Siyasal işleyişin olumluluğu açısından temel koşul olan devletle toplum arasındaki güç dengesi, her darbe ile devlet lehine yeniden bozulurken, yenilenen sistem ise adeta belli bir partinin iktidarını sağlamaya matuf bir biçimde şekillendirilmektedir.
Devletle padişahın özdeşliği esasına dayanan padişahlık sistemini ve sistemle toplum arasındaki "sivil" güçlerin sisteme boyun eğmişliğini, dolayısıyla devletle toplum arasındaki asimetrik güç dağılımını tekrarlayan bu değişimler, son yüzyıl içerisinde ise cumhuriyetçi bir paradigma çerçevesinde sürdürülmekte.
Dolayısıyla DP, ANAP ve AK Parti tarafından en azından bir süre zorlanan bu paradigmatik çerçeve, bir türlü kırılamamakta ve hatta kırılması şöyle dursun, bir süre sonra sistem, muhalif aktörleri de kendi çerçevesi içerisine almakta.
Demokratik (katılımcı) güçlerin ve zihniyetin zayıflığına işaret eden bu durum ise, Türkiye'deki siyasal sistemin bir türlü istikrara kavuşamayışındaki temel sorunun sadece devlet ya da iktidarla ilgili olmayıp, aynı zamanda bir muhalefet sorunu olduğunu da akla getirmekte.
Hz. Osman'ın iktidarını bırakmamak için "Allah'ın giydirdiğini ben çıkaramamam" sözünde ifadesini bulan şu "ölümüne iktidar" ilkesidir belki de bir türlü bu kurgudan çıkamayışımız ve iktidarların belli bir sürenin sonunda terk edilebilmesini olağanlaştıran ve hatta bunu bir erdem haline getiren demokratik işleyişe geçemeyişimiz.
İktidarla devlet özdeşleşiminin bu ölümcül cazibesi, tıpkı şu tuhaf "Akdenizli" namus telakkimiz gibi, tutkularımızı aklımızla dizginleyemeyişimizle ilgili bir saplantı olsa gerek.
Ki bu saplantılı tutkuyu gelenekleştiren ise, iktidarın toplumsal güçlere egemenliğini farklı aktörlerle paylaşmaması ve dolayısıyla da iktidara bahşedilmiş olan şu "ölüme ve hayata" değin tüm topluma hükmetmenin firavunî cazibesinden başka bir şey değil.
Sonuçta ise ne eğitimimiz ne de tepeden tabana doğru biçimlendirilen siyasal örgütlenme biçimimiz, siyasetin 1930'lu yılları hatırlatan ve Kemalistlerimizce hasretle yâd edilen o ideolojik kurgusundan kurtarılabilmekte.
Siyasetin kökeninin savaşa dayandığı oldukça açık. Ama siyasetin medenileştirilmiş olan her biçimi, bu kökeni partiler arasındaki sivil ve barışçı bir mücadeleye dönüştürmekle de mükelleftir.
Günümüzde bunun uygulanabilir modeli, tüm zaaflarıyla birlikte demokratik siyasal sistemlerce biçimlendirilmiştir.
Bu model toplumsaldaki farklı çıkar grupları kadar, ideolojilerin ve aidiyetlerin de rekabetçi bir temsiline dayanır. Dolayısıyla iktidar kadar muhalif oluşumlar da bu modelin işleyişinin zorunlu parametreleridir.
Türkiye ise, İkinci Dünya Savaşı sonrasında biçimsel olarak kabullenmek mecburiyetinde kaldığı, geleneksel otoritercilik yerine ikame ettirilmeye çalışılan bu modeli bir türlü içine sindirememekte ve dolayısıyla da bir türlü olağan, yani güç temerküzü yerine güç dağılımını esas alan bir siyasal işleyişe geçememekte.
Sözgelimi son günlerde yaşanılan M. Kemal/Atatürk tartışması, bir ana muhalefet partisi olarak CHP'nin içerisinde bulunduğu durumu, ülke gerçekliğinden uzaklığını ve siyasal mücadelenin verilmesinde esas alınması gereken bu güncel gerçeklik yerine tarihsel takıntılara bağlı kalmış olan kültürel/siyasal konformizmini ortaya koymaktadır.
Kurucu model kadar "ata"ya karşı sürdürülen bu bağlılık duygusu, gerçekte yerine başka bir şey koyamayan bir aczin ifadesinden başka bir şey değildir.
Bu tür bir bağlılık ve sadakatin adeta bir din gibi yapılandırdığı Kemalizm'i aşamama ve dolayısıyla da bir takıntı gibi 1930'ları tekrarlama duygusu, aslında bir tür melankoli halidir.
AK Parti iktidarı ise en azından iktidara gelirken Türkiye siyasetinin muhtaç olduğu ve bir kısmını da gerçekleştirdiği bir yenileşme söylemiyle çıkmıştı halkın karşısına.
Gerçi iktidarının üçüncü döneminden itibaren söylemini yenileyemediği gibi, aşmaya çalıştığı birçok mevzuda da tıkanıp kalacak ve hatta adımlarını geldiği noktadan geriye doğru atmaya başlayacaktır.
Sözgelimi "barış süreci"ni ilerletemediği gibi giderek adeta bir "savaş süreci"ne dönüştürmüştür.
Suriye meselesinde de barışçı bir yöntemi tercih etmemesi bir yana, neo-Osmanlıcı yaklaşımları nedeniyle Arap ülkeleriyle de ilişkilerini geçmişten daha kötü bir duruma getirmiştir.
Öyle ki onun açtığı bu boşluktan yararlanan İsrail, tarihinde ilk defa Körfez ülkeleriyle resmî ilişkiler geliştirmeye başlamıştır.
Örtülü koalisyon ortağı olan Fetullahçılar'dan ise ancak "akim kalmış bir darbe" vasıtasıyla kurtulabilen AK Parti, bunun sağladığı "ivme" ile sistemi neredeyse padişahlığı hatırlatan bir "başkanlık" sistemine geçirmiştir.
Yolsuzluk meselesinde ise dört bakanı Yüce Divan'a göndermeyerek, bir bakıma bu minvaldeki uygulamalarını da en azından kendi kamuoyuna kabullendirmiştir…
Daha fazla ayrıntıya girmeye bilmem ki gerek var mı? Otoriterleşmek, güçler birliği, KHK'lar, gelir dağılımındaki adaletsizlik, şehirleşme, eğitim sisteminin amaçsızlığı, kayırmacılık vb…
Ama tüm bunlar sonuçta Türkiye'nin alışmış olduğu manzaralar olarak da telakki edilebilir. Bunlardan kurtulmaya dair verilen sözlerin tutulmaması da maalesef alıştığımız bir başka gerçeklik.
Her nedense tüm bu kronik sorunları iktidar ekseninde tartışmaya da alışkınız. Oysa bu sorunların aşılamamasından iktidar kadar muhalefet de sorumlu değil mi?
Muhalefet de "demokratik" sistemin bir parçası kuşkusuz. Ama bizim padişahçılıktan kopamayan sözüm ona demokratik sistemimiz, siyaseti neredeyse bir iktidar uğraşı olarak kabul etmektedir.
Muhalefetin sistem içerisindeki yeri ise oldukça daraltılmış ve büsbütün işlevsizleştirilmiştir.
Tabi geleneksel otoritercilikten kopamamamız, bir ölçüde de yukarıda bahsini ettiğim "atacılığın" bir sonucu.
Öyle ki meşrutiyetten cumhuriyete geçiş süreci de otoritercilikle bir hesaplaşmadan ziyade, M. Kemal'in kendi otoritesini temellendirme ve pekiştirme süreci içerisinde gerçekleştirilmiştir.
Hatta otoriterciliğe karşı olan zevatın tasfiye edildiği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası deneyimi ve akabindeki gelişmeler, tüm muhalif unsurların iktidar alanından temizlendiği bir operasyonlar zinciri, "atacılar"ın ifadesiyle adeta "Kurtuluş Savaşı"nın bir devamı olarak kabul ve tasdik edilir.
Bu koşullar altında CHP'nin bir türlü bu "gayrı meşru" bir işlev olarak addedilen muhalefet alanına yerleşememesi, adeta ontolojik bir sorunudur.
Bu, CHP içerisindeki "muhafazakârlar"la sosyalistlerin uyuşmazlığını da açıklayan oldukça temel bir sorundur ve Kemal Kılıçdaroğlu'nun çabaları da bu sorunu aşmaya yetmemektedir.
Muharrem İnce gibi "figüranlar"ın bu süreçten rol kapmaya çalışmaları ise oldukça manidar tabi.
Esasında beceriksizler için her zaman bahaneler vardır. Asıl önemli olan ise şartlara rağmen engelleri aşabilmek, hakikati ortaya çıkarma çabasından asla vazgeçmemektir.
Türkiye siyasetinin aşırı iktidar merkezli kurgusunun nice saldırıyı püskürttüğünün ve muhalif çabaları bir değirmen gibi öğüttüğünün en somut örneği ise doğrudan AK Parti'nin devşirilme sürecinde izlenebilir.
Ama sorun bu dramatik devşirilme hikâyesiyle sınırlı değil. Türkiye siyasetinin temel sorunu bu "aşırı iktidar merkezlilik" yanında ve bir açıdan da bununla ilgili olarak, muhalefetin de yetersizliğidir.
Yani yüzyıl öncesinde geçiştirilmiş olan hesabı yeniden açarak, demokratik bir işleyişe dair bir söylemin ve eylemin üretilememesi.
Oysa bu süreç içerisinde siyasetin mahiyetinde de oldukça önemli değişiklikler gerçekleştirilmiştir.
Siyaset artık salt iktidar ve ana muhalefet partileri arasındaki kapalı bir oyun olmaktan çıkarak, çoklu aktörlerin katıldığı ve daha karmaşık bir "oyun"a dönüşmüştür.
Öte yandan Türkiye'nin ve bölge ülkelerinin sorunları da artık o daha çok ideolojik bir ulusalcılığa dayanan klasik yaklaşımlarla anlaşılamamakta ve çözülememektedir.
Dolayısıyla siyasetin artık ulusaşırı ve çoklu parametrelerle, bastırılmış olan aidiyetleri de işin içine katan işlevsel yaklaşımlarla sürdürüleceği bir modele doğru evriltilmesi de gerekmektedir.
Bu ise muhalefeti aralarındaki ideolojik ayrımları askıya alarak Türkiye'nin bu her açıdan tıkandığı açmazlardan çıkarılmasını sağlayacak bir uzlaşmaya doğru götürmesi gerekliliğini işaret etmektedir.
Bu yaklaşım siyaseti lider merkezli ve otoriterci alışkanlıklarından kurtaracağı gibi, toplumsalın çoklu ve oldukça farklı unsurlarının katılımıyla daha çoğulcu bir anlayışa doğru götürülebilecektir.
Doğrudan sorun aşımına odaklanmış ve elan uygulanmaya çalışılan bu yeni siyaset biçiminin, muhalif partiler arasındaki çelişkilere dayanan ve bunu aşamayan üzerindeki o özellikle Kürt siyasetleriyle işbirliğine dair mahcubiyet edasından kurtarılarak, iktidar merkezinin baskın söylemini aşan yenilikçi edası da artık meşruiyete kavuşturulmalı ve etkinleştirilmelidir.
Kısacası yeni bir siyasal manifestoya ihtiyacımız bulunmakta:
Savaş çağrısı yapmayan bir toplumsal uzlaşma ve varoluş çabasına.
