Beyrut'taki korkunç patlamanın hemen öncesinde Jocelyn Khoayri isminde Hristiyan bir hanımefendi uzun süren bir hastalık mücadelesinin ardından vefat etti.
Bu ölüm Hıristiyan çevrede beklenmedik sonuçlar yarattı.
Gençliğinde 'İki Savaş Yılları'nda savaşmış olan bu hanımefendinin, ölümünün ardından gençlik yıllarına ait eli silahlı askeri pozları yayımlandı.
Ardından partilerinin şehitler diye andıkları kişiler hakkında türlü hikayeler ortaya çıktı, bir kısmı gerçek bir kısmı bu tarz olayda hep olduğu gibi abartılı.
Bu durum bize iki şey anlatıyor; bu ormanda biz yalnız değiliz. Hristiyanların da nesilden nesle miras aldıkları şehitleri var, bir zamanlar kadınların da katıldığı o silahlı mücadeleye onların da özlemi var.
Liman patlaması özellikle Hristiyanların olduğu yerleşim bölgelerine hasar verince bu çevreye "Çilekeş doğduk, öyle ölüyoruz'' düşüncesi hakim olmaya başladı.
Hristiyanların Lübnan'ın inşasındaki temel niteliğindeki etkilerine rağmen, bu etkiyi diğer paydaşları pek de ciddiye almadı.
İsrail veya başka bir düşman ile savaşta kendilerinden savaşmalarını isteyen; ama günün sonunda onları ve varlığını takdir etmeyen zihniyet var.
Hristiyanlar ise o silahın kendilerine yöneldiğini düşünmeye başlıyorlar.
Evet, belki de tüm Lübnanlılar bu faciada aynı kaderi paylaştı, ancak Hristiyanların bu kederde payı daha büyük üstelik geçmişten kökleşende acıları var.
Onlar seçimlerde çoğunluğun sonuç ve görüşlerine boyun eğmek zorunda olan ideolojik veya siyasi bir azınlık değil.
Onlar mezhepsel dini bir azınlık, hatta tıpkı Kürtlerde olduğu gibi onlara da etnik azınlık diyebiliriz; zira her ikisi çoğunluğunkinden çok farklı kültürel ve etnik mirasa sahip olasına rağmen çoğunluğa değer katacak katkılarda bulunuyorlar.
Örneğin Kürtler, Araplara Selahaddin Eyyübi'yi hediye etti. Hristiyanlar ise Mişel Eflak ve George Habaş'ı hediye etti.
Hepimiz biliyoruz ki bir vatan inşa etmek istiyorsak vatan evladı olan azınlıkları yok sayarak bir şey inşa etmemiz mümkün değil.
Onlara kendi vatanlarında "fazlalık" muamelesi yapmak hiçbir zaman yapıcı olmamıştır ki zaten bu muamelenin sonuçlarını tarihte çokça görebiliriz.
Mesela Irak'taki 2003 öncesindeki durum Lübnan'da da vuku bulabilir. Lübnan Hristiyanları, zamanla kendilerini Kürtlerin temsilcisi gibi gören ''Cuhuş'' peşmergeleri gibi bir oluşum kurabilirler.
Ya da geçmişteki gibi Suriye'nin Lübnan üzerindeki vesayeti aracılığıyla birkaç Hristiyan siyasetçinin yönetimine girebilir ülke.
Azınlık ve çoğunluk kavramlarında hak ve paylaşımlar sadece sayılarla belirlenmiyor. Aslına güç ve karar mekanizmalarındaki dağılım bu konuda daha belirleyicidir.
Örneğin Suriye'de çoğunluk Sünni olmasına rağmen, güç ve karar mekanizmaları açısından bakıldığında azınlık durumundalar, oysa sayısal olarak büyük bir çoğunluğu temsil ediyorlar.
2003'ten önce Irak'taki Şii nüfus çoğunluktayken güç ve karar açısından azınlık durumundaydı.
Duruma hangi açıdan bakarsak bakalım bugün birlikten ve onun yarattığı hasarlardan yılgın Lübnanlı Hristiyanların içinde güçlü bir ayrılık ve özerklik duygusu hakim.
Onlara farz edilen bir direniş, onları yerlerinden yurtlarından etti, daha sonra iç anlaşmazlıkları onları bir iç savaşa sürükledi, ardından bir başka direnişin içinde buldular kendilerini.
Bu sefer bu direnişin sonuçları iç savaşınkinden daha da yıkıcı ve ağır oldu. Mezhepsel bir anlaşmazlığın çıktığı herhangi bir zamanda bir anda eline silahı alıp "Filistin İçin Özgürlük" pankartları oraya çıkıveriyor.
Maruni patrik Bişara al Rai'nin tarafsızlık için devam eden ve daha da güçlenen kampanyası,
Avn kitlesinin Hizbullah işbirlikçisi suçlamasıyla gittikçe eriyen toplumsal tabanı ve Lübnan Kuvvetleri partisinin cumhurbaşkanına istifa çağrıları hepsi kemikleşmiş bir siyasi geleneğin artık bozulduğuna delalet ediyor.
Hepsi Lübnan Hristiyanlarının artık eskisi gibi olmadığını ortaya koyuyor. Tüm bu sonuçlar aslında günün birinde onların görüşü alınmadan uygulanan siyasetin bedelini ödetti onlara.
Aslında onlar 2005 ve 2019 yılları arasında tüm Lübnanlılarla aynı safta durarak ilkeli siyaseti denediler.
Daha sonra "Azınlıklar kanadına" sempati göstererek ilkesiz olanı da denediler daha sonra Avn-Basil-Esad kanadına yönlendiler; sonuçta hiçbirinden onlara fayda gelmedi.
Bu bize tarihte yaşanan ve bugün asla yaşanmasını istemeyeceğimiz kitlesel bir faciayı hatırlatıyor.
Fransız Devrimi ve onun kazanımları Yahudilere DREFYUS olayıyla bilinen cezaları kaldırmaya yetmedi.
Bolşevik Direnişi ve Komünist vaatler Stalin'den ve onun zulmünden onları koruyamadı. Üstelik tüm bu hayal kırıklıkları Nazisizmin zaferlerle taçlanıp alev toplarına Yahudi bedenleri yem edilmeden önce olmuştu.
İşte bu elverişli ortamı Siyonistler çok güzel kullanarak "Öyleyse bize, bizim olan topraklar vatan olsun" dedi.
Lübnan'da bu dürtüye sahip azınsanmayacak bir Hristiyan kitle var ve belki böyle bir dürtüyü hayata geçirecek araçları yok ve belki de Yahudilerinki kadar net ve belirlenen coğrafi ve etnik dayanakları yok; ama şurası kesin "Çağdaş Arap Lübnan" projesi artık çökmüştür.
Çok renklilik ve çoğulcu katılım esasına dayalı özgürlükler modeli olarak sunulan proje çökmüştür.
Tüm bunlara rağmen birçoğunun söylediği sözle bitirelim:
Bunların bir önemi yok, önemli olan Hizbullah direnişine devam ediyor!
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish