Kayıhan Hoca'nın ölüm haberini aldığımda inanmamıştım. Kayıhan Hoca nasıl ölürdü ki? Onun da eserleri gibi ölümsüz olduğunu sanmıştım. Ama maalesef gerçek öyle değildi.
Kalbime taş oturmuş gibi oldu. Ortak arkadaşlarımızı aradım, asistanını aradım, herkes hepsi söz birliği etmişti; "Başımız sağ olsun!" diyorlardı.
Ölümün gerçekliğini biliyordum ama bir daha Kayıhan Hocamı görememe gerçeğini kabullenemiyordum bir türlü. Birkaç defa telefon rehberimi açtım, Kayıhan Hoca'nın adını bulup aramak istedim.
Telefonu açacak ve; "İsa ne haber, ne var ne yok? Neler yapıyorsun? Yazıyor musun?" demesini bekliyordum. Ama elim bir türlü arama tuşuna gitmedi.
Bir daha o sesi duymayacaktım. Bir daha kahkahası kulağımın pasını silmeyecekti. Kayıhan Hoca ölmüştü.
Voltaire'e atfedilen ünlü bir söz var:
Düşüncelerine katılmıyorum, ama o düşüncelerini söyleme hakkını hayatımın sonuna kadar savunurum.
Kayıhan Güven'in ardından söylenebilecek en önemli şey budur bence. En uç, en radikal, en marjinal, en sıra dışı ve en sıradan düşüncelerin söylenmesini, konuşulmasını savunurdu.
Asla birini düşüncesinden dolayı yargılamaz, sorgulamaz, hüküm vermezdi. İyi bir konuşmacı olduğu kadar bu anlamda çok iyi bir dinleyiciydi de. "Gezin, okuyun, konuşun ve yazın" derdi.
Günümüzün akademi ve medya dünyasını düşününce Kayıhan Hoca gibi bir akademisyenin, bir gazetecinin yokluğu çok büyük bir kayıp.
Kayıhan Hoca sadece bir akademisyen değildi, haberin kokusunu alan iyi bir gazeteci, elini taşın altına koyabilen iyi bir entelektüel, fotoğraf aşığı bir fotoğrafçı ve iyi bir dosttu.
Aynı zamanda Yaşar Kemal ve Fikret Otyam'ın röportaj geleneğinin de son temsilcisiydi.
Kayıhan Hoca ile 2012 yılında İstanbul Aydın Üniversitesi'nde fotoğraf uygulamaları dersinde yollarımız kesişti. Giyimiyle, duruşuyla, boynundaki fularıyla ve fotoğraf makinesiyle alışılmış hoca profilinin dışındaydı.
Ben arka sırada bir yerde oturup Yaşar Kemal okuyordum. Fotoğraf ilgi alanımda değildi. Birkaç kez Yaşar Kemal'in adı geçince kitabı bırakıp hocayı dinlemeye başladım.
Yanlış duymamıştım, Yaşar Kemal'i anlatıyordu. Röportajdan bahsediyordu. Röportajın ve fotoğrafın ortaklığından söz ediyordu.
Yaşar Kemal'i okuduğumu görünce çok mutlu olmuştu ve hemen ajansa götürmüştü beni. Okulu bitirene kadar da neredeyse hafta içi her gün ajanstaydık.
"Her gün Yaşar Kemal'den en az bir sayfa okuyun" derdi. İyi yazmak için çok okumak gerektiğini söylerdi. Yaşar Kemal ve Sait Faik onun başucu yazarlarıydı ve zamanla bizim de başucu yazarlarımız oldular.
Bunların yanında Brecht'in Kafkas Tebeşir Dairesi, Çehov'un Vişne Bahçesi, Kafka'nın Yargı'sı, Kayıhan Hoca'nın tavsiyesiyle bugün de başucu kitaplarımdır.
Okuduğu kitaplardan alıntılar yapar, karakterleri analiz eder ve toplumla bütünleşik yeni karakterler yaratırdı. Sizi hazırlıksız yakalayıp, "falan kitabı okudun mu?" diye sorar. Okumadım cevabını kabul etmez, ya okudum diyeceksiniz ya da okuyacağım diyeceksiniz.
Kayıhan Hoca bir geleneğin de son temsilcisiydi. Yaşar Kemal'in, Fikret Otyam'ın röportajcılık geleneğinin son temsilcisi. Hayata, dokunarak, yaşayarak, tadarak, koklayarak, tüm duyularımızla hissederek yazmayı öğretti.
Gazetecilikten söz açılır açılmaz hemen röportajdan bahsederdi; "Kim, ne, nerede, ne zaman, neden, nasıl gibi haber ögelerini barındıran, tanıklık olmadan yazılamayan, sırtını edebiyata yaslayan, amacı yaşatmak olan bir yazı türüdür röportaj" derdi.
Yaşar Kemal'in Cumhuriyet gazetesi için hazırladığı röportajları anlata anlata bitiremezdi. Dokunduğu her öğrencisi mutlaka bir röportaj yazısı yazmıştır.
"Yaşar Kemal'i taklit ederek başlayın, sonra kendi üslubunuz oluşacaktır" derdi. Bugün Türkiye medyasında bir röportaj yazarı yoksa elbette medya sahiplerinin büyük ayıbıdır.
Yolu Kayıhan Hoca ile kesişen her öğrenci aynı zamanda iyi bir editör olurdu. Mutlaka herkesin bir imla kılavuzu bulundurulmasını isterdi. "Hadi bakalım, orjinal mi yoksa orijinal mı?" ya da "Entelektüel nasıl yazılır?" diyerek, pat diye öğrencileri sınava tabi tutardı.
Ajansta herkes birbirinin yazısını okur, sonra editörlere okutulur en son da Kayıhan Hoca okurdu. Müthiş bir çalışkanlık, olağanüstü bir enerjiyle doluydu.
Şen şakraktı ama aynı zamanda savsaklayanı da iyi fırçalardı. Kimseyi kırdığına şahit olmadım çok kırıldığına şahit oldum oysa.
Tüm Türkiye'yi baştan sona gezmişti. Çocukluğu Mardin-Derik'te geçmişti. Kürt kültürünün ve dilinin hakim olduğu bir çocukluktan çıkıp Alman dilinin ve disiplinin hakim olduğu bir okula geçişinin şokunu hep anlatırdı.
Bazen gülerek anlatırdı bazen de heyecanlanırdı çocukluğunu ve ilk gençliğini anlatırken.
İstanbul'u çok severdi. Çok dilliliği, çok kültürlülüğü, çoğulculuğu hem benimsemiş hem de yaşam tarzı haline getirmişti. Bu yüzden İstanbul onun için çok önemliydi.
Bir de Burgaz Adası'nı severdi. Hem Sait Faik'in adası olması hem de çok kültürlü yapısı Kayıhan Hoca'yı cezp ederdi.
Tanıdığı herkese mutlaka fotoğraf hediye ederdi. Börekçinin de Kayıhan Hoca'da fotoğrafı vardı, oto tamircisinin de, üniversite rektörünün de, temizlik işçisinin de.
Hepsiyle arkadaşlık eder, selamlaşır, hoşbeş eder, fotoğrafını çeker, getirir hediye ederdi. Anıları çok severdi ve biliyorum anılmayı da bekliyordur elbette.
Kumkapı'yı bilmezdim bana Kumkapı'yı yazdırdı. "Git sokaklarında dolaş, insanlarla konuş, kahvelerde çay iç…" diyerek beni gönderdi Kumkapı'ya.
Soma maden faciası olduğunda cebinden para vererek bizi orya gönderdi. "Siz kendiniz görün de yazın" diyerek… Yaşar Kemal'in cenazesini yazdırdı bana.
Sonra Apoyevmatini gazetesinin hikayesini yazmamı istedi. Bir gün ajansta otururken, "İsa" dedi. "Dilenci kılığına girip bir yazı yazsan ne güzel olur" dedi. Ben de ikiletmeden "Olur hocam" dedim.
Suriyeli bir dilenci kimliğine girip Eminönü'nde dilendim. Yazıyı yazdım, Hocam çok beğendi. Başka şeyler de yapacaktık ama olmadı. Son olarak geçen sene beni arayıp, "İsa, Vakıflı Köyü'ne gidip bir röportaj hazırlarsan ne güzel olur" dedi.
Cebinden para ödeyerek beni gönderdi Türkiye'deki son Ermeni köyü Vakıflı'ya. Yazıyı çok beğendi. Ama fotoğrafları beğenmemiş olacak ki, beni arayıp, "İsa ne çok portakal ve mandalina fotoğrafı çekmişsin" demişti.
Sonuçta bütün hikayesi ve hikayemiz insandı ve Kayıhan Hoca haklıydı.
Bir nehirdi Kayıhan Hoca, uzun upuzun bir nehir. Birçok koldan beslenirdi, Homeros'tan Yaşar Kemal'e, Çehov'dan Mehmet Uzun'a, Brecht'den Sait Faik'e…
Geçtiği yerde bolluk-bereket olurdu. Geçtiği yerlerde umutlar yeşertirdi. Hiç bitmeyen umutlar.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish