecek "yüksek düzeyli bilgi"nin arayışı içinde resmen helâk olacaklardı.
Bu esnada, 1950'ler, özellikle de 1960'lar boyunca imdatlarına "çeviri eserler" yetişti. Daha düne kadar Osmanlı'nın arka bahçesi konumunda olup, imparatorluğun parçalanışından sonra mantar gibi ortaya çıkan, sınırları da Avrupalı emperyalistler tarafından masada cetvelle çizilen kimi uydu Arap devletlerinde yetişmiş, paçalarından sapır sapır "sömürge aydınlığı kompleksleri" dökülen, aralarından bazıları sahip oldukları cesaret ve başkaldırı ruhu açısından saygıya değer, ama eğitimleri itibarıyla ise çoğunlukla vasat bir İslâmcı düşünürler / aktivistler silsilesi…
Fransız, İtalyan ve İngiliz emperyalizmi, 19'uncu yüzyıldan itibaren peyderpey ele geçirdiği Mağrip ve Ortadoğu topraklarında, kültürel açıdan, oralarda 400 yıla yakın hüküm sürmüş Osmanlı'nın başaramadığı düzeyde radikal dönüşümlere imza atmıştır.
Fethettiği topraklara bir bayrak dikip ezan okutmayı, bir de yıllık haracı toplayacak geride bir genel vali bırakmayı egemenlik kurma sanatı adına yeterli sayan Osmanlı, bu topraklarda yüzlerce yıl boyunca yerel halkların kültürüne, örfüne hemen hiç müdahale etmezken, sömürgeciliğin büyük ustası Avrupa ise Fransızların Napoleon eliyle Mısır'ı işgâlinden başlayarak adımını attığı her yere kendi kültürünün silinmez damgalarını vurarak ilerledi.
Bu acıklı manzaranın küçük bir tezahürüne, yıllar önce, Cezayirli bir arkadaşımdan gelen bayram tebriği kartpostalında rastlayınca ne de şaşıracaktım.
Cezayir'den turistik bir manzara içeren o kartpostalın arka sol üst köşesindeki açıklama, önce Fransızca, ardından da Arapça yapılmaktaydı.
Ve ortalama bir Cezayirlinin nazarında gayet olağan sayılabilecek bu durum, o ülkenin Fransa'dan bağımsızlığını kazanmasının üzerinden yaklaşık 40 yıl geçtikten sonra gerçekleşiyordu.
Avrupa emperyalizminin ta Mağrip'in en Batı ucundan başlayıp Ortadoğu'ya, Basra Körfezi'ne kadar tek tek sömürgeleştirdiği Arap-İslâm topraklarında, bunlardan bir tekinde bile sektirmeden, en küçük bir gevşeklik sergilemeden müthiş bir kararlılıkla yürüttüğü kültürel asimilasyon politikalarından biri de o toprakların halklarının kalplerine onulmaz bir Osmanlı-Türk nefreti ekmesi olmuştur.
Zaman içinde, gerçek bir tane ise onun içine yüz tane de nefret körükleyici söylence türetilip karıştırılmış, bu geniş havzada yaşayan Arap halklarının kolektif şuuruna, Osmanlıların onları tarihte eşi ve benzeri görülmemiş bir düzeyde sömürüp zulmettikleri fikri zerkedilmiştir.
Oysaki Osmanlı'nın fetihlerden önce de Müslüman olan halkların yaşadığı topraklardaki yönetim politikası ile Hristiyan diyarlarında ele geçirdiği topraklara ilişkin yönetim politikası arasında dağlar kadar farklılık bulunmaktaydı.
Fakat 20'nci yüzyılın başlarından itibaren kültürel açıdan yeniden biçimlendirilen Arap-İslâm coğrafyasında, son derece kararlı ve bilinçli bir şekilde oluşturulmuş yeni bir eğitim-öğretim müfredatı, yanı sıra bunun gönüllü taşıyıcıları konumundaki İngiliz, Fransız, İtalyan öğretmenler ordusu ile yepyeni bir kurmaca tarih yazılmış; daha da acıklısı, bu kurmaca tarih perişan durumdaki o sömürge toplumlarının yeni yeni yetişmekte olan aydınları tarafından büyük ölçüde benimsenmiştir.
Türkiye, günümüzde de Cezayir'den Suriye'ye, Mısır'dan Lübnan'a kadar bu coğrafyanın bütün ülkelerinde yalnızca varoşların derme çatma gecekondularındaki ümmî akıl tarafından sevilip kardeş olarak görülen, adı aynı ülkelerin medyasında, üniversitelerinde, sanat çevrelerinde ise alttan alta hissedilir bir önyargı eşliğinde anılan "hasım" bir ülkedir.
Emperyalizm, oralarda bulunan, halklar arasındaki dostluk ve kardeşlik duygularını pekiştirme potansiyeline sahip bütün mekân adlarını, anıtsal yapıları, basılı kültür ürünlerini özenle yok edip, yerine kendi kurmaca tarihinin söylencelerini yaymış, anıtlarını dikmiştir.
Lübnan'ın başkenti Beyrut'a ve Suriye'nin başkenti Şam'a gittiğinizde, her iki şehrin en büyük meydanlarının adlarının, vaktiyle Cemâl Paşa'nın Osmanlı'ya isyan hareketleri başlattıkları için idam ettirdiği Arap milliyetçilerinden geldiğini görürsünüz.
Cemâl Paşa'nın bu iki ülkede, aydınlar arasındaki lâkabı da "Seffah (kan dökücü, kasap) Cemâl"dir.
Uzun bir ara bilgi oldu, ancak konuyu pekiştirebilmek adına bu bilgileri vermeliydim.
İşte, 1950'ler ve 60'larla birlikte Türkiye'de yeni bir sıçrama dönemine giren İslâmcı ideolojinin, kendisine dönüp "Bizi aydınlatın! Bizi ışıtın! Allahsız komünistlerin gerisinde kalmak istemiyoruz!" diye yalvaran gençlerin önüne koyabildiği yegâne bilgi kaynakları, bu ülkelerin Osmanlı-Türk kimliğinden bazen örtülü bir şekilde, bazen de açıkça nefret eden sömürge aydınlarının yazdığı dinsel, tarihsel ve felsefî kitaplar olacaktı.
O dönemde birbiri ardına açılan İslâmcı yayınevleri, toplumun muhafazakâr kanadında kaydadeğer bir kültürel üretim geleneği oluşmadığı için, can havliyle Mısır, Lübnan, Suriye, Tunus, Suudi Arabistan, Cezayir gibi ülkelerde üretilen eski ve yeni eserlere saldırıp, bunları alelacele Türkçe'ye çevirerek ardı ardına yayımlamaya başladı.
Oysaki sosyolojinin kurucusu olarak bilinen İbn-i Haldûn'un Mukaddime'si ve diğer klasikleşmiş eserlerinden, İslâm'a Suudi Arabistan'da Vahhabî etkisi altında ihtida etmiş Yahudi asıllı bir düşünür olan Muhammed Esed'in çağdaş eserlerine kadar, içinde Türk kimliğinin olumlu bir yaklaşım eşliğinde anıldığı doğru düzgün bir tek Arap / Doğu kaynağı bile yoktur.
Arap kültürü, Arap aydınları, yukarıda sözünü ettiğim emperyalist beyin yıkama operasyonunun da esaslı katkılarıyla, eserlerinde, Türkleri akıllara zarar bir pişkinlik içinde, sanki İslâm'ın küresel yayılımı ve tanınırlığına en ufak bir katkısı olmamış, coğrafî açıdan uzaklarda ve kültürel bağlamda da alabildiğine silik bir millet gibi pas geçmeyi yeğlerler.
Eğer ki ele alınan konu Türkler çevresinde dönmeyi zorunlu kılıyorsa, o durumda da Türkiye ve Türklere yönelik bilinçaltı nefret kimi satırlarda açığa çıkarak pörtler.
Hele de bu çağdaş kaynaklarda Arap yazarların sözü Cumhuriyet ve Atatürk devrimlerine geldiğinde, diktatör üretmede son derece mâhir olan ülkelerinde her şey güllük gülistanlıkmış gibi, gerek Cumhuriyet'in kurucusu, gerekse onun yapıp ettiği işler Arap okurlara "vaktinden biraz daha erken gelmiş öncü bir Deccal'in faaliyetleri" görünümünde sunulur.
Bu noktada, söz konusu Arap aydınlarının İslâm dini ve kendi ülkelerini yorumlarken yakaladıkları doğruları elbette ki büsbütün gözardı etmiyor, bilakis o isimlerden de doğru bir filtrelemeyle pek çok hayırlı bilginin alınabileceğini düşünüyorum.
Fakat Türkiye'de bunların kitapları çaresizlikten dolayı kapış kapış alınıp tercüme edilir ve Türk gençliğinin eline "uzun yol haritası" olarak verilirken, bu işin öncülüğünü üstlenen yayınevlerinde, ara ara okurun karşısına çıkabilecek fikrî sakatlıkları doğru şekilde teşhis edecek, bunları ya kitaplardan çıkarmayla ya da zımba gibi sağlam dipnotlarla dengeleyecek düzeyde bir editörlük şuuru, donanımı ve feraseti bulunmamaktaydı.
Kaleme aldığı eserlerde "Allah!" diyen herkes gönül rahatlığıyla yayın portföyüne dahil ediliyor ve kısa süre sonra da bu eserler dindar Türk gençliğinin temel bilgi kaynakları arasında boy gösteriyordu.
Donanımlı bir dindarlık hedefine doğru kör topal ilerleyen Türk gençliği, özellikle de imam-hatip okullarında okuyan kalabalık bir topluluk, zihinsel biçimlenme ve bilinçlenmenin zirvesine ulaştığı yeni yetmelik çağlarında hep bu Arap, Hint ya da İranlı kalemlerin rahle-i tedrisinden geçerek erişkin olmuşlardır.
1970'li yıllardan itibaren İslâmî yayıncılıktaki çeviri eser modası, Seyyid Kutub ve Hasan el-Bennâ gibi Mısır'ın İhvân-ı Müslimîn hareketine mensup aydınlarına, Ebü'l-Hasan en-Nedvî, Mevdûdî gibi Hint bölgesi bilginlerine, İranlı müelliflere ve Seyyid Hüseyin Nasr gibi gelenekçi, Fazlurrahman gibi modernist düşünürlere doğru bir kayma sergiledi.
Bu eserler yoğun biçimde Türkçe'ye çevrilip Türk dindarlığının fikrî yapısını biçimlendirirken, İslâmcılığın siyasallaşması sürecinde de başat birer rol üstlenmekteydi.
Gençlik ve orta yaş dönemimde, nezaket dairesi içinde bir İslâmî hareketin merkezine, bir tarikat ya da cemaat evine konuk olduğumda, bütünüyle lafın gelişi içinde, olanca saflığım ve iyi niyetimle, "Biz Türkler", "Türk milleti olarak" gibi cümle başlangıçları yaptığımda, ortamı yöneten "ağabeyler"in duruma ânında müdahil olarak, "Aman Ali Murat kardeş, aman ha! Türk olmanın diğer milletlere en ufak bir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük yalnızca takvâ (Allah'tan korkma, çekinme, ona gösterilen saygı) iledir. Konuşurken ve yazarken bu mahzurlu lisandan tez elden vazgeçmeli ve kendini daima ümmet-i Muhammed demeye alıştırmalısın" şeklindeki, o anda konuştuğumuz konunun bağlamıyla en ufak bir ilişkisi olmayan abartılı uyarılarını her seferinde şaşkınlıkla karşılamışımdır.
Dediğim gibi, o günkü saflığım ve iyi niyetim içinde bu saçmasapan müdahaleleri anlamlı bir yere oturtmakta güçlük çekiyordum.
Bugün ise, hâkim etnisitenin Türk dışı unsurlardan oluştuğu herhangi bir dinsel hareketin dergâhına gidildiğinde, "Türk" sözcüğünün, oradakilerin milliyetçi alerjilerini kabartmamak adına kesinlikle kullanılmaması gerektiğini bilecek kadar kaşarlanmış durumdayım.
Yani, bu konudaki endişenin aslında takvâ ile en ufak bir ilişkisi falan yok. Başat kurucu unsurun Türkler olarak görüldüğü / demogoji kabul edildiği Türkiye Cumhuriyeti'nde "Türk" sözcüğünden, ülke topraklarında yaşayan bütün etnik kimliklerin tek tipleştirilmesine yarayan bu ulus-devlet tanımından nefret eden her etnik topluluk, olaya yüksek bir dinsel kaygı süsü vererek, aslında kendi alt-etnik milliyetçiliğinin öfkesini kusuyor.
Mahallemizde geçirdiğimiz uzun yıllar, bize bu ince kuralı da öğretmiş bulunmakta…
Bir tarafta, İran'ın köklü kültürel birikimi bir kenarda tutulursa, yüz yılı aşkın bir cumhuriyet serüvenleri bile bulunmayan, çoğu Osmanlı'dan koptuktan sonra Avrupa sömürgenlerine göbekten bağlı yeni diktatörlüklere dönüşmüş bütün bu Arap ülkelerinin kendi sorunlu toplumsal dokuları içinde üretegeldiği Doğulu aydın tipi…
Diğer tarafta ise, 2500 yıla yaklaşan tarihçesi boyunca çok güçlü bir devlet kurma ve yönetme tecrübesi edinmiş, aynı tarihsel süreç boyunca hiç sömürgeleştirilememiş, yeri geldiğinde Birleşik Krallık gibi en yenilmez görünen güçlere bile kök söktürmüş, hiçbir eski sömürgesinde bulunamayacak düzeyde fethedici ve yönetici reflekslere sahip dominant bir ülke olan Türkiye…
Böyle bir karşılaştırma yapıldığında, sözünü ettiğim kültür kaynakları da giydirilecek bedene iki-üç numara dar gelen gömlekler gibiydi.