En bezgin demokratları, davalarından vaz geçmiş İslamcıları, özgürlüğün ve barışın adını anmaz olmuş liberalleri, yenilgi duygusuna gömülmüş Kürtleri ve Alevileri bile uykularından uyandıracak, onlara sorumluluklarını hatırlatacak bir seslenişe.
Yarım kalan tüm hesapları görecek, haksızlıkları bertarafa azmetmiş bir adalet çağrısına.
Kapitalizm tarafından işgal altına alınmış olan tarihsel şehirlerin, kimlikleri örselenmeden yaşanabilir mekânlara çevrilmesine.
Birer "yüksek lise"ye dönüştürülmüş olan üniversitelerinin bu hale getirilmesine göz yummuş olan aydınlar, akademisyenler ve siyasilerden hesap sormaya.
Basın yayın gruplarının siyasal veya ticari çıkar odaklarının tekellerinden kurtarılarak bağımsızlaşmasına.
Adalet sisteminin özerkleştirilerek siyasal güçler kadar meslek odalarının baskılarından kurtarılmasına, sivil toplumla işbirliğine açılmasına.
Bomboş kalmış köylerle çığırından çıkarılmış şehirler arasındaki asimetrinin farkına varmayan tüm uzmanları sorumluluklarını üstlenmeye çağıracak bir görev duygusuna.
Kimlikleri bastırılmış, unutturulmuş, madunlaştırılmış bütün toplumsal kesimlerin amasız ve fakatsız olarak onurlarını iade etmeye.
Savaşa ve silahlara ayrılan bütçeyi toplumsal eşitsizlikleri telafi amacına tahsise.
Siyasal örgütlenmelerin tabandan itibaren biçimlendirilmesini sağlamaya ve siyasilerin tüm imtiyazlarını kaldırarak siyasal uğraşı bu alana gönül veren insanlara açmaya.
Türkiye'yi Batı ile Doğu arasında bir köprü ve bir denge, barışçı bir uzlaşma noktası haline getirmeye.
Toplumsal ve bölgesel sorunların müzakerelerle çözümlenebildiği bir deneyimi, silahların toprağa gömüldüğü bir siyasal savaşımı mümkün kılmaya.
Yerel yönetimlerin güçlendirilerek yerel sorunlarla ilgili yetkilerin bu yönetimlere devredilmesine. Merkezi meclisin küçültülerek sembolikleştirilmesine ve yetkilerinin yerel meclislere bırakılmasına.
Giderek sanal/"yapay zeka" üzerinden inşa edilen makinemsi bir devlet modelinin, duyguyu ve teması ortadan kaldırmaya matuf soyutluğu/soğukluğu yerine, sorunların yerelden, yakın temaslar ve takiplerle çözüldüğü bir yakınlaşmaya ve insanileşmeye.
Çok katlı konut yapımından vaz geçilerek, evi olmayanlara alt yapısı hazırlanmış alanlarda arsa tahsisi ve konut inşa desteği (yer, proje, malzeme, inşa vs.) sağlanmasına.
Tarım, ticaret ve siyaset alanlarındaki toplumsal örgütlenme ve rekabetin bir dayanışma ve yardımlaşma biçimlerine hasredileceği olumlu bir kalkınma modelinin inşaına.
Çokuluslu şirketlerin çıkarlarına açılmış alanları, askerî üsler de dahil olmak üzere tasfiyeye ve barışçı faaliyetlere tahsise.
Ama her ne yapılırsa yapılsın toplumsal zenginliğin hakkaniyete, adalete, liyakate ve haksızlıklara yol açmayan bir paylaşıma uyarlı olmasına.
Sadece ve sadece mahrumlar ve madunlara yapılacak olan pozitif ayrımcılık dışında ayrımcılıklara son verilmesine.
Mazlumların ve mahrumların giderek daha da yoksunlaştırıldıkları adalet duygusunun ve talebinin canlı tutulmasına: yenilmemeye, vaz geçmemeye, zalimlere boyun eğmemeye…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish