Zaman makarasını geçmişe doğru saralım... 42 yıl öncesine gidelim... 1977’deki kanlı 1 Mayıs’ta İstanbul Dev-Genç Başkanı olarak Taksim’de alandaydım. Alanın dört bir tarafında silahlar patlarken, siren sesleri ve sloganların yarattığı korkunç kargaşa içinde insanlar can havliyle kaçışırken, bir gurup yoldaşımla birlikte Sular İdaresi’nin tam karşısına yerleşen halkın can güvenliğini sağlamaya, insanları hayatta kalmaya yönlendirmeye çalışıyordum. Sular İdaresi üzerinden ateş edildiğini gördüm, ama güneşten gözüm kamaştığından kim olduklarını tam seçemedim. Hem Sular İdaresi’nden, hem InterContinental Oteli’nden, hem dönemin polis ve istihbarat güçlerinin moda taksisi beyaz Renault’tan halka ateş açıldığını gördüm. Kanlı 1 Mayıs’ın muhatabıyım, tanığıyım…
Makaleme şöyle bir cümle kurarak başlamak istiyorum: Öncelikle Sosyalist hareketin olumsuz sonuçlarıyla Türkiye’ye yansıyan ayrılıklarını açıklamadan, 1 Mayıs 1977 Katliamını anlama çabası hiç şüphesiz eksik kalır. Çünkü hiç ilgileri olmadığı halde 1 Mayıs katliamını düzenleyen kontrgerilla güçleri, kimi sol güçlerin iç çelişkilerini abartılı bir şekilde kullanarak katliamı onlara mal etme yoluna gitti. Bu sol güçlerin bir yanında Halkın Kurtuluşu, Halkın Sesi, Halkın Yolu gibi Sovyetler Birliği’ni emperyalist olmakla suçlayan gruplar, diğer yanında TİP, TSİP, TKP gibi Sovyet yanlısı guruplar vardı. Biz ise Dev-Genç olarak Çin’i de Sovyetler Birliği’ni de "sosyalizmi deforme ediyorlar" diye eleştiren geniş bir kesimi kapsıyorduk. İçeride Mahir Çayan, dışarıda Che Guevara, Ho Chi Minh eğilimli diyebileceğim bir çizgiyi özgün ve özerk bir bakış açısıyla izliyorduk. "Maocu" denen kesimle "Sovyetçi" denen kesim arasında yer yer kavgaya dönüşen sürtüşmeler vardı.** 1 Mayıs katliamına doğru, garip bir şekilde başta Hürriyet olmak üzere büyük gazeteler "Solcular 1 Mayıs’ta kan akıtacak" şeklinde haberler yapıyor, Ahmet Kabaklı, Rauf Tamer gibi sağcı Tercüman yazarları "Rus yanlıları ile Çin yanlısı komünistler 1 Mayıs’ı kan gölüne çevirecek" diye yazıyorlardı.
Adı geçen sol gruplar arasındaki çelişkiyi elbette ki küçümsememek gerekir ama büyük medya bunu çok abarttı. Bu grupların katıldığı 1 Mayıs hazırlık toplantıları aslında sakin geçiyordu. Sözlü demeçler, büyük medyanın abarttığı hamasetten öte değildi. 1 Mayıs günü yaklaşırken hiç olmadık bir şekilde "Maocu" ve "Sovyetçi" diye ilan edilen iki insanın karşılıklı öldürülmesi ciddi tuhaflıklar barındırıyordu. Bunu taraflara sorduğumuzda, "Bizimle ilgisi yok" dediler. Eğer ciddi şekilde birbirlerinden şüphelenselerdi misillemeler başlardı.
Kısacası 1 Mayıs’a giderken, sonra çok daha açık bir şekilde ortaya çıktığı gibi kontrgerilla tarafından "1 Mayıs’ta kan gövdeyi götürecek. Maocularla Rusçular çatışacak..." havası hâkim kılındı.
***
1 Mayıs günü biz Dev-Gençliler, DİSK’le beraber Beşiktaş’ta toplanmıştık. "Maocu" denen kesim de Saraçhane’de. Biz bir türlü gidemiyoruz alana, saat 4- 5 olmuş hala Beşiktaş’tayız. Bunun üzerine takriben 50 bin insanımızla Taksim’e Nişantaşı üzerinden kestirmeden gitmeye karar verdik. En azından arada tampon olalım, bir kışkırtma olursa direnelim, halkımızı yalnız bırakmayalım, düşüncemiz vardı. Alana 50 bin insanımızla, işçilerin tezahüratı altında "Devrim için savaşmayana sosyalist denmez" sloganıyla girdik. Sular İdaresi’nin tam karşısında, Atatürk Heykeli’nin önündeki durağın çevresindeki bölümde yerimizi aldık.
Ruh halimizde gerginlik ve kaygı hâkimdi. Kışkırtıcı bir müdahale olur mu, olmaz mı ikilemini yaşıyorduk. İnsan çoğu kez tehlikeden önce kendini kötü hisseder ya, öyle bir ruh hali içindeydik, "Şu Kemal Türkler konuşmasını bitirse de bir an evvel çekip gitsek" düşüncesiyle kıvranıyorduk. O anda bir el silah patladı.
Yanımda bir arkadaşım duruyordu; "Celalettin vuruldum" diye seslendi. Dizinden vurulmuştu. Ondan sonra 2-3 el ateş edildi, sonra halkı silahla tarama başladı. Ateş edilirken mermiler bizim önümüze kısa mesafe düştüğünden dolayı, doğrudan karşımızdaki Sular İdaresi’nin üzerine baktığımda bize ateş edildiğini gördüm...
Halkın üzerine ateş edildi. Tarlabaşı’ndan doğru da ateş edildiğini söyledi arkadaşlar. Sular İdaresi’nden açılan ateşten, ifade ettiğim gibi arkadaşım vuruldu. Dev-Genç de önceden ateş edilebilecek yerleri hesaplamış, kendi ilişkilerinin dengeleri içinde kendince ona göre güvenlik önlemleri almıştı. Sular İdaresi’ne, Pamuk Eczanesi’ne, Kazancı Yokuşu’na, InterContinental Oteli’ne göre... Sular İdaresi’ndekiler bir süre sonra susturuldu, halkın içinden "InterContinental Oteli’nden ateş ediyorlar" uyarıları karşısında oraya yönelindiğini hatırlıyorum.
Saat 19.00... Özelikle Sular İdaresi üzerinde kim varsa, halka ateş ediyordu. Üniformalı mı, değil mi, onu o an algılayamadım. Güneş, Sular İdaresi’nin arkasından batıyordu, benimse yönüm güneşe doğruydu, Gözlerim kamaşıyordu. Karartılar vardı ama ateş edildiğini görüyordum.
***
Halkı İstiklal Caddesi'ne yönlendirmek istiyoruz: Polis barikat kurmuş, bırakmıyor, Sıraselviler’e yönlendirmek istiyoruz, polis yine bırakmıyor. Polis tek çıkış yolu bırakmış: Kazancı yokuşu. Her taraf kapatılınca sıkışan halk çaresiz oraya akıyor, yani Kazancı yokuşuna... Kazancı yokuşuna giren insanlar oraya bırakılan kamyonete çarpıyor, üst üste yığılıyor. Bizse bir yandan Kazancı yokuşuna girmeyi engellemeye çalışıyoruz, bir yandan şuurunu kaybetmiş vaziyette dalga dalga üzerimize gelen kitlenin akış dalgasına kapılmamaya çalışıyoruz, öte yandan da nereden ateş ediliyorsa arkadaşlarımız müdahale edip orayı susturmaya çalışıyorlar. Halk, Kazancı yokuşunda kamyonete çarpıp üst üste yığılırken, sirenlerini çala çala peş peşe panzerler Kazancı’ya giriyor, halk panzerle kamyonet arasına sıkışıyor. Ölümlerin en çok sıkışma ve boğulmayla olmasının nedeni oluyor bu…
Panzerin iki kadın arkadaşımızı ezerek öldürmesi unutulur gibi değil; tam InterContinental Oteli’nin önünde. Muhtemelen Nil ve Meral’di bunlar. Çünkü; iki üç arkadaş başlarına gitmiş, parçalanmış ön mahrem kısımlarının üstünü örtmüş ve cenazelerini morga götürmesi için bir taksiye yerleştirmiştik. "Polis ne yaptığını bilmiyordu" deniyor, olur mu öyle şey? Panzer hiç halkın üzerine sürülür mü? Panzeri kullananlar eğitilmiyor mu, hangi koşullarda kullanılır hangilerinde kullanılmaz bunun bir eğitimi yok mu? İnsanlar yığılmışken panzeri halkın üzerine sürmenin anlamı ne? Polis paniği mi? Eğer panikse polis yanlış seçilmiş ve eğitimsiz, değilse o zaman başka bir şey var demektir. Ve arkasından beyaz Renault geliyor…
Bizim bir gurup arkadaşımız InterContinental Oteli’nin içine giriyor, üst kata çıkmaya çalışıyor, çıkamıyorlar. Dönüp geliyorlar Kazancı yokuşunun başına. O arada otelin garajından beyaz Renault’un çıktığını görüyoruz. O dönemler polis beyaz Renault’larla gezerdi, MİT de öyle. Gayriihtiyari üstüne koşuyoruz, arka kapıyı açıyoruz, esmer hafif dalgalı saçlı, esmerimsi, 35-40 yaşlarında biri elini beline atınca geri çekilmemizden yararlanarak arabayı hızla sürüyor, kaçıyor. Peşinden koşuyoruz ama yetişemiyoruz. Tanıyamadığımız için bir şey de yapamıyoruz, ayakkabı atıyoruz ancak nafile… Kısa bir süre sonra aynı Renault Sıraselviler’den döndü geliyor: Gümüşsuyu’na halka sağlı ve sollu ateş ederek süratle gidiyor ve aynı hızla tekrar önümüzden ateş ede ede geçerek Sıralıselviler caddesine dalıyor.
Kısacası ölümler çoğunlukla Kazancı yokuşunda, kamyonetle panzer arasında sıkışıp kalanlar arasından gerçekleşti. Hiç unutmam; insanlar üst üste yığılmış, altta biri bağırıyor, "Celalettin beni çıkar" diye. Hangisini çıkaracaksın, çıkarabildiğin kadar çıkarıyorsun. Üst üste yığılan insan yığını, balık gibi istiflenmiş. Dalga dalga gelen halkı bir noktada tutamayınca bu kez kamyonetin üstüne çıkıp bağırıyoruz: "Arkadaşlar gelmeyin". Barikat kuruyoruz ki yeni yığılmalar olmasın. Ve süratle oradan alıp yere bırakıyoruz insanları. İstifi boşaltmaya çalışıyoruz. Bir bakıyoruz ki dipte boğulmuş onlarca insan... Ah! Yürek!
***
Son ana kadar alandaydım. Halkı alandan boşaltmıştık, polisle kavga dövüş yaralılarımızı sırtlıyor, bulduğumuz araçlarla Taksim İlkyardım Hastanesi’ne göndermeye çalışıyorduk. Yaralılarımızı ve ölen son arkadaşımıza kadar bütün arkadaşlarımızı polise rağmen taşıdık.
En son bugün aramızda olmayan yoldaşım İbrahim Erdoğan’la birlikte iki arkadaş kalmıştık. Kazancı yokuşunun başına oturmuş, ayrılamıyordum. İbrahim beni yerden kaldırdı, birbirimize tutunarak alandan ayrılıyoruz. Cihangir’den geçerken Galatasaray Mühendislik’ten o dönemin öncüsü arkadaşlarımızdan Ahmet Güvercin ile karşılaştık. Güneş batmak üzereydi. Hüzünlü bir ruh haliyle ıslıkla Deniz Gezmiş’in ipe giderken söylemeyi düşündüğü Konçertoyu fısıldıyordum. Gözlerimden akan gözyaşı damlalarını hatırlıyorum. Ahmet bana derin derin baktı ve dedi ki; "Celalettin, Türkiye Devrimci Hareketi bir 10 yıl kaybetti"... "Devrimci Hareketi bilmiyorum ama çok arkadaş kaybettik" dedim.
** "Maocu" ve "Sovyetçi" diye üst düzeyde soyutlamam okumayı kolaylaştırmak içindir. Yoksa bu gurupların tanımlanması meselesi çok daha kapsamlıdır, daha alt düzeyde soyutlamaları gerektirir.
* Bu başlığı aynı yıl Kanlı 1 Mayıs üzerine aşağıdaki şarkıyı yapan ve dillendiren Ruhi Su’dan ödünç aldım.
Şişli Meydanı’nda üç kız
Biri çiğdem biri nergis
Vuruldular güpegündüz
Sorarlar bir gün sorarlar
Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar
Biter bu dertler acılar
Sararlar bir gün sararlar
Bin dokuz yüz yetmiş yedi
Unutulmaz yılın adı
Bir mayıs bayramı idi
Sorarlar bir gün sorarlar
Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar
Biter bu dertler acılar
Sararlar bir gün sararlar
Beş yüz bin emekçi vardı
Taksim Meydanı’na girdi
Öyle bir İstanbul gördük
Sorarlar bir gün sorarlar
Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar
Biter bu dertler acılar
Sararlar bir gün sararlar
Al gözlerim seyir eyle
Birin' bırak birin' söyle
Bu yeryüzü ilk kez böyle
Bir İstanbul görüyordu
Kucaklayıp sarıyordu.
© The Independentturkish