Fakat Türk İslâmcıları, içeride üretilen eserlerin ezici bir bölümü tek parti dönemine ölçüsüz çemkirmelerle dolu, fikrî açıdan da çoğu kez kurmaca tarih, sıfır bilimsellik, sıfır metodoloji, bohça demogoji ve sınırsız slogandan ibaret olunca, çaresizlik içinde bu çevirileri baştacı yaptı.
Böylelikle, geçmişte arka bahçede hep birlikte oynanırken çelimsizliği nedeniyle oyuna bile alınmayan aşağı mahallenin çocukları, gün geldi, merkez mahallenin ağabeylerine, oynayanlara keyif verecek iyi bir kovboyculuk oyununun nasıl kurgulanması gerektiğini ballandıra ballandıra anlatır oldular.
Bu da İslâm'ın günümüzde bile demokrasiyle, özgürlükçü düşüncelerle, çok seslilikle, insan haklarıyla, etnik çeşitlilikle uzlaşabilen çağdaş, sağlıklı, sürdürülebilir bir yorumunu ortaya koymaktan âciz, en az on asır öncesinin bilgi birikimi ve kavramlarıyla fikir tartışması yürütmeye çalışan arkaik İslâmcı aydın modelinin temelini atan süreçlerden bir diğeriydi.
Binlerce yıllık kabileci örgütlenme modelleri nedeniyle, 20 ve 21'nci yüzyıllardaki sayısız denemelerine karşın yine doğru düzgün ulus-devletlere dönüşmeyi başaramamış bu Arap ülkelerinden çıkan takıntılı, ezik, marazî aydın tipolojisi, zamanla onlarla çok farklı ve özgüveni yüksek bir tarihsel serüvenden gelen Türk dindarlarını da derinlemesine etkileyecek; böylelikle İslâm'a ilişkin bütün olay ve olguları kabileci Araplar'ın perspektifinden yorumlayan, kendi kültürel köklerine tamamen yabancılaşmış, yamalı bohça gibi bir Türk siyasal İslâmcı aydın modeli türeyecekti.
Yoksa, tarihe dikkatlice bakıldığında, Karahanlılar Devleti hükümdarı Satuk Buğra Han ve yönettiği Türk boylarının İslâm'ı ilk kabulünden itibaren, Türklerin İslâm'ı kavrayış ve yorumlayış biçimlerinin Arapların yorumlayış ve kavrayışıyla en ufak bir yakınlığı olmadığını görürsünüz.
Bu durum, kadınların hakları ve toplumsal rollerinden başlayıp, bilime, sanata, mimariye, devlet yönetimine kadar her alana uzar gider.
İslâm, Türk topraklarında yüzlerce yıl boyunca "korku"yu değil "sevgi"yi temsil etmiştir. Tıpkı, Anadolu insanının inanca ilişkin bütün yorum ve eylemlerinde, tasavvufun da güçlü irşâdı altında daima mûtedil bir çizgiyi tercih edişi gibi…
Hâl böyle olduğu içindir ki (Türkleri hiçbir zaman tam olarak Müslüman kabul etmemiş) Sinâ Yarımadası Araplarının imparatorluk kan kaybetmeye başlar başlamaz ilk yaptıkları iş, merkeze başkaldırı denemeleri yapmaya başlamak oldu.
Osmanlı Sarayı, temellerini Muhammed bin Abdülvahhab'ın (1703-1792) attığı Vahhabîlik hareketine ilk gününden itibaren daima hiddetle yaklaşmış ve bu hareketin önünü kesebilmek için elinden geleni yapmıştır.
Çünkü İbn-i Teymiyye (1263-1328) radikalizminin, yüzyıllar sonra akıl hocasını da aşan bir katılıktaki savunusuna dönüşen Vahhabîliğin hoşgörülü Türk kültürü içinde yaşama ve yayılma şansı bulunmamaktaydı.
Osmanlı Devleti'nin 1857 Fermanı ile ülke topraklarının tamamında köle ticaretini yasaklaması karşısında en sert tepkileri Sinâ Yarımadası'ndan aldığını, öyle ki bütünüyle çağın ruhuna uyularak, insancıl nedenlerle alınan bu saygı duyulası kararın Arap âleminde ise Mekke emiri tarafından yayımlanan "Osmanlı sultanının dinden çıktığı" suçlamasına varacak kadar büyük çalkantılara yol açtığını hatırlatalım.
Tarihlerinde yaygın kölelik ticareti gibi bir iş kolu bulunmayan Türkler ile köleliği kendi İslâm yorumlarının ayrılmaz bir parçasına dönüştürmüş durumdaki Sinâ Arapları arasında, asla uzlaşı kabul etmeyecek kadim ayrımlardan yalnızca biridir bu konu başlığı…
Türkiye'deki siyasal İslâmcılığın, bu toprakları geçmişte atlatılmış onca badireye karşılık yine de her seferinde ayakta tutmayı başarmış o güçlü tarihsel ve kültürel geleneklere rağmen, geride kalan 70 yıl boyunca hiçbir zaman "bir Türk İslâmcısı gibi düşünme" ve "bir Türk İslamcısı gibi hareket etme" yönünde millî refleksler sergileyememiş olmasının, bu minvalde Cumhuriyet'e, kurucusuna ve ordusuna bile kendinden emin bir tavırla sahip çıkamayışının altında yatan temel sebep de yine budur.
Hareketin mensuplarının üç kuşak boyunca oluşturduğu bütün fikrî birikimin ya sömürge aydınlarına dayanması, ya da ülkedeki emperyalizm işbirlikçisi yerli kültür ajanlarının sözde kaynaklarından beslenmiş olmaları…
* * *
İşe, öncelikle, okurlarımı bu üç bölümlük inceleme / araştırma / anlama / anlatma dizisinin tartıştığı ana konu başlığına hızlı bir şekilde ısındırmayı amaçlayan iki öncü makaleyle başladım.
Bunlardan, 30 Aralık 2020 tarihinde yayımlanan ilkinin başlığı, "Gözünü mal-mülk, para ve makam hırsı bürümüş paçoz köylülük… Sen bu ülkede tam olarak neyi yıktığının henüz farkında bile değilsin!" şeklindeydi.
5 Ocak 2021 tarihinde yayımlanan ikincisi ise "Mustafa Kemâl Atatürk ile yüz yıllık 'kan dâvâsı'nı çözmediği sürece, siyasal İslâmcılığın Türkiye'de en ufak bir geleceği dahi olmayacak" başlığını taşıyordu.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Bütünden bağımsız olarak epeyce bir yankı uyandıran bu öncü makalelerin yayımından sonra, "Hayatta başka hiçbir seçeneği olmadığı için siyasal İslâmcı olanlarla, hayatta başka pek çok seçeneği varken özgür iradeleriyle İslâm'a yönelenler arasındaki son hesaplaşma" başlığıyla formüle ettiğim asıl konu başlığına giriş yaptık; 16 ve 20 Ocak 2021 tarihlerinde yayımlanan ilk iki bölümde de epeyce uzun bir yol aldık.
Okuyup sonuna ulaştığınız bu üçüncü bölümle birlikte, Türkiye'de siyasal İslâmcılığın 1950-2020 yılları arasındaki 70 yıllık serüvenine odaklanan; tamamı esasen beş, şeklen ise üç bölüme yayılmış bu dosyayı -şimdilik kaydıyla- kapatıyorum.
Konuyla ilgili söylenecek bütün sözler elbette ki bitmemiştir. Lâkin, en azından, şimdiye kadar defalarca söylenmesi gereken ve -konunun tarafları yıllarca pişkin bir sessizliği tercih ettiği için- ziyâdesiyle geciken temel sözleri söylemiş bulunuyoruz.
Bunlan sonra söylenecekler, tezlerimizi daha da tahkim eden, başka örnekler ve gözlemlerle bezenmiş destek yazıları olacaktır.
Twitter gibi genel geçer ortamlarda yazıların altında yapılan kısa yorumları tek tek sayıp sizlere çok kesin bir toplam sunabilmem imkânsız; fakat söz konusu beş bölümlük yazı dizisinin yayımı süresince kişisel e-posta adresime 150'nin üzerinde yazılı geri dönüş aldığımı söyleyebilirim.
Bunlar arasında, beni birbirinden zarif taltif cümleleriyle onurlandıran, böyle bir vesileyle tanışmak ya da selamlaşmaktan büyük bir mutluluk duyduğum pek çok seçkin kalem erbâbının yanı sıra, sövme, iftira ve hakareti "fikir tartışması" ya da "eleştiri yapmak" sanan birkaç düzine sosyal medya müptezeli de bulunmaktaydı.
Şu çok iyi bilinsin ki posta kutuma düşenler arasında, bazıları en temel edep sınırları dahi hoyratça ezilip geçilerek sarf edilen o "düşük" cümleler beni hiç şaşırtmamıştır.
Çünkü, 40 yıldır içinde yer aldığım mahallemi çok, ama çok iyi tanıyorum. Manzarada şaşılacak bir durum yoktur.
Muhafazakâr mahallenin 1950'lerden bu yana yetiştirebildiği genel "nefer insan" tipolojisi, bütünüyle değilse bile ekseriyetle budur.
Kendisi gibi düşünmeyen birileriyle karşılaştığında deliye dönen, hemen ardından da dinci sağ terminolojideki bütün aforoz sözcüklerini ("kâfir", "mürted", "fâsık", "münâfık", "hain", "riyâkâr", "satılmış ajan", "Rum / Ermeni / Yahudi v.s. dölü") ardı ardına sıralamaya başlayan kinle bezeli diller, gözler ve kalpler…
Malzemesini çok yakından tanıyan, bu gibi mücadelelerin içinde yıllardır artık iyice kavlanmış biri olarak, gelen mesajlara benim cevaplarım da tahmin edileceği üzere, herkese ayrı ayrı meşrebince, kalibresi nispetinde olmuştur.
Ancak, şunu da altını çizerek, hakkaniyetle belirteyim ki üslûpları varoş kahvehanelerindeki pişpirik masalarını mumla aratır mahiyetteki bu mesajların sayısı, içinde yaşadığımız "uyanış çağı" itibarıyla hissedilir düzeyde azalmış görünüyor.
Bu yazı dizisini günümüzden 15-20 yıl önce yazıp yayımlamış olsaydım, bırakınız gâliz küfürleri sineye çekmeyi, yazı dizimin üçüncü bölümüne ulaşabilecek kadar bir süre kadar dahi hayatta kalıp kalamayacağım, en azından hastanelik edilip edilmeyeceğim bir hayli tartışmalı olurdu.
O bakımdan, insanımızın çeyrek yüzyıl öncesine göre gerek dinsel, gerekse siyasal konularda çok daha bilinçli ve uyanmış durumda olduğunu gözlemliyorum. Bu da beni mutlu ediyor, geleceğimiz adına fazlasıyla umutlandırıyor.
Türk siyasal İslâmcılığı, aslında hakkını yemeyelim, küresel ölçekteki siyasal İslâmcılık, ortaya çıktığı 19'ncu yüzyıl sonlarından bu yana, savunduğu tez üzerine nitelikli bilgi birikimi en zayıf, fakat fanatizmi, saldırganlığı, ödünsüzlüğü en yoğun siyasal gruplardan biridir. Muhtemelen de birincisi…
Kendisine âdetâ tanrısal bir kutsiyet, kusursuzluk ve dokunulmazlık atfetmede belki bir tek Stalinist sosyalizm denemesi onunla boy ölçüşebilir.
Öyle ki İslâm'ı birey ve ailenin hayatını düzenleyen güçlü, etkili bir ahlâk öğretisi olarak görmekle yetinmeyip, onu "devletin ve nihayet bütün bir yerkürenin temel hayat tarzına / devlet yönetim disiplinine dönüştürmeyi hedefleyen" bu siyasal hareket, ilk evresinde görece daha donanımlı bir aydınlar çevresinin görüş ve eserlerinden beslenerek ilerlemiş olmakla birlikte, zaman içinde ise cehalet ve yoksulluğun ruhları öğütücü baskısı altında gerçeklikle bağları büyük ölçüde kopmuş durumdaki lümpen bir kitlenin hoyrat ellerine kalmıştır.
Böylelikle, önceleri Mehmet Âkif Ersoy, Elmalılı Muhammed Hamdi, Babanzâde Ahmed Naim, Ferit Kam, İzmirli İsmail Hakkı, Ahmet Hamdi Akseki, Seyyid Bey, M. Şemsettin Günaltay, bir sonraki kuşakta da Nurettin Topçu, Necip Fâzıl Kısakürek, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Necmeddin Erbakan gibi iyi eğitimli aydınların fikrî liderliğinde ilerleyen İslâmcılık, siyasallaştıkça lümpenleşmiş, lümpenleştikçe de Menemen'de Asteğmen Kubilay'ın şehit edilmesinden (1930) ABD'ye ait 6. Filo'nun İstanbul'a gelişinde yaşanan Kanlı Pazar'a, Amerikan emperyalizminin temsilcilerini protesto eden solcu gençleri "İslâm adına, Allah aşkına, Allah rızası için" dövmeye (1969); tamamen bir dolduruş, bir toplum mühendisliği projesi olarak tezgâhlanıp kısa sürede vahşi bir katliama dönüşen Maraş Olayları'ndan (1978) Bahriye Üçok (1990), Turan Dursun (1990), Uğur Mumcu (1993), Ahmet Taner Kışlalı (1999) gibi sol-seküler aydınların sistematik biçimde katledilmesine; 1990'lar boyunca ülkenin dört bir köşesini kasıp kavuran, -Gonca Kuriş'in katli gibi- her biri benzersiz vahşet gösterileriyle bezenmiş Hizbullah imzalı terör eylemlerinden nihayet Madımak Oteli'nde yaşanan, 33 canın alındığı toplu kıyıma (1993) uzanan son derece geniş bir utanç yelpazesi içinde, farklı olana yönelik kararlı bir hoşgörüsüzlüğün, gözü dönmüş bir nefretin, her türlü merhamet duygularından özenle arındırılmış kıyıcı bir saldırganlığın en faal adreslerinden birine dönüşmüştür.
Bugün, siyasal İslâmcı mahalle içindeki 40 yıllık serüvenime dönüp baktığımda, ortamı kaplayan yoğun önyargı ve cehalet bir tarafa, beni orada yıllar yılı en fazla rahatsız eden, en yoğun şekilde dikkatimi çeken insânî düşüklüğün "özeleştiri yeteneğinden yoksunluk" olduğunu görüyorum.
Nitekim, yakın zamanda kurduğum Moralitas TV adlı YouTube kanalında da bu konuda dört bölümlük bir söyleşi dizisi gerçekleştirmiştim.
"Siyasal İslâmcılar neden asla özeleştiri yapmaz?" başlığını taşıyan o söyleşiler dizisinde, program partnerim gazeteci-yazar Hamit Dizman ile birlikte 1950'lerden günümüze İslâmî mahallenin ilk aşamada açık destek verip sonrasında yine tartışmasız bir şekilde çuvalladığı bütün simgeleşmiş yakın tarih olaylarını tek tek masaya yatırdık ve bunların hepsinde ortak olan tavrın, söz konusu olaylar gelip geçtikten sonra, en cahilinden en mürekkep yalamışına kadar "mahallenin bütün üyelerinin üzerine sinen mide kaldırıcı bir pişkinlik olduğunu" özenle not ettik.
40 yıllık İslâmcılığım boyunca, 1960'ların sonlarında, bir yandan MTTB (Millî Türk Talebe Birliği), diğer yandan KMD (Komünizmle Mücadele Derneği), medya ayağında da Mehmet Şevket Eygi ve o dönemde yönettiği Bugün gazetesi üzerinden yürütülen "İslâmcılık için en doğru müttefik Amerika'dır, Amerika'ya karşı çıkanların başını ezmek (de) bir cihattır" propagandası, aynı rezil propaganda doğrultusunda güzelce gaza getirilmiş olan ayak takımı bir kitlenin 16 Şubat 1969 günü gerçekleştirdiği "Kanlı Pazar" eylemleri, solcu protestoculara yönelik taşlı, bıçaklı, sopalı saldırılarda iki kişinin ölmesi ve yüzlercesinin yaralanması, komünizme karşı müthiş bir zafer kazanmış (!) durumdaki saldırganların "6. Filo'yu karşılarına alarak topluca namaza durması" gibi gösterilerin üzerinden uzun yıllar geçtikten sonra bile o yaşananlardan samimiyetle utanç duyan, 1950'ler, 60'lar, 70'ler, 80'ler ve 90'lardaki kimi eylemleri, daha doğrusu topluca gaza getirilişleri, iç ve dış gizli servislerin hesaplarına âlet oluşları açık birer "hata, yanılgı, kullanılma" olarak gören bir tek siyasal İslâmcıyla bile karşılaşmadım.
Gerçi, İlâhiyat Fakültesi çevrelerinde, o dönemlerde andığım eylemlerin içinde bulunmuş, günümüzde ise mahallede büyük saygı gören kıdemli profesörlere dönüşmüş 3-5 istisnaî isimden, kapalı kapılar ardındaki dost sohbetlerimizde, "Tuttuğumuz yol yanlıştı, sakattı, bizi kullandılar, böyle olmamalıydı" gibi birkaç cümle duymuşluğum vardır.
Fakat gayet ürkekçe sarf edilen bu tür cümleler, hiçbir zaman Türkiye kamuoyunun önünde açık ve yazılı birer nedamet getirmeye dönüşmedi.
Adını daha önce de saygı ve rahmetle andığım Nurettin Topçu, bütünüyle CIA ve MI6 gibi servisler eliyle finanse/organize edilen sol karşıtı protesto ve şiddet hareketlerinin içindeki pis kokuyu çok erken bir dönemde almış seçkin Müslüman aydınlardan biriydi.
Lâkin, bir salonda beş tane inanmış genç insanla karşılaşsa âdetâ koca bir stadyuma sesleniyormuş gibi ciddiyetle konuşan bu alçakgönüllü düşünürün cılız sesi, o sıralarda salonların dolmasıyla dahi yetinmeyip "kendisini dinlemeye gelmiş kalabalıkların dışarıya taşması" şartını koşan, bu manzarayı göremediği durumlarda ise konuşma yapmaya geldiği mekândan öfkeyle ayrılan "büyük gazcılar"ın çok daha hızlı yükselen slogan İslâmcılığı altında boğulup gidecekti.
Pekiyi, (Osmanlı'nın çöküş süreci ve Cumhuriyet sonrası tek parti dönemi siyasal İslâmcılık hareketlerini apayrı bir dosyada ele almayı yeğleyen) benim gibi gözlemcilerin tercih ettiği kronolojiye göre 1950'lerden bu yana 70 yıllık bir geçmişi olan, aynı olguya daha geriden ve geniş ölçekli bakmaya eğilimli diğer bazı tarihçilere göre ise 19'ncu yüzyılın sonlarında, I. Meşrutiyet ile birlikte (1876) başlayıp neredeyse bir buçuk asrı geride bırakmış durumdaki siyasal İslâmcılık ideolojisi, günümüzde artık neredeyse alâmet-i farikasına dönüşmüş olan bu "özeleştiri kabızlığı"nı nasıl açıklıyor, hangi fikrî temellere dayandırıyor?
Bunun cevabı son derece basit…
Tıpkı Kur'an'ın kendisine yaptıkları gibi, bütün ilhamlarını Kur'an ve Sünnet'ten aldığı iddiasındaki bu siyasal akımı da kutsuyor, böylelikle, mensubu oldukları ideolojiye -ilkinin dokunulmazlığından hareketle- otomatik bir dokunulmazlık atfediyorlar.
Kur'an nasıl ki kusursuz ve eksiksiz ise, onun yolundan gittiği iddiasındaki bütün o siyasal İslâmcı kalabalıkların da hayatları boyunca herhangi bir konuda yanlışa düşme, hata yapma gibi bir seçenekleri bulunmuyor.
Siyasal İslâmcılar, kendilerini doğrudan doğruya Allah tarafından ilâhî görevlerle donatılmış "özel" kişiler olarak görme eğilimindedir.
Bu marazî bakış açısı, hayatları boyunca attıkları her adımda işlerini kolaylaştırır, suçları ve hatalarını kendi sakat mantıkları içinde muhkem bir zemine oturtabilmelerinin yolunu açar.
Bu dejenere insan tipi, ilerlediği yolun yine Allah'ın ilhamlarıyla belirlenmiş hak bir yol olduğuna öylesine sarsılmaz bir inançla bağlıdır ki Allah'ın bahşettiği itkilerle girilip ilerlenilen böyle bir yolda sıradan kulların başına gelebilecek olan hata yapma, düşünsel ya da eylemsel yanlışlara düşme, kantarın topuzunu fazla kaçırma, dünyevî tercihlerde yanlış ata oynama gibi sevimsiz ihtimâller de tanrısallığın doğası gereği külliyen ortadan kalkmaktadır.
Hepiniz, geride kalan yıllarda, internet ortamında, El Kaide, IŞİD, DEAŞ, Boko Haram gibi Vahhabî/Selefî çizgideki örgütlerin dünyanın çeşitli kriz bölgelerinde kaydettikleri, büyük bölümü akıl almaz vahşet gösterileriyle bezenmiş propaganda videolarından örneklerle karşılaşmışsınızdır.
Ki vaktiyle bu videoların öncüllerini, ilk aşamada tertemiz bir ulusal kurtuluş mücadelesi olarak başlayıp sonrasında yakasını Suudi finansmanlı Vahhabî savaşçılara, onların gözükara bir zâlimliği kılavuz yapmış ideolojilerine kaptıran Çeçen mücahitler de çekmişlerdi.
Gırtlakları İslâmî marşlar eşliğinde rambo bıçaklarıyla göstere göstere kesilen Rus erleri… Teslim olmalarına rağmen başları kesilip gövdeleri dilim dilim edilen Rus subayları…
Ya da Ortadoğu'da bir yerlerde, jipleriyle kırsal bölgelerden geçerken, evlerinin bahçelerinden onlara şaşkın şaşkın bakan rasgele insanları histerik zafer çığlıkları eşliğinde makineli tüfeklerleriyle zevk için tarayan Vahhabî Arap militanlar…
İslâm'ın savaş hukukunda asla ve kat'a böyle anlamsız, gereksiz, haddi aşan zâlimlik gösterileri bulunmamasına rağmen, bu iğrenç eylemleri gerçekleştiren insanların o propaganda videolarında yüzlerine yayılan gurur ve mutluluğun kaynağında, işte hep o hastalıklı motivasyon görülür:
Ben, Allah'ın kutsal bir dâvâ için özel olarak görevlendirdiği bir mesihim. Benim sözlerim ve davranışlarımda asla hata olmaz!
Öyle ki, günümüzde de Sevda Noyan gibilerinin "15 Temmuz gecesi tam olarak neyin ne olduğunu anlayamadık. Sokaklarda olup biten kıyımların tadı damağımızda kaldı. Bir daha benzer bir durum olursa, benim şu anda oturduğum sitedekilerle ilgili katliam listem şimdiden hazır" ya da Fatih Tezcan gibilerinin "Erdoğan koltuğunu kaybederse, siz muhalifler evlerinizde rahatça oturabileceğinizi mi sanıyorsunuz? İnsanlar ve silahlar sokağa dökülmek üzere hazır" şeklindeki toplu katliam tehditleri, toplumsal barışın, sevgi, saygı ve güven içinde bir arada yaşama kültürünün en büyük düşmanı olan bu aklî marazın Afrika, Ortadoğu, Asya kırsallarından Türkiye metropollerine taşınmış güncel birer tezahürünü oluşturmakta…
Tipik bir siyasal İslâmcının, yanlışlığı bütün dünya tarafından açıkça görülen bir tezde bile, o tezi kanının son damlasına kadar, akıllara zarar bir inatçılık ve küstahlık eşliğinde savunmaya devam edişinin temel motivasyonu işte budur.
Onlar hiçbir durumda hata yapmazlar. Çünkü "gökler tarafından seçilmiş"lerdir. Allah, kutsal bir görev için seçtiği özel kullarına asla hata yaptırmaz.
Bu seçilmişlik durumu öylesine uç noktalardadır ki ilk anda ölümlü gözlere birer hata ya da zaaf gibi görünen kimi rahatsız edici söz ve eylemlerin derinlerinde bile yalnızca kalp gözleri açık olanların (!) görebileceği gizli birer hikmet bulunmaktadır.
Bu "özeleştiri kabızlığı" konusunu, ülkemiz yakın tarihinden bir tek, fakat son derece anlamlı bir örnek vererek noktalayacağım.
Bosna İç Savaşı sırasında ülkemizde oluşan yoğun duygusal atmosferde, Orta Anadolu'nun Konya ve Kayseri gibi hareketli ticarî hayatlarıyla ünlenmiş kentlerinde ortaya çıkıp 2000'lerde zirve noktasına ulaşan, 2010'lara gelindiğinde ise utanç verici bir fiyaskoya dönüşerek çöküp giden "İslâmcı holdingler faciası" üzerine, günümüzde Türkiye siyasal İslâmcılığının ortaya koyduğu bir tane doktora tezi, gazetecilik araştırma kitabı, belgesel film, dramatik sinema filmi ya da televizyon dizisi bulunmuyor.
Şimdilerde o toplumsal kesime dönüp alıcı gözüyle baktığımızda, en sıradan kurşun askerinden en saygın akademisyen ve medya mensubuna kadar bütün bir siyasal İslâm mahallesinin, milyonlarca gurbetçinin donuna kadar soyulup soğana çevrilmesine yol açan böyle müthiş bir rezillik dönemi sanki hiç yaşanmamış gibi, günlük hayatlarını mutlu mesut sürdürüp gittiklerine tanık oluyoruz.
Hattâ, bırakınız o furyayı açık yüreklilikle didikleyip "Nerede hata yaptık?" sorusunun sorulmasını, andığım döneme ilişkin olarak medyada, sanatta, akademik hayatta can sıkıcı sorular sormak bile yoğun olarak ayıplanan bir davranışa dönüşmüş durumda…
- Tıpkı, Nur hareketini, yanı sıra diğer pek çok tarikat ve cemaati, bu arada bir dönem siyasal İslâm'ın zirve noktasını oluşturan Millî Görüş hareketini yıllarca domine etmiş olan Amerikan-İngiliz-Alman siyasal / istihbarî etkilerinin sorgulanması;
- Tıpkı, Amerikan, İngiliz, Alman ve Rus istihbaratlarının her köşesinde cirit attığı 1960'lar ve 70'ler Türkiye'sinde, devrimci gençliğin Batı emperyalizmine karşı yürüttüğü mücadele karşısında İslâmcıların Washington'un çıkarlarını korumak için bedavaya hizmet veren birer kurşun askere dönüşmesinin; genç dindarların finansmanı CIA tarafından karşılanan kimi dernekler, gazeteler ve dergilerde yuvalanıp, bunlar üzerinden Anadolu'nun yoksul çocuklarının birbirlerini kırdıkları kirli bir iç savaşın tarafı oluşlarının sorgulanması;
- Tıpkı 28 Şubat Postmodern Darbesi'ni bağıra bağıra getiren Ali Kalkancı-Fadime Şahin-Müslüm Gündüz seks üçgeninde dindar kamuoyunun takındığı kökten yanlış koruyucu-kollayıcı tavrın sorgulanması;
- Tıpkı 30 yılı aşkın bir süre hemen hiçbir siyasal, medyatik ya da polisiye gücün önüne çıkmayı göze alamadığı Adnan Hoca Seks ve Şantaj Örgütü'nün ülkede rahatça at oynatışının sorgulanması;
- Tıpkı bir dönem Türkiye'nin doğusunu "Onları PKK ile mücadelede kullanıyoruz" gerekçesiyle esir almış olan vahşi Hizbullah terörünün sorgulanması
nasıl ki siyasal İslâm mahallesinin egemenlerinin canını sıkan birer tabuysa, günümüzün dünyasında hiçbir rasyonalitesi bulunmayan saçmasapan bir ekonomik rüyânın derme çatma yatırım merkezlerini oluşturmayı denemiş İslâmcı holdingleri eleştirmek de aynı şekilde tabu artık…
Şimdiye kadar bu mahallenin medyasında, akademik çevrelerinde ve genel kamuoyunda kaç kişi şu basit soruyu sorma cesaretini gösterebildi:
İlk örnekleri 1990'ların ortalarında görülen, 2000 yılı itibarıyla da sayıları 60'ın üzerine çıkan "Anadolu Kaplanları" lâkaplı bütün o holding topluluğundan kaç örnek, sonradan ortaklarına astronomik rakamlar taktıkları finansal skandallar yaşamadan, büyük gürültüler eşliğinde batıp gitmeden sağ salim büyüyüp, gelişmiş üretim ve pazarlama kurumları olarak günümüze kadar ulaşabildi?
Tebâsına her zaman, her dönemde, her koşulda -eğer ki konu yine kendileriyse- "balık hafızalı" olmanın hikmetlerini vaaz eden, "Düşünme! Düşünmek mü'mini sapıttırır. Şeyhimiz, reisimiz, mürşidimiz hepimizin yerine düşünecektir" mesajını verip duran siyasal İslâm cephesi için bütün o holding felaketleri dönemi yaşandı bitti gitti.
Bu saatten sonra daha fazla karıştırılması caiz olan konular değil bunlar!
İşte, o yüzdendir ki siyasal İslâmcılık Türkiye'de de, etkinlik gösterdiği diğer ülkelerde de, tarih boyunca muhatap olduğu toplumların kolektif belleğine, belli dönemlerde, belli aralıklarla, özellikle de yenilgilerden sonra dürüstlükle geriye dönüp asla kendi özeleştirisini yapmamasıyla kazınmış bir harekettir.
Her hata ve yenilgiden sonra beyinlere topluca bir reset atılır ve âdetâ hiçbir sorun yaşanmamışçasına yola tam bir pişkinlik içinde devam edilir.
Sözün burasında şunu da belirtmeliyim ki bu yazı dizisinde ele aldığım can yakıcı konu başlıklarından en fazla hicap duyan ve söylediklerimi en iyi, en derinlemesine anlayan toplumsal kesim, büyük bir bölümü imam-hatip okulları ve ilâhiyat fakültelerinde görev yapan orta-lise öğretmenleri ile akademisyenler olmuştur. Bana gelen mesajlardaki meslekî unvanlar üzerinden, bu "derinlemesine kavrayış" durumunu açıklıkla gördüm.
Şu anda, ülkenin dört bir köşesindeki ilâhiyat fakülteleri fokur fokur kaynıyor. Robotvari bir ezbercilik ve tekrarcılıktan uzakta, bir dirhem aklı ve vicdanı olan bütün akademisyenler, özellikle de genç kuşağa mensup olanlar, "siyasal İslâmcılık retoriğinde denizin artık bittiği"nin dibine kadar farkında…
Günümüzün karmaşık devlet aygıtlarında, yanı sıra da çağdaş toplumsal düzende, radikal bir İslâmî yönetim sistemine ait olduğu varsayılan irili ufaklı bütün kuralların, bunlar üzerinde herhangi bir iyi niyetli revizyon ya da reform yapılmaksızın daha ne kadar sürdürülebilir olduğunu samimiyetle sorgulayan "tarihselci akım", ilâhiyat, edebiyat, felsefe, tarih ve nihayet iktisat gibi büyük sosyal disiplinler üzerine eğitim veren yükseköğrenim kurumlarındaki muhafazakâr akademisyenler arasında son 5-10 yıldır sessiz fırtınalar koparmakta…
Âkil insanlar, bir zamanlar -çoğu kabilecilik ilişkileri üzerinden birbiriyle akraba konumundaki- 200 bin dolayında Sina yarımadası sakininin, kâh inancın iknâ ediciliği, kâh kılıç zoru, kâh kabileci kayırmaların birer ödülü olan nepotik makam atamalarıyla bir şekilde tatlı-sert yönetilebildiği geçmiş bir sistemden miras kalan, toplam literal uzunluğu da 10-15 sayfayı ancak bulan Vahhabî/Selefî imzalı bir "devlet yönetimi el kitabı"yla bugünün allak bullak edici büyüklük ve karmaşıklıktaki devlet aygıtının artık yürümediğinin, yürüyemeyeceğinin pekâlâ farkındalar…
Tıpkı, bir kadının otomobil kullanabilme hakkından dünyanın gerçekten yuvarlak olup olmadığına, içimiz hüzünlendiğinde ya da neşelendiğimizde dinlediğimiz bir şarkıdan o şarkıyı söyleyen kadın sanatçının sesinin helâl olup olmadığına kadar, en önemsizinden en hayatî değer taşıyanına kadar irili ufaklı yüzlerce konu başlığındaki çağdaş genel kabulleri kökten reddeden; reddetmekle kalmayıp bunlara karşı kıran kırana bir kan dâvâsı yürüten, medeniyet algısı ve kapsamı bu denli daraltılmış bir dinsel öğretinin Müslümanları 22'nci yüzyıla asla taşıyamayacağını pek iyi bildikleri gibi…
Heyhât, gelin görün ki insanların fikrî mücadelelerinin yanı sıra, bir de maişet mücadelesi söz konusu…
Sakat bir gidişâtın farkında olmak başka bir şey, o sakat gidişâta baş kaldırmak, kendinde bunun için gereken güç ve cesareti bulabilmek ise bambaşka bir şey…
O yüzdendir ki, bana yazanların pek çoğunun sevgi ve saygı dolu satırları arasında "Duygularımıza tercüman oldunuz" cümlesini yakalıyor, artık hakikate uyanmış gözlerim…
İnsanlar, üstlerinin çizilmesi korkusundan dolayı uluorta konuşamıyor. O güne kadar binbir emekle inşâ ettikleri kariyerlerinin ellerinden tek bir emirle rahatlıkla alınabileceğinin ve sonrasında da onların hakkını hukukunu hiç kimsenin aramayacağının bilincindeler…
Bir ilçe belediyesindeki temizlik hizmetlisinden bir üniversitenin rektörüne, TRT ve THY gibi kurumlardaki Kartal İmam-Hatipli kadrolaşmasının ulaştığı boyutlar karşısında için için isyan eden bir program prodüktörü ya da yolcu uçağı pilotundan, yatırımcı bakanlıkların herhangi birinde her gün gözlerinin önünde dönen akçeli alışverişleri acı içinde izleyen müşâvire kadar, hayatlarını, iktidarın dozunu her geçen gün daha da artırdığı gözükara bir yandaş despotizmi içinde, pamuk ipliğine bağlı dengeler arasında sürdüren insanların büyük bir çoğunluğundan bu gidişe açık şekilde karşı durma cesareti göstermelerini beklemiyorum.
Bu, onlara haksızlık olur. Hayatın boyunca ilmek ilmek ördüğün bir kariyeri, sen kendini ateşe attıktan sonra dahi o cesaretini zerrece takdir etmeyecek yoz bir kitle için kolayca ziyan etmek pek çok yüreğe ağır geliyor. Haklılar, çünkü herkesin kaldıramayacağı ağırlıkta bir sınav bu…
Dahası, Spartacus olabilmek bu denli harcıâlem bir iş değil…
Ben de mevcut durumu anlıyor ve Türkiye'deki sosyolojik dönüşümün bu riskli evresinde öyle herkesin çıkıp Dadaloğlu'culuk oynamasını beklemiyorum zaten…
Onun da bir zamanı var.
İçinde -bütün siyasal, kültürel, ekonomik ve sanatsal başarısızlıklarıyla birlikte siyasal İslâmcıların da yer aldığı- bu kazan şimdilik kısık ateşte için için ısınıyor.
Lâkin, kazanın fokur fokur kaynayıp içindekilerin dışarıya taşacağı bir tarih de var. Bu tarih ufukta artık iyi kötü görülebiliyor.
Siyasal İslâmcılığın, başlangıçtaki bütün o afra tafraları, kadim sorunları tek tek çözerek, yönettiği topraklara şimdiye kadar eşi benzeri görülmemiş bir barış, huzur ve refah iklimi getireceği yönündeki onca iddialı tavırlarına rağmen, Suudi Arabistan, İran, Sudan, Körfez bölgesi uydu devletçikleri, yönetimi ele aldığı her ülkede zamanla dinsel motifli bir otokrasinin kurumsallaşmasına hizmet ettiğini, raf ömrünün ortalama çeyrek yüzyılda dolduğunu gözlemleyen iç ve dış egemen çevreler, saydığım ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de bu hareketin biletini çoktan kestiler.
Çünkü hiçbir toplum, teoride bu denli sıklıkla iyilik ve merhametten söz edip, pratikte bu denli acımasız olabilen bir siyasal harekete sonsuza kadar dayanamaz.
O yüzden, Türkiye'deki muktedir adreslerde siyasal İslâmcılığa 2000'lerin başlarından itibaren tanınan geniş kredi süresi dolmuş ve bu hareketin işi artık bitmiştir.
Buna karşılık, "normale dönüş"ün Türk devleti ve toplumuna daha ağır zararlar vermemesi için, maçın uzatma dakikalarının oynandığı, taktik ve statejik açıdan bu iktidar eliyle tamamlanması gereken son önemli operasyonların yürütüldüğü bir "tasfiye dönemi"ndeyiz.
Her hâlûkârda, Türkiye Cumhuriyeti ikinci yüz yılına girdikten sonra, bir daha çok uzun bir süre boyunca siyasal İslâmcı partilerle yönetilemeyecektir.
Onun yerine, iyiden iyiye yozlaşmış durumdaki Türk bürokrasisi ve Türk toplumunda ahlâkî düzelmeyi çekirdekten başlatabilmek adına "inançları daha bireye ve aileye dönük şekilde yaşama / yaşatma" düzlemine geçilecek, benzer bir yozlaşmışlığı kurumsal ölçekte ortaya koyan gerek kamu, gerekse özel sektöre ait idarî ve ticarî yapılara da kendilerine çeki düzen vermeleri tâlimatı dayatılacaktır.
Aynı şekilde, geçmişin kimi kışkırtıcı hataları tekrarlanmayarak, başörtüsü gibi, sakal gibi, kamu görevinde olup namaz kılmak, oruç tutmak gibi, Hacc'a, Umre'ye gitmek gibi dinsel ritüellerin bağnazca sınırlandığı / yasaklandığı jakoben bir devlet anlayışından da vazgeçilecektir.
Lâikliğin, tıpkı Amerikan demokrasisi gibi, Avrupa tipi seküler yoruma göre çok daha esnek ve hoşgörülü bir bakış açısıyla yorumlandığı liberal bir demokraside, bireyin bedeni ve ruhuna ilişkin haklarını vazgeçilmez sayan ciddi bir hukuk devletinde, siyasal İslâm'ın kurtarıcı sloganlarına duyulan ilginin de gözle görülür düzeyde azalacağı âşikârdır. Kaldı ki Türkiye'yi bugünlere taşıyan ana sebep, yine o eski tip, kırık dökük, vesayetçi demokrasinin sözünü ettiğimiz bireysel haklar üzerinde yıllar yılı estirdiği ceberrut rüzgârlar olmuştu zaten…
Benim, son yıllarda birbirinden çok farklı kurumlar ve kesimlerden bir dizi nitelikli gözlemciyle yaptığım özel görüşmelerin toplamından, yarı bilgi, yarı sezgi yoluyla çıkardığım genel sonuç budur.
Devlete yüzyıllardır egemen olan kadim akıl ve gelenek, ülkede olup biten her şeyin farkında…
Ancak halen devam eden bazı iç ve dış operasyonların tek elden başlayıp o şekilde bitirilmesi de devletin ve milletin selâmeti için yine büyük bir önem arz etmekte…
İşin en ilginç yanı ise kendime "kolları her tarafa uzanmış süper gizemli adam" pozları verererek, benim dışımda hiç kimsenin erişemediği kozmik sırlardan falan söz etmiyorum sizlere…
Tam aksine, Ankara'daki siyaset ve bürokrasi kolonisi benim burada sizlere anlattığım şeylerin çok daha fazlasını biliyor, yapının içinde yer alan herkes köprüden önceki son çıkışa ulaşıldığının bilincinde…
Sorun şu ki o kadrolar, gerek korkuları, gerekse çıkarlarından dolayı susuyor ve bu oyunun bitip perdenin inmesinden önce elde edebilecekleri son hasatları toplamakla uğraşıyor.
Türk toplumunun dindar ya da dindarlaşmaya hevesli bireyleri, Cumhuriyet'in ikinci yüzyılında önce devleti, Dünya gezegenini, Güneş Sistemi'ni, Samanyolu Galaksisi'ni değil, kendilerini ve çekirdek ailelerini, yasalara saygılı, demokrasiye inanan, özü sözü bir, kalpleri sevgiyle dolu, saygın ve güvenilir Müslümanlar yapmaya odaklanacak.
Bu kesim, kendisini kemâle erdirmeden dünya küresini kurtarma sevdasını uzunca bir süreliğine erteleyecek, hayat planlarında "medeniyetin asgarî gerekliliklerini yerine getirmeyi" öne çekecek.
Bir toplum, birey birey, aile aile, mahalle mahalle, şehir şehir, adına "ahlâk" denilen, doğada yalnızca insanlara bahşedilmiş o eşsiz erdemler bütününü lâyıkıyla algılayıp yaşamaya başladığında, o topraklar zaten kendiliğinden bir "İslâm toplumu" olmuş demektir.
Siyasal İslâmcıların da onlarca yıl boyunca anlayamadıkları temel mesele işte buydu. Onlar, kendileri dışındaki herkesi ve her şeyi -gerekirse zorla- dönüştürmeyi "dâvâ"larının ilk sırasına koydular, kendilerini ise en sona bıraktılar.
* * *
Sorun, Tanrı'nın var olup olmaması değildir. Sorun, bizim O'nu nasıl bulacağımızdır.
JİDDU KRİSHNAMURTİ
Hintli düşünür ve eğitimci
(1895-1986)
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish