Toplumun, dini sahih ve ana kaynağından öğrenmesine 'ulema' öncülük eder. Topluma, özellikle gençliğe, aydınlanması için de 'aydınlar' yön verir.
Ancak bunun zeminini, imkânını sağlamak, koşullarını oluşturmak ve YOL açmak da siyasetin/yönetimin ve siyasetçilerin görevidir.
Bunlardan birinin tek başına egemen olması veya birbirine eklemlenmesi/tabi olması ya da çatışması durumunda toplumsal düzen bozulur, hamaset, cehalet ve sömürü düzeni oluşur.
Bu durumda siyasetçi de aydın da ulema da sömürü düzeninin hizmetinde olmaya mahkûm olur.
Asırlardır coğrafyamıza hâkim olan dini, siyasi ve ekonomik düzenin devam etmesinde bu unsurların rol aldığı bilinmektedir.
Kutsanmış dini şahsiyetlerin, "Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi" olarak vasıflandırılmış halifelerin, kurtarıcı liderlerin, sorgulanmaz devlet inancının bu sömürü düzeninin inşasında ve devamında etkin rol aldığını biliyoruz.
Kabul etmeliyiz ki böyle bir coğrafyada münevver ulema, özgür aydın, siyaset ve adil devlet adamı olarak tanımlayabileceğimiz bilge liderler yok denecek kadar az sayıdadır.
Zamanın ruhunu kavrayan ve gelecek öngörüsü olan ulema ve aydın eksikliğimiz ortadadır. Bu boyutuyla ülkemizin ve coğrafyamızın çorak olduğu açıktır.
Şarlatan din adamlarından, eğitilmiş düzenbaz akademisyenlerden ve dalkavuk entelektüellerden ise geçilmiyor!
Ancak bu kadar kavganın, çatışmanın, rekabet ve mücadelenin olduğu bir ülke ve coğrafyada siyasetin ve siyasetçinin olmadığını söyleyebilir miyiz?
Kuşkusuz siyaset de siyasetçiler de vardır. Ne yazık ki coğrafyamızda otoriteryanizme hizmet eden bir siyaset ve otoriter bir liderlik anlayışı hâkimdir.
Toplumsal karşılık bulan, hatta kutsanan da otoriteryanizm ve otoriter liderliktir. Bu bağlamda siyasetçiler de kolay olanı tercih etmektedirler!
Trajikomik olan; ülkemizde kutsanmış liderliğin ve otoriteryanizmin demokrasi adıyla ve seçimler marifetiyle kabul görmesidir.
Çok daha kötüsü, seküler bir sistemde siyasi liderini dini bir kabul ile kutsamaktır. Asıl siyaseti ve siyasetçiyi kirleten, baştan çıkaran, yozlaştıran ve itibarsızlaştıran bu durumdur!
Bu anlayışın gereği olarak otoriter liderler daha karizmatik görülmekte, saygı ve hayranlık duyulmaktadır.
Bundan yararlanan otoriter liderler, sistemi de, kurumları da, dolayısıyla kendilerini de "itaat edilmesi vacip" bir kutsal külte dönüştürürler.
Genel olarak Müslüman dünyasının siyasal sistem ve liderlik anlayışı bu doğrultudadır. Neredeyse otoriter liderlerin tamamı ülkelerini ve toplumlarını kendi egolarını tatmin etmek ve doyumsuz hırslarına ulaşmak için kullanırlar.
Böyle olup da ülkelerini tahrip etmeyen, fitne-fesat çıkarmayan, toplumsal kutuplaşma ve çatışmaya yol açmayan tek bir lider dahi söz konusu değildir!
Bunun için de, coğrafyamızda olduğu gibi kutsanmış liderler, daha çok çatışma, kanlı savaşlar ve katliamlara yol açarlar.
Yine de, kutsandıkları için karizmaları ölümleriyle veya ağır yenilgileriyle ancak son bulur.
Oysa demokrasilerde de karizmatik ancak bilgili, öngörülü, adil ve ahlaklı liderler toplum ve devletler için büyük bir şanstır. Ülkeleri, toplumları ileriye taşıyanlar da hep bu tip liderler olmuştur.
Medeni dünyada bunun örnekleri çoktur. Almanya'da Başbakan Angela Merkel ve Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern günümüzde öne çıkan liderlerdir.
Müslüman dünyasından örnek verememek trajik bir durumdur! Çarpıklık ve sorun bizim devlet-sistem-siyaset ve liderlik anlayışımızdan kaynaklanmaktadır.
Kaht-ı rical, cehalet, geri kalmışlık, dinbazlık, istikrarsızlık, yoksulluk, yoksunluk ve yaşanan tüm temel krizlerin nedeni de böyle bir anlayışın sonucu olsa gerek!
Bizim coğrafyamızda otoriter siyasetin daha çok taraftar bulduğu ve otoriter liderlerin daha karizmatik görüldüğünü inkâr edebilir miyiz?
İnkâr edemiyorsak ülkemize ve kendimize bakmak ve yüzleşmek zorundayız. Medeni ve özgür dünyada demokrasinin vazgeçilmez unsurları olarak kabul edilen siyasi partiler, ülkemizde medeniyet ve özgürlük yerine zorba ve otoriter sisteme hizmet etmektedir.
Demokrasi iddiasıyla seçimle temsil ve yönetim hakkını elde etmelerine rağmen otoriter yapı tahkim edilmekte ve otoriter liderlik güçlendirilmektedir.
Bu anlayış, sadece bir partiye veya tek bir parti liderine özgü değildir, demokrasiye boyadığımız siyasetimizin genel ve temel sorunudur.
Siyasetteki bu çelişkinin, kirlenmişliğin ve ikiyüzlülüğün nedenlerini bulmak zorunda değil miyiz?
Ülkemizde olduğu gibi devleti, partiyi, lideri kutsayanlar yoksulluk, sefalet, ayırımcılık, kutuplaşma, düşmanlık, iç çatışmalar, savaşlar, terör ve katliamlarla boğuşurken, medeni dünyada insanı, hak ve hürriyetleri, hukuku yüceltenler barış, refah, zenginlik ve güven içerisinde yaşamanın insani zevkini tadıyorlar.
Bunu anlamak için daha kaç asır beklemeye ihtiyacımız var?
Kuşkusuz özgür düşünen, akleden münevver ulemaya, özgür akademisyenlere, bilim insanlarına bağımsız, cesur aydınlara ihtiyacımız vardır. Ancak çorak iklimde ulema da, bilim insanları da, aydınlar da zor yetişiyor.
Bu nedenle öncelikli ve acil ihtiyacımız siyasal alanda bir YOL bulmaktır. Çünkü çoraklığı giderecek olan da aklı, özgürlüğü, bilimi, hukuku, adaleti önceleyen siyasettir.
Bu bağlamda öncelikli olan; siyasette zihniyet değişimi ve yeni paradigmadır! Ortak bir gelecek için birlikte yaşamanın hukukunu ve ortak paydalarını yeni bir zihniyet ve yeni bir paradigma ile inşa edebiliriz.
Bunu gerçekleştirmek için öncülük yapacak yeterince siyaset insanlarına ve siyasi potansiyele sahip olduğumuzu düşünüyorum. Biraz sorumluluk, az da cesaret yeterli olacaktır!
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish