Yıllar önceydi; henüz iktidarla imtihan olunmadığı, dolayısıyla da "Müslümanlar"a dair umutlarımızın yüksek olduğu bir "gençlik" döneminde, "Değerlerin İki Yüzü" başlıklı bir makale yazmıştım.
Devrimci ve muhafazakâr eğilimler arasındaki çelişkiler kadar, yükselen toplumsal hareketlerle düşme ivmesinde olanlar arasındaki, özellikle de değerlere ilişkin kavramsal değişimi inceleyen bir yazı.
O günlerde, yani henüz yükselmekte olan bir ivme içerisinde bunları yazmak güzel ve heyecan vericiydi. İnanmakta olduğumuz, savunduğumuz ve olabildiğince yaşamaya çalıştığımız değerlerin örtüşmesi, çelişkisiz bir zihinle yazmanın kıvancını verdiği kadar, geleceğe dair umutlarımızı ve ülkülerimizi de kanatlandırmaktaydı.
Yoksulduk elbette ve her ne kadar sayıları birkaçı geçmese de, dergi ve gazete almakta bile zorlanmaktaydık. Ama adeta düşlerimizin sağladığı kanatlarla aşmaktaydık mesafeleri ve kardeşçe bir emniyetle bağlanmaktaydık birbirimize.
Şimdilerde ağırlaştı o kanatlar. Taşıyamaz oldu artık tarihin tortularını. Bir zamanlar bizi kanatlandıran düşler ve fikirler, şimdilerde ağırlaştırmakta yürüyüşümüzü.
Yükselmekte olan bir ivmenin kıvancı yerini artık o günleri özlemekten başka bir anlam ifade etmeyen hüzne bıraktı. Yoksulluğumuz ise artık birer birer kopan bağlarımızın yerine ikame edecek yeni dostları ve değerleri koyamamakla ilgili.
Fırtınalara karşı mücadele etmekten yılmayan yelkenlerimiz şimdi ölgün bir denizin suları üzerinde sürüklenmekte. Yani bahsi edilen "değerlerin" ikinci yüzünü de görmekle muazzep yüreğimiz.
Bir zamanlar, yani henüz yükselme ivmesinde olduğumuz günlerdeki kalplerimizin coşkusunun yerinde şimdi, tıpkı gecekonduların yerinde yükselen gökdelenler ve avm'ler gibi başka değerler yükselmekte: İhtişamlı ama ruhsuz, değerli ama değerbilmez, şaşaalı ama vandal.
Adlarında kapitalizmin işaretlerini taşıyan bu mekânlardaki markaların müşterileriyiz artık. Toplumsal "oyun" ve "habitus/mekân" değiştikçe, değerler de ona göre değişmekte.
Tabi ki buna ilişkin mantık kadar, değişimin ivmesi de "doğa"nın ya da "kader"in değil, arzularımızın bir eseri. Dolayısıyla değişimin yönü de "neyin yerine neyi" koyduğumuzla ilgili.
Söz gelimi Batı dünyası tarafından üretilen modernite, beş yüzyıldır ve her şeye rağmen sürdürülmekte olduğu gibi, günümüz dünyasının değerlerini de üretmekten vaz geçmiş ve yorulmuş değil.
Bizim önümüze birer kıvanç olarak konulanlar ise, Platon'un deyimiyle adeta "idealar"ın kötü birer kopyası; birer simülasyon. Sorun ise bu değerlerin mahreci değil elbette, üstlenilme ve anlaşılma biçiminde. Karşılaşmalara ve çatışmalara yüklenilmekte olan anlamların kısıtlılığında.
Aliya'nın bahsini ettiği o eleştirelliğin acımasız mektebinden geçemeyen bu yüzeysellik değil mi ki bizi sığ suların asudeliğine razı etmekte.
Bu değil mi ki kuşaklar arasındaki değişimi bile kazasız belasız sürdürememekte ve daha birinci kuşağın ritmini tamamlayamadan "oyun"dan çekilme emareleri göstermekte. Öyle ki önceki kuşağın duruşu ne denli göksel ise şimdiki ise o denli yersel.
Yersel derken, yerselliği asla küçümsemekte değilim. Eleştirim sadece gökle yer arasına açılan bu mesafenin taşınılamaz ve yükümlü de tutulmadığımız, her "devrimci" kuşağın icat ettiği, ötekinin de isyan ettiği çelişkisine.
İfratla tefrit arasındaki karşıtlıkların döngüsüne mecbur edilmiş olan kalplerin düşünsel erdemler kadar itidalden de uzaklığına. Yunus da, belli ki bu türden bakışların kısıtlılığını ve tepkiselliğini eleştirmek için, "bana rahmet yerden yağar" dememiş miydi?
Belki de değerlerin bu hızlı yer değiştirmesini ifade edecek daha yalın sözcükler bulmakta da zorlanmaktayım. Şunu da bilmekteyim ki, imtihandan geçirilmemiş bir masumiyet, masumiyet değildir.
Yine de kendisini ileri süren bir hamlenin yaşlandırdığı yüreklerin o onurlu serüveni de değil elbette kastım. Üstelik insanoğlunun kanatlanmak için asla rüzgârlara ya da kanatlara ihtiyacı yoktur.
Kierkegaardçı bir deyişle cehd eden kişi, kendi babasını bile doğurur; Sartrecı bir deyişle ise, şayet kanatlardan yoksun bir insan uçamıyorsa, bu kendi kabahatidir.
O nedenle toplumsal hareketleri asla İbn Haldun'un döngüsel mecburiyetleri çerçevesinde okumakta değilim. Ama şayet bir hareket kendisini bu döngüye, yani önüne sürülmüş olan bir "kader"in eğrisine bırakıyorsa, o insan/hareket, kendisini yükseltecek olan değerleri yaratmaktan vaz geçmiş veya acze düşmüştür ve Tanrı da ondan umudunu kesmiş demektir.
Çünkü "insan"ın en bariz vasfı değerler yaratabilmesidir. Yoksa yaratılmış olan değerlerin simülasyonu üzerinde sörf yapması değil.
Sözgelimi şimdilerde bizim Batı'da yaratılmış değerlerin üzerinde hayatla dalga geçmemiz gibi. Oysa bu, verili değerleri bile aşan "kelimeler"in tahayyüllerine doğru seferîliğimizi sürdürmek yerine, elimizin altındaki yemişlere tav olmaktır.
Sabrını ve sadakatini sürdürenler yok değil mi? Ama sorun tam olarak bu olmadığı gibi, bu yazı da bir ahlak soruşturmasını amaçlamakta değil.
Çünkü bilmekteyiz ki Allah daha söze başlarken Âdem'in yanılgısıyla misaller getirmekte bizlere. Düşmesi ve kalkması ile. Sorun ise düşmekte de değil, düşünmekte.
Düşünmek ise insan oluşun en bariz işareti. Ve bir toplumsal yükselişi kanatlandıranlar da dron'lar, iha'lar, gökdelenler, otoyollar, gösterişli otomobiller… değil; düşlerimize sadakatimiz, düşüncelerimizdeki sebat ve eylemlerimizdeki arınmışlıktır.
Aksine bir yargıya ise ancak şimdilerde üzerinde sarsakça sörf yaptığımız Batı'nın ürettiği değerlerin künhüne vakıf olunmaksızın görünürdeki şaşaasına aldanmakla varılabilir.
Bir mirasyedinin hovardalığı bile bunun yanında bağışlanabilirdir oysa. Çünkü en azından o kendi ceddinin mirasını yemektedir.
Günümüzde, bir önceki kuşağın iyi kötü ürettiği değerlerin mirası üzerinde hovardalık yapan kuşağın aymazlığı ise, bir kendini bilmezliğin katlanması ve "Âdem" olmaktan vazgeçmesidir.
Öyle ki bir önceki kuşak ne kadar yoksulsa bu kuşak o kadar varsıl. Ne kadar kendisini ve dünyayı değiştirmeye adamışsa, bu kuşak da o kadar vaz geçmiştir bunlardan.
Ne kadar düşleri ve düşünceleri var ise şimdilerde bunlar o denli mülklere tahvil edilmiş bulunmakta. Ne kadar devrimci ise şimdilerde o kadar muhafazakâr.
Ne kadar ümmetçi ise o kadar mezhepçi. Ne kadar adaletten yana ise o kadar yasacı. Ne kadar muhalif ise o kadar devletçi. Ne kadar eleştirel ise o kadar itaatçi.
Ne kadar eşitlikçi ise o kadar ırkçı ve sınıfçı. Ne kadar özgürlükçü ise o kadar güvenlikçi. Ne kadar özveriliyse o kadar bencil. Ne kadar maneviyatçı ise o kadar maddeci.
Ne kadar yaratıcı ise o kadar taklitçi. Ne kadar üretkense o kadar tüketken. Ne kadar gökselse o kadar yersel. Ne kadar coşkulu ve ahlaklı ise o kadar hedonist ve dünyevi.
Ne kadar umutlu ise o kadar melankolik. Ne kadar mütevazı ise o kadar kibirli ve gösterişçi…
Kısacası, yıllar önce "değerlerin iki yüzü" ile anlatmaya çalıştığım bunlardı işte.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish