Afrika’da terörizm: Müslümanlar için muhasebe vakti

Yusuf Kenan Küçük Independent Türkçe için yazdı

Somali'nin başkenti Mogadişu'da gerçekleştirilen bombalı bir saldırı sonrası / Fotoğraf: Reuters

Koşer* standartlarına tabi bir Yahudi restoranında çalışan biri Hristiyan, diğeri Müslüman iki aşçı yamağı, pırasa köftesini kızartmak için gerekli tavanın temiz olmadığını görürler. 

Aynı zamanda standartların kontrolünden de sorumlu aşçının yokluğundan istifadeyle süt ürünleri için tahsisli ve kesinlikle et ürünleri değmemesi gereken tavalardan birini kullanmaya karar verirler. 

Köfteler kızarırken Hristiyan olan aşçı yamağı, Müslüman arkadaşına "Kendi inancımıza göre bu yaptığımız günah değil; ama öbür tarafta tanrı bir de Yahudi çıkarsa o zaman ikimiz de hapı yuttuk!" der. 

Aşçı yamaklarının çalıştıkları işyerinin kurallını çiğnedikleri, dahası kendileri tabi olmamakla birlikte diğer bir dinin emirlerine en azından saygı göstermek gibi temel sorumluluklarını bir kenara ittikleri aşikar. 

Yine de yaptıkları eylemin hesabını ahirette vermek durumunda kalabileceklerini düşünmeleri de belli bir bilinç düzeyine işaret ediyor. 

Ancak birey ve toplumların aynı bilinç düzeyini, bırakınız başka bir dinin kurallarını, çoğu zaman tabi oldukları dinin emir ve yasakları için dahi göstermediklerine şahit oluyoruz. 


Afrika'da şiddet ve terör

İslami diskuru kullanan terör örgütlerinin bu çerçeveye oturduğunu söyleyebiliriz. 

El-Kaide'sinden İŞID'ına, Boko Haram'ından El-Şebab'ına kadar bahsekonu terör örgütlerinin, uğruna mücadele etme iddiasında bulundukları İslam dininin yasakladığı vahşi katliamlar gerçekleştirdikleri bir vakıa. 

Bu katliamların, hemen tüm dinlerle birlikte İslam'da da var olan, masumların canına kastedilemeyeceği, işkence yapılamayacağı, insan onuruna aykırı muameleye tabi tutulamayacağına dair evrensel kaideleri çiğnediğini görüyoruz. 

Nitekim, gün geçmiyor ki Afrika'da özellikle Sahel bölgesi, Çad gölü havzası ve Somali'de terör saldırısı gerçekleştiği haberleri ajanslara düşmesin. 

Bu saldırıların başlıcalarından birisi yaklaşık iki hafta önce Boko Haram tarafından Nijerya'da gerçekleştirildi. Ülkenin kuzeydoğusundaki Borno eyaletinde en az 110 çiftçi, boğazları kesilerek katledildi. 
 

1.jpg
Boko Haram'ın katlettiği çiftçilerin cenaze töreni / Fotoğraf: Ahmed Kingimi/Reuters

 
Benzer bir vahşet kasım ayı başında Mozambik'in Cabo Delgado eyaletinde meydana geldi. 

IŞID ile bağlantılı olduğu iddia edilen teröristlerin bölgede 50'den fazla sivili kafalarını kesmek suretiyle öldürdüğü uluslararası medyaya yansıdı. 

Somali'deki El-Şebab ile bağlantısı bulunmamasına rağmen yerel halk tarafından aynı isimle anılan örgüt, 2018 yılı Mayıs ayında da en az 10 kişiyi aynı yöntemle infaz etmişti. 

Batı Afrika'da da durum farklı değil.

Bir örnek vermek gerekirse geçtiğimiz ocak ayında Burkina Faso'da 36 sivil, teröristler tarafından katledilmişti. 

Yine temmuz ayında bu defa Mali'de farklı "etnik" gruplar arasındaki intikam saldırılarından birinde, aralarında kadın, çocuk ve yaşlıların olduğu 31 kişi öldürüldü. 

Öte yandan Somali merkezli bir terör örgütü olan El-Şebab'ın 16 Ağustos 2020 tarihinde başkent Mogadişu'da bir otele düzenlediği saldırıda en az 17 kişi hayatını kaybetti. 

El-Şebab'ın 14 Ekim 2017 tarihinde düzenlediği diğer bir bombalı saldırıda da yaklaşık 600 kişi katledilmişti. 


Şiddetin temelleri

Bahsekonu terör örgütlerinin de benimsediği "cihat" söyleminin Afrika'daki temelleri esasen en az iki asır öncesine dayanıyor. 

Batı Afrika'da Al-Hac Ömer Tall, Kuzey Nigerya'da Osman Dan Foido ve Sudan'da Muhammed El-Mehdi'nin şahsiyetiyle özdeşleşen ve yozlaşmış Müslüman idarelere, yerel gayrımüslimlere ve sömürgeci güçlere karşı 19'ncu yüzyıl içerisinde yürütülen savaşlar, Sahel bölgesi halklarının sosyolojik mirasında önemli bir yer tutuyor. 

Diğer taraftan, 19'ncu yüzyılın son çeyreğinden 20'nci yüzyıl ortasına kadar görece barış ortamı sağlamış olmakla birlikte sömürge idarelerinin keyfiliği (arbitrary) ile zaman zaman şiddet ve zorbalığa başvurmaktan çekinmemesi, Afrika'da şiddetin siyasi kültürün bir parçası haline gelmesine neden oldu. 

Bağımsız Afrika ülkelerinin yönetimde şiddet ve keyfi uygulamaları devam ettirmesi, diğer taraftan azgelişmişlik sorununa çözüm bulamaması ve otoritesini başkent dışında etkin bir şekilde tesis edememesi, birey ve grupların sorunlarını kendi içerisinde organize olarak ve zor kullanarak halletme yoluna gitmesine neden oldu. 

Diğer taraftan şiddetin yaygınlaşmasında önemli bir faktör olarak Soğuk Savaş koşullarında Doğu ve Batı bloklarının müdahalelerini, bu yolla kıtayı silaha doyurmalarını, yaşanan iç savaşların etkisini, ama hepsinden önemlisi 2001 yılından itibaren devam eden "küresel terörle mücadele" politikasını zikretmek gerekiyor. 
 

2.jpg
Fransa Sahel bölgesinde yürüttüğü terörle mücadele operasyonlarında silahlı İHA'lar kullanıyor / Fotoğraf: État-Major des Armées

 

Şiddeti meşrulaştırma söylemleri

Bu şartlar altında kıtada ortaya çıkan terör örgütleri ve eylemlerinin İslami diskuru kullanan örgütlerle sınırlı olmadığı bir gerçek. 

Ancak, terör olayları ve can kayıplarının çok büyük bir oranda nüfusu Müslüman ağırlıklı ülke ve bölgelerde, yine Müslüman kimliği taşıyan terör örgütlerince gerçekleştirildiği de yadsınamaz. 

Sözkonusu örgütlerin masum sivilleri katlettikleri saldırılarına, özelde ABD ve İsrail, genelde ise "Batı" gibi uzaktaki düşman güçlerle mücadele temelli bir açıklama getirdiklerini görüyoruz. 

Bu güçlerin aynı zamanda nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin kaynaklarını yağmaladığı, Müslümanları birbirine düşürerek açlık, yoksulluk ve sefalete mahkum ettiği, dahası "terörle mücadele" adı altında Müslümanları katlettiği ileri sürülüyor. 

"İslam düşmanı" küresel aktörlere karşı verilen mücadele bağlamında öldürülen sivillerin de doğrudan veya dolaylı olarak bu güçlerle işbirliği yaptıkları, dolayısıyla kukla, hain ve fasık oldukları, bu nedenle öldürülmelerinin ve işkenceye tabi tutulmalarının da meşru olduğu iddia ediliyor. 

Bahsekonu terör örgütlerin mensupları kendilerini de "dini uyanışın temsilcisi" ve dini uğruna canını vermek dahil her türlü "fedakarlığı" yapmaya hazır bir "mücahit" olarak görüyor. 
 

3.jpg
Fotoğraf: Reuters

 

Dinin doğası

Bu şartlar altında İslami söylemleriyle ön plana çıkan terör örgütlerinin özellikle "uzaktaki düşman güçler" hakkındaki bazı iddialarında doğruluk payı var. 

Nitekim, Walter Rodney'in "How Europe Underdeveloped Africa-1972" ve Bruno Charbonneau'nun "France and the New Imperialism-2008" eserleri gibi sömürgecilik, yeni sömürgecilik ve dış müdahaleler konularına odaklanan geniş bir literatür bulunuyor. 

Ancak burada şunu açıkça ifade etmek gerekiyor; hasım olarak görülen güçlerin yaptıkları ve yapacakları hiçbir fiil, Müslümanların inandıkları dinin temel prensip ve kurallarının dışında hareket etmesine mazeret teşkil edemez. 

Hepsinden önemlisi hiçbir hal ve şartta masum sivillerin öldürülmesine, gayrı insani muameleye tabi tutulmasına gerekçe olamaz.

Esasen hiçbir din de kendisini diğer din ve inanç sistemlerinin mensupları, kuralları ve eylemleri üzerinden tanımlamaz. 

Öte yandan terörist birey ve grupların dini, şiddet meşrulaştırmak ve üye devşirmek için kullandıkları bir vakıa olmakla birlikte, anılan örgütlerin temelde siyasi ve ekonomik hedefler istikametinde hareket ettikleri uzmanlar arasında genel kabul görüyor. 

Dahası Jeanne Knutson**, teröre yönelen kişilerin kendilerini mağdur edilmiş bir grubun üyesi addettiklerini, hedeflerine ulaşamamanın verdiği bir hayal kırıklığı yaşadıklarını, bu minvalde "öteki" veya "hasım" olarak gördüklerinin durumları karşısında bir "negatif kimlik" geliştirerek teröre yöneldiklerini savunuyor. 

Bu durumda muhatabının/hasmının vücut bütünlüğüne ve haysiyetine verebildiği her bir zarar, terörist için bir kendini ispatlama aracı haline geliyor. 

Bahsekonu sorunlu muhakeme anlayışı, siyasi ve ekonomik çıkar güdüsüyle birleştiğinde hedef addedilen kitle kolaylıkla genişliyor.


Müslümanların sorumluluğu 

Terörü bir yöntem olarak benimseyen Müslüman kimlikli kişi ve grupların kendine mahsus bir endoktrinasyona maruz kaldıklarını, dolayısıyla dine ve evrensel değerlere aykırı eylemlerini sorgulama ehliyetlerini önemli ölçüde yitirdiklerini inkar edemeyiz. 

Ancak, teröre angaje olmakla birlikte henüz bu aşamaya gelmemiş bireylerin yanı sıra terör örgütlerinin etki alanı içerisindeki diğer Müslümanların, İslam'ın insan hayatı, onur ve haysiyetine atfettiği kutsiyeti dikkate alması gerekiyor. 

Ayrıca, İslam'ın ana akım hiçbir yorumunun terörizmi meşru görmediğini akılda tutması lazım geliyor. 

Daha da önemlisi, yazının başında aktardığımız anekdottan yola çıkacak olursak, Müslüman bireylerin bir taraftan diğer din ve inanç sistemlerine saygıyı kendine şiar edinirken, diğer taraftan şahsi tutum ve eylemlerinin en azından kendi inancının temel değerleriyle uyumlu olduğu bilinciyle hareket etmesi önem arzediyor. 

 

 

* Koşer kurallarına göre et ve süt ürünleri aynı öğünde birlikte tüketilemediği gibi, bu ürünlerin hazırlanması ve pişirilmesi için kullanılan eşyaların da ayrı olması ve öyle tutulması gerekiyor. 

** Knutson, Jeanne N. (1981). "Social and Psychodynamic Pressures Toward a Negative Identity. Pp. 105-152 in Yonah Alexander and John M. Gleason, eds., Behavioral and Quantitative Perspectives on Terrorism. Pergamon.


*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU